Bugünkü şansınız :

Behzat Ç. amirim işini bilir...

Hiç yorum yok:
Biraz da ironi yapalım. Emrah Serbest Behzat Ç. nin senaryosuna açlık grevlerini dahil eder. Açlık grevindeki iki gençle görüşmeye gider. Aaa bir de bakar bunlar "Serpil"in içinde bulunduğu otobüse molotof atan gençler. Hani belki de onları başka bir Behzat Ç. tutuklamıştır. "Ağız burun dalıp, seni a.q çocuğu şerefsiz, anan bacın yok mu la senin diyerek" kahramanımız burada düşüncelere dalar, kendi kızının ölümünü düşünür, belki o da bir molotof kurbanıdır....

Hepimiz ne kadar beğenmiş olursak olalım, ağzı bozuk, sıradışı polisler, amirler, valiler neticede "ceberrut devleti" temsil ederler. Olay bir film kahramanının boyunu aşacak kadar şiddet içermekte ve kahramanımız gibi adamlar kıçlarını "devlet" denilen o müthiş güce dayamadan tekmek tokat girememektedirler. Nitekim tekme tokat girilen vatandaşlar davacı olduklarında da, "-Hakimim Bu şerefsiz, Behzat Ç. abimlere saldırmış karakolda, sonra da gidip duvara, kendine kendine burnunu vurup kırmış" bla bla.. "haydi beraat" denilmektedir.

Behzat Ç. karakterini sevmemize rağmen şiddete bulaşmış kanun adamları ister suçluyu dövsünler, ister bir katili, ister bir sapığı bunu arkalarındaki "devlet" gücüne dayanarak yaparlar. Sıradan vatandaşa da tekme tokat girmemeleri, masumların da bu sopadan nasibini almamaları pek olası değildir. Çünkü bu milletin adam edilmesi gerekmektedir. Tıpkı devlet gibi "senarist"imiz de farklı düşüncede değildir. Her ne kadar eli sopalı bir adamı kahramanlaştırırken, idealize ederken güçlü bir dil kullanmış olsa da, "Behzat Amirim de eli sopalı bir amirimdir. Vatandaş ise memur'un bile altında sopa yemesi gereken tu kaka adamdır. O kadar.

En azından bu durum dün böyledir.Yarın neler olur kimbilir.
Bu yüzden Behzat Ç. haksızlıklara karşı çıksa da ruhumuzdaki sözde özgürlükçü özde "faşist" damardan beslenmektedir. Bu yüzden senaristimiz kolay gündem peşindedir. Ağzını bozup "açlık grevlerini de" işleyeceğiz, bakalım ne yapacaksınız" diye kahramanlık taslamaktadır.

Behzat Ç. açlık grevlerinde olsa olsa grevi bastırmak için "tekme tokat giren" bir amir ya da zorla açlık grevi yaptırılıp, ölüm orucuna yatırılanları kurtaran "cengaver" polisimiz olabilir. Ha  siz Behzat Ç.'yi kötü cezaevi koşullarından  dolayı açlık grevine giden masum!ları kurtaran adam yapmak isterseniz, o zaman da farklı oyuncularla "Kurtlar Vadisi Filisin"i çekmiş olursunuz.

Mangalda kül bırakmamak kolay ama film film, senaristler senarist. dizi kahramanları ise, eften püften kağıttan askerlerdir...

Biraz da ironi yapalım. Emrah Serbest Behzat Ç. nin senaryosuna açlık grevlerini dahil eder. Açlık grevindeki iki gençle görüşmeye gider. Aaa bir de bakar bunlar "Serpil"in içinde bulunduğu otobüse molotof atan gençler. Hani belki de onları başka bir Behzat Ç. tutuklamıştır. "Ağız burun dalıp, seni a.q çocuğu şerefsiz, anan bacın yok mu la senin diyerek" kahramanımız burada düşüncelere dalar, kendi kızının ölümünü düşünür, belki o da bir molotof kurbanıdır....

Hepimiz ne kadar beğenmiş olursak olalım, ağzı bozuk, sıradışı polisler, amirler, valiler neticede "ceberrut devleti" temsil ederler. Olay bir film kahramanının boyunu aşacak kadar şiddet içermekte ve kahramanımız gibi adamlar kıçlarını "devlet" denilen o müthiş güce dayamadan tekmek tokat girememektedirler. Nitekim tekme tokat girilen vatandaşlar davacı olduklarında da, "-Hakimim Bu şerefsiz, Behzat Ç. abimlere saldırmış karakolda, sonra da gidip duvara, kendine kendine burnunu vurup kırmış" bla bla.. "haydi beraat" denilmektedir.

Behzat Ç. karakterini sevmemize rağmen şiddete bulaşmış kanun adamları ister suçluyu dövsünler, ister bir katili, ister bir sapığı bunu arkalarındaki "devlet" gücüne dayanarak yaparlar. Sıradan vatandaşa da tekme tokat girmemeleri, masumların da bu sopadan nasibini almamaları pek olası değildir. Çünkü bu milletin adam edilmesi gerekmektedir. Tıpkı devlet gibi "senarist"imiz de farklı düşüncede değildir. Her ne kadar eli sopalı bir adamı kahramanlaştırırken, idealize ederken güçlü bir dil kullanmış olsa da, "Behzat Amirim de eli sopalı bir amirimdir. Vatandaş ise memur'un bile altında sopa yemesi gereken tu kaka adamdır. O kadar.

En azından bu durum dün böyledir.Yarın neler olur kimbilir.
Bu yüzden Behzat Ç. haksızlıklara karşı çıksa da ruhumuzdaki sözde özgürlükçü özde "faşist" damardan beslenmektedir. Bu yüzden senaristimiz kolay gündem peşindedir. Ağzını bozup "açlık grevlerini de" işleyeceğiz, bakalım ne yapacaksınız" diye kahramanlık taslamaktadır.

Behzat Ç. açlık grevlerinde olsa olsa grevi bastırmak için "tekme tokat giren" bir amir ya da zorla açlık grevi yaptırılıp, ölüm orucuna yatırılanları kurtaran "cengaver" polisimiz olabilir. Ha  siz Behzat Ç.'yi kötü cezaevi koşullarından  dolayı açlık grevine giden masum!ları kurtaran adam yapmak isterseniz, o zaman da farklı oyuncularla "Kurtlar Vadisi Filisin"i çekmiş olursunuz.

Mangalda kül bırakmamak kolay ama film film, senaristler senarist. dizi kahramanları ise, eften püften kağıttan askerlerdir...

Hayvan herifler -1

Hiç yorum yok:
Çocukluğumdan bu yana bir sürü "hayvan herif" tanıdım. Herif dedimse hepsi erkek değil tabi ki. İçlerinde dişi herif olanlar da var. Hatta dişisi daha çok.
Hepsiyle de güzel anılarım oldu. İyi anlaştık, mutlu vakit geçirdik. Hatta bir çok "insan herif"ten iyiydiler...

Çocukluğumun ilk yıllarında hatırladığım "Josephine ve Katerina" adlı iki kız kardeş. Neşeli, canlı ve çabuk büyüyen "cinsini bilemediğim" iki sokak köpeğiydi.

Bütün mahallenin sevgilisi olmuşlardı.
Mahallenin çocukları olarak,  onları beslemek içinhepimiz evlerimizden birşeyler getirirdik .

Ne yazık ki, belediye tarafından zehirli et ile zehirlendiler ve gözlerimizin önünde çırpına çırpına öldüler. Üstelik "Joe"nin gözleri önünde.  Joe (Co) da benim beslediğim bir sokak köpeğiydi.

Kusarak, o zehirlenmeyi atlattı ve sonrasında "üniforma düşmanı" oldu.

Zabıta, postacı, polis  yoldan geçen üniformalı her şahsa saldırırdı. Isırmaz ama kovalardı yol boyunca. Dişiydi o da. Zaten köpeklerin dişisi sahipsiz olur genelde ve çocuklar sahiplenir onları.

Önceleri anlamazdım ama Joe ergen olup kapının önü erkek köpek dolduğunda, onları  kovalarken öğrendim insanların neden dişi köpek beslemek istemediğini.

"Joe" birgün kovaladığı bir motorsikletin altında kaldı ve ayağı ezildi. Tüm müdahalelerimize rağmen yanına yaklaştırmadı. Yalvar yakar bakmaya razı ettiğimiz kırıkçı teyzeye götüremedik.

Canı yandığı için saldırgan davrandı ve onu koyduğumuz kutudan kaçtı. Zamanla, yalaya yalaya kırık ayağını kendisi tedavi etti.

Uzun yıllar o topal bacakla (3-5km arabamızın arkasından koşarak) bizimle pikniklere geldi. Arkadaşlık etti ve yaşı ilerleyince öleceğini anladı sanırım.

Ardında güzel anılar bırakarak kayboldu gitti... Ondan sonra uzun süre de köpek besleyemedim. Ta ki "Kurt" ve "Malky"e kadar.
SÜRECEK


 
Çocukluğumdan bu yana bir sürü "hayvan herif" tanıdım. Herif dedimse hepsi erkek değil tabi ki. İçlerinde dişi herif olanlar da var. Hatta dişisi daha çok.
Hepsiyle de güzel anılarım oldu. İyi anlaştık, mutlu vakit geçirdik. Hatta bir çok "insan herif"ten iyiydiler...

Çocukluğumun ilk yıllarında hatırladığım "Josephine ve Katerina" adlı iki kız kardeş. Neşeli, canlı ve çabuk büyüyen "cinsini bilemediğim" iki sokak köpeğiydi.

Bütün mahallenin sevgilisi olmuşlardı.
Mahallenin çocukları olarak,  onları beslemek içinhepimiz evlerimizden birşeyler getirirdik .

Ne yazık ki, belediye tarafından zehirli et ile zehirlendiler ve gözlerimizin önünde çırpına çırpına öldüler. Üstelik "Joe"nin gözleri önünde.  Joe (Co) da benim beslediğim bir sokak köpeğiydi.

Kusarak, o zehirlenmeyi atlattı ve sonrasında "üniforma düşmanı" oldu.

Zabıta, postacı, polis  yoldan geçen üniformalı her şahsa saldırırdı. Isırmaz ama kovalardı yol boyunca. Dişiydi o da. Zaten köpeklerin dişisi sahipsiz olur genelde ve çocuklar sahiplenir onları.

Önceleri anlamazdım ama Joe ergen olup kapının önü erkek köpek dolduğunda, onları  kovalarken öğrendim insanların neden dişi köpek beslemek istemediğini.

"Joe" birgün kovaladığı bir motorsikletin altında kaldı ve ayağı ezildi. Tüm müdahalelerimize rağmen yanına yaklaştırmadı. Yalvar yakar bakmaya razı ettiğimiz kırıkçı teyzeye götüremedik.

Canı yandığı için saldırgan davrandı ve onu koyduğumuz kutudan kaçtı. Zamanla, yalaya yalaya kırık ayağını kendisi tedavi etti.

Uzun yıllar o topal bacakla (3-5km arabamızın arkasından koşarak) bizimle pikniklere geldi. Arkadaşlık etti ve yaşı ilerleyince öleceğini anladı sanırım.

Ardında güzel anılar bırakarak kayboldu gitti... Ondan sonra uzun süre de köpek besleyemedim. Ta ki "Kurt" ve "Malky"e kadar.
SÜRECEK


 

Tanrı Amerika'yı korusun

Hiç yorum yok:
Adamlar emperyalist olabilir, ki; öyleler.
Dünyada yaptıkları pislikler ortada. Bunları saymaya gerek yok. Bilen biliyor.
Yaşayanlar daha iyi biliyor.

Ancak kendi içlerindeki bağlılık ve tutarlılığa ne diyeceksiniz.
Yıllar önce ikiz kuleler saldırıya uğradığında programa bağlanan Türk uyruklu bir ABD vatandaşı demişti ki; Bu suç cezasız kalmaz yapan kim olursa olsun (hatta bu ülke Türkiye de) olsa Amerika onu bulur ve cezalandırır.

Bu devlete olan özgüveni ve Amerikalılık bilincini gösteriyor. Bir Türk bile ABD vatandaşı olduğunda "önce Amerika" diyor. Oysa bizim bazı vatandaşlarımızın ülke ve millet bilinci ne durumda hepimiz biliyoruz.

Bir başka konu ise bu kadar pisliğin kaynağı durumunda olan bir ülkede "Başkan"dan beklenenler ve adayların tutumları. Mafyanın, uyuşturucu çetelerinin, silah tüccarlarının, kadın satıcılarının, porno endüstrisinin bile kaynağı durumundaki bir ülke başkanından "Dürüst, ilkeli, eşine sadık, örnek bir insan" olmasını bekliyor. Haksız da değil.

Ne diyor seçimi kaybettikten sonra Romney: "Amerikan halkı beni tercih etmedi. O zaman her şeyi unutup Obama'nın başarısı için dua etmeliyiz."

Ne diyor başkan Obama "Romney ile görüşeceğim. O ve ailesi bu ülkeye değerli hizmetlerde bulunmuş insanlardır. Birlikte neler yapabileceğiz, konuşacağız."

Her iki başkan adayının ortak kullandığı iki cümle ise:

1- "Eşim olmasa başaramazdım. Ona teşekkür borçluyum."
2- "Tanrı Amerika'yı korusun!"

Aynı zaman diliminde dindar bir başbakanın yönettiği ve Gandi sanılan bir ana muhalefet liderinin olduğu ülkemizde ise şunlar yaşanıyordu.

1- Kadın cinayetleri, taciz, tecavüz olayları tam gaz devam.
2- Başbakan ve Ana Muhalefet lideri kendi aralarında "kimin çölde kalan bahtsız bedevi, kimin kutup ayısı" olduğu konusunu tartışmakla meşguldü.

Şimdi anladınız mı başlığı. Neden "Tanrı Amerika'yı korusun?"
Adamlar emperyalist olabilir, ki; öyleler.
Dünyada yaptıkları pislikler ortada. Bunları saymaya gerek yok. Bilen biliyor.
Yaşayanlar daha iyi biliyor.

Ancak kendi içlerindeki bağlılık ve tutarlılığa ne diyeceksiniz.
Yıllar önce ikiz kuleler saldırıya uğradığında programa bağlanan Türk uyruklu bir ABD vatandaşı demişti ki; Bu suç cezasız kalmaz yapan kim olursa olsun (hatta bu ülke Türkiye de) olsa Amerika onu bulur ve cezalandırır.

Bu devlete olan özgüveni ve Amerikalılık bilincini gösteriyor. Bir Türk bile ABD vatandaşı olduğunda "önce Amerika" diyor. Oysa bizim bazı vatandaşlarımızın ülke ve millet bilinci ne durumda hepimiz biliyoruz.

Bir başka konu ise bu kadar pisliğin kaynağı durumunda olan bir ülkede "Başkan"dan beklenenler ve adayların tutumları. Mafyanın, uyuşturucu çetelerinin, silah tüccarlarının, kadın satıcılarının, porno endüstrisinin bile kaynağı durumundaki bir ülke başkanından "Dürüst, ilkeli, eşine sadık, örnek bir insan" olmasını bekliyor. Haksız da değil.

Ne diyor seçimi kaybettikten sonra Romney: "Amerikan halkı beni tercih etmedi. O zaman her şeyi unutup Obama'nın başarısı için dua etmeliyiz."

Ne diyor başkan Obama "Romney ile görüşeceğim. O ve ailesi bu ülkeye değerli hizmetlerde bulunmuş insanlardır. Birlikte neler yapabileceğiz, konuşacağız."

Her iki başkan adayının ortak kullandığı iki cümle ise:

1- "Eşim olmasa başaramazdım. Ona teşekkür borçluyum."
2- "Tanrı Amerika'yı korusun!"

Aynı zaman diliminde dindar bir başbakanın yönettiği ve Gandi sanılan bir ana muhalefet liderinin olduğu ülkemizde ise şunlar yaşanıyordu.

1- Kadın cinayetleri, taciz, tecavüz olayları tam gaz devam.
2- Başbakan ve Ana Muhalefet lideri kendi aralarında "kimin çölde kalan bahtsız bedevi, kimin kutup ayısı" olduğu konusunu tartışmakla meşguldü.

Şimdi anladınız mı başlığı. Neden "Tanrı Amerika'yı korusun?"

Körler, sağırlar birbirini ağırlar

Hiç yorum yok:
Ağırlamalı da. Şu blog aleminde 40 kişiydik birbirimizi bilirdik. Sonra nerde çokluk, orda fan fin fon oldu ortalık. Önce şöhretin tatlı basamakları, ne kadar çok takip edersen, o kadar çok takip edenin olur hesabı...
 
Ardından medya maymunlukları "ne kadar rezil olursak o kadar iyi" denklemi. Ancak ne kadar çabalarsanız çabalayın sizden daha rezil olabilenleri çıkacaktır. O yüzden, bırakın bazıları yırtabildiği kadar yırtsın. Biz işimize bakalım.
 
Sakın ha, yanlış anlamayın. Bu bir erdem satma yazısı değil elbette. Kimin kızından bizim eteğimiz kısa ya da göster İbram teyzelere pipini demeden önce iki kere düşünmek gerek bu dünyada. O yüzden, bu yazının amacı bazı dostların yaptığı, benim de son zamanlarda beğendiğim bir yöntemle ilgili sadece.
 
Vaktiyle arkadaşın biri "Ben Facebook'umdaki arkadaşlarımı da, bloğumdaki izleyicilerimi de birebir tanırım" demişti de şoke olmuştum. Öyle ya ben nasıl 5-00 kişiyi tanıyacağım ya da bazı fenomen arkadaşlar nasıl bilecekler hayran kitlelerini. Yok dedi arkadaş. "Ben kendim için yazıyorum, okuyanda beni bildiği, tanıdığı için okuyor. Biz toplasan 100 kişiyiz."

O günlerde pek de aklıma yatmayan bu fikre blog aleminin içine girdiği kısır döngüyü de dikkate alarak sıcak bakmaya başladım. Yani ne 5-600 kişinin beni okuyup, yorumlaması ne de benim haftada 5-600 blog okumam mümkün olmadığına göre kendime bir favori listi ya da en iyisi, yeniden sınırlı sayıda takip ettiğim blog listi yapmakta fayda var.

Hani üstadın "alsın götürsün beni tam 4 inanmış adam" dediği gibi, mademki derdimiz fenomen olmak değil, biz de arkadaşlarla, dostlarla takılırız ne olmuş yani. Körler, sağırlar birbirimizi ağırlarız. Sizi takip ediyor gözüküp okumayan bin kişiden; okuyup, yorumlayan on kişi evlâ değil midir? Öyledir, öyledir.

O zaman ne yapıyoruz. Sağlam bir liste. Okunmadan geçilmeyecek 10 kişi, sizi okumadan geçmeyen 10 kişi. İsterse "Ay İbram bey ne güzel yazmışsınız desin, isterse oğlum İbram bi ..oka benzememiş lan, kelime israfı" desin. Samimi olsun, eti benim o kemiğini yesin...

Kısaca bu fikir aklıma yattı. Yakında takip ettiğimi sandığım blogları şöyle bir gözden geçirip, eleyeceğim. Kalan dostlarla gönlümü eğleyeceğim.

Kör ve sağır arkadaşlarım.
Haydi bakalım. Dünyamız küçük olsun, bizim olsun!

T.i.O
Ağırlamalı da. Şu blog aleminde 40 kişiydik birbirimizi bilirdik. Sonra nerde çokluk, orda fan fin fon oldu ortalık. Önce şöhretin tatlı basamakları, ne kadar çok takip edersen, o kadar çok takip edenin olur hesabı...
 
Ardından medya maymunlukları "ne kadar rezil olursak o kadar iyi" denklemi. Ancak ne kadar çabalarsanız çabalayın sizden daha rezil olabilenleri çıkacaktır. O yüzden, bırakın bazıları yırtabildiği kadar yırtsın. Biz işimize bakalım.
 
Sakın ha, yanlış anlamayın. Bu bir erdem satma yazısı değil elbette. Kimin kızından bizim eteğimiz kısa ya da göster İbram teyzelere pipini demeden önce iki kere düşünmek gerek bu dünyada. O yüzden, bu yazının amacı bazı dostların yaptığı, benim de son zamanlarda beğendiğim bir yöntemle ilgili sadece.
 
Vaktiyle arkadaşın biri "Ben Facebook'umdaki arkadaşlarımı da, bloğumdaki izleyicilerimi de birebir tanırım" demişti de şoke olmuştum. Öyle ya ben nasıl 5-00 kişiyi tanıyacağım ya da bazı fenomen arkadaşlar nasıl bilecekler hayran kitlelerini. Yok dedi arkadaş. "Ben kendim için yazıyorum, okuyanda beni bildiği, tanıdığı için okuyor. Biz toplasan 100 kişiyiz."

O günlerde pek de aklıma yatmayan bu fikre blog aleminin içine girdiği kısır döngüyü de dikkate alarak sıcak bakmaya başladım. Yani ne 5-600 kişinin beni okuyup, yorumlaması ne de benim haftada 5-600 blog okumam mümkün olmadığına göre kendime bir favori listi ya da en iyisi, yeniden sınırlı sayıda takip ettiğim blog listi yapmakta fayda var.

Hani üstadın "alsın götürsün beni tam 4 inanmış adam" dediği gibi, mademki derdimiz fenomen olmak değil, biz de arkadaşlarla, dostlarla takılırız ne olmuş yani. Körler, sağırlar birbirimizi ağırlarız. Sizi takip ediyor gözüküp okumayan bin kişiden; okuyup, yorumlayan on kişi evlâ değil midir? Öyledir, öyledir.

O zaman ne yapıyoruz. Sağlam bir liste. Okunmadan geçilmeyecek 10 kişi, sizi okumadan geçmeyen 10 kişi. İsterse "Ay İbram bey ne güzel yazmışsınız desin, isterse oğlum İbram bi ..oka benzememiş lan, kelime israfı" desin. Samimi olsun, eti benim o kemiğini yesin...

Kısaca bu fikir aklıma yattı. Yakında takip ettiğimi sandığım blogları şöyle bir gözden geçirip, eleyeceğim. Kalan dostlarla gönlümü eğleyeceğim.

Kör ve sağır arkadaşlarım.
Haydi bakalım. Dünyamız küçük olsun, bizim olsun!

T.i.O

Evcilik Oyunu (MiM - Anket)

Hiç yorum yok:
Mim rüzgarı çoktan bitmiş olsa da, blog dünyasındaki durgunluğun aşılmasında olumlu katkısı olabilir diyerek, bence ilginç bir MiM daha yazdım.

Aslında bu bir test : "Evcilik Oyunu". Bu testi, eşiniz, hayat arkadaşınız, sevgiliniz, erkek ya da kız arkadaşınızla birlikte deneyebilirsiniz.

Sorulardan önce kurallar kısaca şöyle.

(Önce test sorularının bir yazıcı çıktısını alıp, cevapları elle doldurunuz).
 
1- Testteki sorulara içtenlikle cevap vermeniz gerekiyor.

2- Testi bitirdikten sonra aynısını "Bence (eşim, sevgilim) bu sorulara şöyle cevap vermiştir diyerek ikinci kez cevaplayınız.

3- Sonra bu teste verdiğiniz cevapları yazdığınız kağıdı katlayıp bir zarfın içine koyunuz ve ağzını yapıştırınız ve cevaplarınızı değiştirmek için asla açmayınız.
4- Bir gün sonra, zarfı açmadan (eşinize, sevgilinize) verin. O da kendi cevaplarını size versin.

5- Cevapları okuyunca lütfen kavga etmeyiniz:))
 
Olayın MİM kısmı ise testi çözen herkes, testi çözdükten sonraki gelişmeleri blogunda paylaşsın.

Hadi Bakalım.
 
The İbrahim ORTAÇ (T.i.O)




LÜTFEN BU SORULARI Samimiyetle CEVAPLAYINIZ?
 
Eşiniz hakkında şikayetleriniz nelerdir?
 
Kendiniz hakkında nelerden şikayetçisiniz?
 
Varsa ailevi sorunlarınız sizce nasıl çözülür?
 
Hayatta en çok yapmak isteğiniz şeyler nelerdir?
 
Fırsat olsa eşinizle birlikte neler yapmak isterdiniz?
 
Şu an hangi haberi alsanız çok sevinirdiniz?
 
Sizi en çok rahatsız eden kaygı ve korkular nelerdir?
 
Elinizde sihirli bir değnek olsa neleri değiştirirdiniz?
 
Sadece 1 tek soru sorabilecek olsanız eşinize ne sorardınız?
 
Ona olan duygularınızı nasıl ifade edersiniz?
(sevgi-aşk-nefret-hiçbiri)
 
Eşinize öfkelenince yapmayı düşündüğünüz en kötü şey nedir?
 
Sinirli ve üzgün olduğunuz zamanlarda nasıl sakinleşirsiniz?
 
Yalnızlığı mı, yoksa kalabalık ortamları mı seversiniz?
 
Eşinizle yaptığınız sizi mutlu eden en son şey nedir?
 
En çok sevdiğiniz, üç kişiyi (arkadaş, aile) yazar mısınız?
 
Sizi en iyi tanıdığını düşündüğünüz üç kişiyi yazar mısınız?
 
Nefret ettiğiniz üç kişiyi ya da insan tipini yazar mısınız.
 

SİZCE EŞİNİZ YUKARIDAKİ SORULARA NASIL CEVAP VERMİŞTİR?
LÜTFEN AYNI SORULARI ONA GÖRE DE CEVAPLAYINIZ.

 
Mim rüzgarı çoktan bitmiş olsa da, blog dünyasındaki durgunluğun aşılmasında olumlu katkısı olabilir diyerek, bence ilginç bir MiM daha yazdım.

Aslında bu bir test : "Evcilik Oyunu". Bu testi, eşiniz, hayat arkadaşınız, sevgiliniz, erkek ya da kız arkadaşınızla birlikte deneyebilirsiniz.

Sorulardan önce kurallar kısaca şöyle.

(Önce test sorularının bir yazıcı çıktısını alıp, cevapları elle doldurunuz).
 
1- Testteki sorulara içtenlikle cevap vermeniz gerekiyor.

2- Testi bitirdikten sonra aynısını "Bence (eşim, sevgilim) bu sorulara şöyle cevap vermiştir diyerek ikinci kez cevaplayınız.

3- Sonra bu teste verdiğiniz cevapları yazdığınız kağıdı katlayıp bir zarfın içine koyunuz ve ağzını yapıştırınız ve cevaplarınızı değiştirmek için asla açmayınız.
4- Bir gün sonra, zarfı açmadan (eşinize, sevgilinize) verin. O da kendi cevaplarını size versin.

5- Cevapları okuyunca lütfen kavga etmeyiniz:))
 
Olayın MİM kısmı ise testi çözen herkes, testi çözdükten sonraki gelişmeleri blogunda paylaşsın.

Hadi Bakalım.
 
The İbrahim ORTAÇ (T.i.O)




LÜTFEN BU SORULARI Samimiyetle CEVAPLAYINIZ?
 
Eşiniz hakkında şikayetleriniz nelerdir?
 
Kendiniz hakkında nelerden şikayetçisiniz?
 
Varsa ailevi sorunlarınız sizce nasıl çözülür?
 
Hayatta en çok yapmak isteğiniz şeyler nelerdir?
 
Fırsat olsa eşinizle birlikte neler yapmak isterdiniz?
 
Şu an hangi haberi alsanız çok sevinirdiniz?
 
Sizi en çok rahatsız eden kaygı ve korkular nelerdir?
 
Elinizde sihirli bir değnek olsa neleri değiştirirdiniz?
 
Sadece 1 tek soru sorabilecek olsanız eşinize ne sorardınız?
 
Ona olan duygularınızı nasıl ifade edersiniz?
(sevgi-aşk-nefret-hiçbiri)
 
Eşinize öfkelenince yapmayı düşündüğünüz en kötü şey nedir?
 
Sinirli ve üzgün olduğunuz zamanlarda nasıl sakinleşirsiniz?
 
Yalnızlığı mı, yoksa kalabalık ortamları mı seversiniz?
 
Eşinizle yaptığınız sizi mutlu eden en son şey nedir?
 
En çok sevdiğiniz, üç kişiyi (arkadaş, aile) yazar mısınız?
 
Sizi en iyi tanıdığını düşündüğünüz üç kişiyi yazar mısınız?
 
Nefret ettiğiniz üç kişiyi ya da insan tipini yazar mısınız.
 

SİZCE EŞİNİZ YUKARIDAKİ SORULARA NASIL CEVAP VERMİŞTİR?
LÜTFEN AYNI SORULARI ONA GÖRE DE CEVAPLAYINIZ.

 

Siz neyi test ediyorsunuz kardeşim?

Hiç yorum yok:
Milletin sabrını mı, daha ne kadar ayrışabileceğini mi?
Sizin kör çekişmelerinize ne kadar daha sabredeceğinizi mi? Taraftarlarınızın, fanatiklerinizin ne kadar olduğunu mu?

Sözüm iktidar ve muhalefet partilerine. Al birini, vur ötekine bir inatlaşmanın içine düşmüş iki parti, iki lider kör dövüşü yapıyor. Üstelik de "Cumhuriyet" gibi ortak bir değer üzerinden.

Neymiş Miting düzenleyecekmiş muhalefet, iyi bayramı mı buldunuz? Neymiş güvenlik sorunu varmış, istihbarat almış iktidar. İyi de senin görevin güvenlik tedbirleri almak değil mi? Artık rahatça bayram kutlamayacak mıyız?

Dahası bu tip kutlamalar eskiden protokol ve emrivakilik yüzünden hoş karşılanmazken, şimdi toplumsal bir destek buluyor. Bu halkla beraber kutlamaktan neden gocunuyorsunuz ki. Ya da muhalefet neden her kutlamayı provakosyana çevirmek zorunda hissediyor kendini.
 
Bizzat başbakan dahil, iktidardan her bakanın katıldığı toplantılarda organize olarak "yuh"landığı gözden kaçmıyor. Hoş bu hal muhalefet partisinin geçmişine bakıldığında çok da bilinmedik birşey değil. Bizzat başbakan dahil, iktidar partisi yetkilileri de "sKim dinlesin Hasanı" tarzında muhalefeti hiç bir konuda iplemiyor, dikkate almıyor.
 
Bir bayram kutlaması yaparken bile bu denli zıtlaşma varsa ülkede iktidar-muhalefet birbirine güvenmiyor demek ki. Ya da başka hesapları var herkesin. Neden birlikte organize olup bu bayramı bayram gibi değil de miting gibi kutlarız ki. 1 Mayıs'ı yıllarca kavgalı dövüşlü kutladıkta ne oldu? Cam çerçeve indirdik de ne oldu.
 
Şu görüntüler muhalefetin işine geliyor olabilir ama iktidara düşen bu oyunu bozmak değil midir? Olası güvenlik risklerine karşı kontrollü bir şekilde miting de düzenlenebilir di. Neden olmasın. Bir TÜSİAD toplantısında kuzu kuzu yanyana oturanların bir bayramda, hele "Cumhuriyet Bayramında" biraraya gelememesine ne demeli?

İktidar sahipleri, neden kendilerini yıpratmak için bu denli muhalefetin ekmeğine yağ sürüyor, ya da yangına benzin taşıyorlar şahsen anlamış değilim. Öte yandan Ana muhalefetin muhatap alınmamak yüzünden gözünün kör olması, ülkede yaşanan sıkıntıların çözümünde değil büyümesinde "taraf" olmasına yol açacak adımlar atması da afedersiniz ama "salakça" geliyor bana.

Bu millet bayrağına da bayramına da sahip çıkmasını bilir. Seçim meydanlarında ne "Cumhuriyet" düşmanlığı ne de "Cumhuriyet adına provakasyon yapmak" oy getirecektir. Bu toplumu gerdiğinizle kalırsınız. Yapmayın, etmeyin, bayramlara da bizlere de yazık etmeyin.

Gelin bayramları bayram gibi kutlayalım. Eskisinden daha güzel, daha coşkulu. Hep eleştirirsiniz ama bir 23 Nisan'da çocukların yaptığı kadar şu bayram kutlamasını koskoca adamlar beceremiyorsa, o çocuklara bir dahaki 23 Nisan'da koltuklarınızı temelli bırakın gidin efendiler...


Not: Bu ülkenin düşmanlarına bir yerleriyle bize gülme şansı veren her meclis, kapattığı sandığı darbe kapılarını ardına kadar açtığının farkında değildir. (Bkz. 12 eylül öncesi parlemento ve siyasi parti liderlerinin uzlaşmaz tutumları)

Milletin sabrını mı, daha ne kadar ayrışabileceğini mi?
Sizin kör çekişmelerinize ne kadar daha sabredeceğinizi mi? Taraftarlarınızın, fanatiklerinizin ne kadar olduğunu mu?

Sözüm iktidar ve muhalefet partilerine. Al birini, vur ötekine bir inatlaşmanın içine düşmüş iki parti, iki lider kör dövüşü yapıyor. Üstelik de "Cumhuriyet" gibi ortak bir değer üzerinden.

Neymiş Miting düzenleyecekmiş muhalefet, iyi bayramı mı buldunuz? Neymiş güvenlik sorunu varmış, istihbarat almış iktidar. İyi de senin görevin güvenlik tedbirleri almak değil mi? Artık rahatça bayram kutlamayacak mıyız?

Dahası bu tip kutlamalar eskiden protokol ve emrivakilik yüzünden hoş karşılanmazken, şimdi toplumsal bir destek buluyor. Bu halkla beraber kutlamaktan neden gocunuyorsunuz ki. Ya da muhalefet neden her kutlamayı provakosyana çevirmek zorunda hissediyor kendini.
 
Bizzat başbakan dahil, iktidardan her bakanın katıldığı toplantılarda organize olarak "yuh"landığı gözden kaçmıyor. Hoş bu hal muhalefet partisinin geçmişine bakıldığında çok da bilinmedik birşey değil. Bizzat başbakan dahil, iktidar partisi yetkilileri de "sKim dinlesin Hasanı" tarzında muhalefeti hiç bir konuda iplemiyor, dikkate almıyor.
 
Bir bayram kutlaması yaparken bile bu denli zıtlaşma varsa ülkede iktidar-muhalefet birbirine güvenmiyor demek ki. Ya da başka hesapları var herkesin. Neden birlikte organize olup bu bayramı bayram gibi değil de miting gibi kutlarız ki. 1 Mayıs'ı yıllarca kavgalı dövüşlü kutladıkta ne oldu? Cam çerçeve indirdik de ne oldu.
 
Şu görüntüler muhalefetin işine geliyor olabilir ama iktidara düşen bu oyunu bozmak değil midir? Olası güvenlik risklerine karşı kontrollü bir şekilde miting de düzenlenebilir di. Neden olmasın. Bir TÜSİAD toplantısında kuzu kuzu yanyana oturanların bir bayramda, hele "Cumhuriyet Bayramında" biraraya gelememesine ne demeli?

İktidar sahipleri, neden kendilerini yıpratmak için bu denli muhalefetin ekmeğine yağ sürüyor, ya da yangına benzin taşıyorlar şahsen anlamış değilim. Öte yandan Ana muhalefetin muhatap alınmamak yüzünden gözünün kör olması, ülkede yaşanan sıkıntıların çözümünde değil büyümesinde "taraf" olmasına yol açacak adımlar atması da afedersiniz ama "salakça" geliyor bana.

Bu millet bayrağına da bayramına da sahip çıkmasını bilir. Seçim meydanlarında ne "Cumhuriyet" düşmanlığı ne de "Cumhuriyet adına provakasyon yapmak" oy getirecektir. Bu toplumu gerdiğinizle kalırsınız. Yapmayın, etmeyin, bayramlara da bizlere de yazık etmeyin.

Gelin bayramları bayram gibi kutlayalım. Eskisinden daha güzel, daha coşkulu. Hep eleştirirsiniz ama bir 23 Nisan'da çocukların yaptığı kadar şu bayram kutlamasını koskoca adamlar beceremiyorsa, o çocuklara bir dahaki 23 Nisan'da koltuklarınızı temelli bırakın gidin efendiler...


Not: Bu ülkenin düşmanlarına bir yerleriyle bize gülme şansı veren her meclis, kapattığı sandığı darbe kapılarını ardına kadar açtığının farkında değildir. (Bkz. 12 eylül öncesi parlemento ve siyasi parti liderlerinin uzlaşmaz tutumları)

Korkular, takıntılar, bağımlılıklar (Mim)

Hiç yorum yok:

Hepimizde var değil mi? 

Ha pardon sizde yoktu. Siz hiç kimseden ve hiç birşeyden korkmazdınız di mi Yusuf Yusuf bey?
Hayatımıza yön verir hale geldiğinde "hastalığa" dönüşen, ancak birlikte yaşamak zorunda olduğumuz korku ve takıntılarımız var. Kısaca "fobi" diye kategorize edilen korkular ve "Obsesif" davranışlar. Bir de bağımlılıklar işte.

-Korkularım:
Ben eskiden Annem, Babam ölür diye korkardım. Sonra çocuklar için aynı kaygıyı duymaya başladım.
Takıntılarıma takılıp kalmaktan korkuyorum bir de. Bu yüzden çevre temizliği ve geri dönüşüme o kadar duyarlı olduğum halde bir gün çöp ev sahibi bir adam olmamak için bu konuda kayıtsız kalmaya çalışıyorum.

Bir başka korkum "yükseklik" bu korkumu bilmeme rağmen özellikle yüksek yerlere çıkarak bunu yenmeye çalıştım. Çocukken minare tepelerinde gezerdim.
Gece ölüp kalmaktan, aynaya baktığımda ya da karanlıkta merdiven çıkarken peşimden birinin geldiği düşüncesinden de korkarım.

Korkulması normal olan bir korku da imansız ve büyük bir kabahat halinde bu dünyadan gitmek. Azrail alıp götürdüğünde elin şeyinde ya da helanın bir köşesinde ölüp kalmak gibi korkuları da olabilir insanın.

Trafik kazaları, yaralanma ve yanıklar korkutur beni. O yüzden uzun yolda araç kullanmaya ve sıkışık trafiğe gelemem. Ayrıca kan ya da kanamalı yara görmeye dayanamam, buna rağmen bu rahatsızlığımın üstüne üstüne giderim.

Silahlardan ve silah taşıyan insanlardan rahatsız olurum. Şeytan doldurur diye korkarım. Bir başka korkum da  "öfkemi kontrol edememek" Sabrım taştığında kendimden bile korkarım.

Korku filmi seyretmekten, Zombilerden korkarım ama inatla bu tür filmleri izlerim. Korkumla yaşamaya veya onu aşmaya çalışırım. Kıyametten değil ama depremden korkar, her Türk gibi yine de ciddi bir önlem almadan yatar uyurum.

Uzun yola gitmeyi severim ama gittiğim yerde kalmak istemem. Orada insanlarla iletişim kurmak konusunda korkak davranırım. Özellikle kadınlarla iletişim kurarken ter basar. Utanır sıkılırım.

-Takıntılarıma gelince. İlki simetri takıntısı. Çok temiz olmasada herşeyin düzenli olmasını isterim. Bu takıntıma rağmen duvara düzgün bir tablo asmayı başaramam.

İkincisi anahtar, kapı, kilit takıntısı. Bir yere giderken ocağı kapattım mı, kapıyı kilitledim mi. Ehliyetim, cüzdanım yanımda mı diye bir kaç kez kontrol ettiğim olur.

Bir de son dakika takıntım var. Bir yere yetişirken, bir yolculuğa çıkarken nedense son dakikaya kalırım. Bu takıntımı yenmek için de saatimi 5 dk. ileri aldığım olur. Her şey tamam  olmasına rağmen acaba birşey mi unuttum diye düşünür oyalanırken bir şeyler bulur ve oyalanırken geç kalırım. Geç kalırım dediğim otobüs kaçırdığım vaki değildir ama son dakikada yetişmişliğim çoktur.

Son dakika takıntıma en kötü örnek ise kırmızı yanacak diye yaya geçidinde bekleyip bekleyip, herkes geçiyor daha vakit var diye son anda yola fırlamamdır. Bir gün bir arabanın altında kalacağım bu yüzden.

Temizlik takıntım abartılı olmamakla birlikte zırt pırt el yıkamışlığım, tırnaklarım biraz uzadığında her yerim kirleniyor gibi rahatsız olmuşluğum çoktur.

Alışveriş takıntım genelde AVM'lerde baş gösterir. Lüzumlu lüzumsuz bir çok şeyi alasım gelir. Bu yüzden cebime olabildiğince kontrollü para alırım. Kredi kartlarımı alışverişe giderken bırakır, ancak en düşük limitlisi ile yola çıkarım.

Yemekten önce, yemekten sonra, yolculuklarda otobüs her mola verdiğinde WC'ye gitmek gibi bir takıntım var. Hatta sınavdan önce tuvalete girmekle girmemek arasında 1-2 not fazla-eksik almışlığım vardır. Üstelik tuvalette son damla takıntımdan hiç söz etmeyeyim. Sırf bu yüzden wc molalarım uzun sürer.

Şeftalinin tüyünden değil ama ele akan suyundan ve ince kılçıklı balıkların (dere balığı) kılçığından dolayı elimden geldiğince yememeye çalışırım.

Herkesten sonra, her şeyi kontrol edip en son uyumak gibi bir takıntım da var. Ben kapatmadıkça hiçbir kapının iyi kapanacağına inanmam. Kontrol takıntısı bir yerden sonra eziyet halini alıyor gerçekten.

Bağımlılıklarımı sayacak olursak.
İçkim sigaram yok ama bilgisayarım var. Pc ve İnternet bağımlısıyım diyebilirim. Cep teli konusunda tam bir beceriksizken klavyede gözüm kapalı üç kişiye laf yetiştirebilirim ve bundan hoşlanırım.

Çikolata bağımlılığım had safhadadır. Çerez yerken olabildiğince az alırım yoksa sonuna kadar bitirmeye çalışmak gibi bir takıntım var. İlaç yerine tansiyonumu çekirdek ve limonlu maden suyu ile dengelediğim, şekerimi çikolata ile ayarladığım doğrudur. Ayrıca pisboğaz sayılabilecek kadar abur, cubura düşkünlüğüm olduğu için maalesef dengesiz beslenirim.

Birşeylere bağlandığımda "b.kunu çıkarana kadar" kullanmak gibi bir takıntım var. Aynı cins ürünleri bıkana kadar tüketirim. Aynı müzikleri peş peşe dinler sonra unuturum. Aşık olmak da bir bağımlılık sayılırsa bu listeye eklenebilir.

Bağımlılıklarımdan uzun soluklu olan biri de yazmak. Düşüncelerimi paylaşmak. Şairin "yazmasaydım ölecektim" dediği gibi ben de çocukluğumdan beri "gece yarısı yorgan altına kağıt kalem almak da dahil" bulduğum her fırsatta bir şeyler karalarım.

Tıpkı şimdi yaptığım gibi...
Ya sizin takıntılarınız, korkularınız, bağımlıklarınız neler acaba?

Not:
Bendeniz şahsen mim olaylarını hiç sevmem ama herkesin mim yazmaktan vazgeçtiği bir zamanda gıcıklık olsun işte size mim sorusu: 
"En az üçer tane korku, takıntı ve bağımlılığınızı, sebeplerini, çözüm çabalarınızı örnekleyerek yazınız?"
Şimdi bizden blog ödülü ya da MiM yazma cezası kazanan kurbanlarımızı tanıyalım:

1- İyi huylu dostumuz Pabuc
2- Yetenekli kardeşimiz Yılmaz Barış
4- Akrep kızı Efsa
5- Sivri dilli blogcumuz Kediye Kafa Atan Psikopat Fare
6- Değerli büyüğümüz Ness
7- Halamız:) Aynur (Küçük Hala)
8- Heytt! kaytan bıyık
9- Özgür mr_lonely
10- ve.... 
KAMİKAZE
Tabi isteyen durumdan vazife çıkarıp, bu daveti üstüne alınabilir ve Mim'i kabullenip yazabilir.

Notun notu: Bu mim'i alıp yazmayan, ve en az üç kişiye daha göndermeyen Bayram'da Cırcır olsun.

Hepimizde var değil mi? 

Ha pardon sizde yoktu. Siz hiç kimseden ve hiç birşeyden korkmazdınız di mi Yusuf Yusuf bey?
Hayatımıza yön verir hale geldiğinde "hastalığa" dönüşen, ancak birlikte yaşamak zorunda olduğumuz korku ve takıntılarımız var. Kısaca "fobi" diye kategorize edilen korkular ve "Obsesif" davranışlar. Bir de bağımlılıklar işte.

-Korkularım:
Ben eskiden Annem, Babam ölür diye korkardım. Sonra çocuklar için aynı kaygıyı duymaya başladım.
Takıntılarıma takılıp kalmaktan korkuyorum bir de. Bu yüzden çevre temizliği ve geri dönüşüme o kadar duyarlı olduğum halde bir gün çöp ev sahibi bir adam olmamak için bu konuda kayıtsız kalmaya çalışıyorum.

Bir başka korkum "yükseklik" bu korkumu bilmeme rağmen özellikle yüksek yerlere çıkarak bunu yenmeye çalıştım. Çocukken minare tepelerinde gezerdim.
Gece ölüp kalmaktan, aynaya baktığımda ya da karanlıkta merdiven çıkarken peşimden birinin geldiği düşüncesinden de korkarım.

Korkulması normal olan bir korku da imansız ve büyük bir kabahat halinde bu dünyadan gitmek. Azrail alıp götürdüğünde elin şeyinde ya da helanın bir köşesinde ölüp kalmak gibi korkuları da olabilir insanın.

Trafik kazaları, yaralanma ve yanıklar korkutur beni. O yüzden uzun yolda araç kullanmaya ve sıkışık trafiğe gelemem. Ayrıca kan ya da kanamalı yara görmeye dayanamam, buna rağmen bu rahatsızlığımın üstüne üstüne giderim.

Silahlardan ve silah taşıyan insanlardan rahatsız olurum. Şeytan doldurur diye korkarım. Bir başka korkum da  "öfkemi kontrol edememek" Sabrım taştığında kendimden bile korkarım.

Korku filmi seyretmekten, Zombilerden korkarım ama inatla bu tür filmleri izlerim. Korkumla yaşamaya veya onu aşmaya çalışırım. Kıyametten değil ama depremden korkar, her Türk gibi yine de ciddi bir önlem almadan yatar uyurum.

Uzun yola gitmeyi severim ama gittiğim yerde kalmak istemem. Orada insanlarla iletişim kurmak konusunda korkak davranırım. Özellikle kadınlarla iletişim kurarken ter basar. Utanır sıkılırım.

-Takıntılarıma gelince. İlki simetri takıntısı. Çok temiz olmasada herşeyin düzenli olmasını isterim. Bu takıntıma rağmen duvara düzgün bir tablo asmayı başaramam.

İkincisi anahtar, kapı, kilit takıntısı. Bir yere giderken ocağı kapattım mı, kapıyı kilitledim mi. Ehliyetim, cüzdanım yanımda mı diye bir kaç kez kontrol ettiğim olur.

Bir de son dakika takıntım var. Bir yere yetişirken, bir yolculuğa çıkarken nedense son dakikaya kalırım. Bu takıntımı yenmek için de saatimi 5 dk. ileri aldığım olur. Her şey tamam  olmasına rağmen acaba birşey mi unuttum diye düşünür oyalanırken bir şeyler bulur ve oyalanırken geç kalırım. Geç kalırım dediğim otobüs kaçırdığım vaki değildir ama son dakikada yetişmişliğim çoktur.

Son dakika takıntıma en kötü örnek ise kırmızı yanacak diye yaya geçidinde bekleyip bekleyip, herkes geçiyor daha vakit var diye son anda yola fırlamamdır. Bir gün bir arabanın altında kalacağım bu yüzden.

Temizlik takıntım abartılı olmamakla birlikte zırt pırt el yıkamışlığım, tırnaklarım biraz uzadığında her yerim kirleniyor gibi rahatsız olmuşluğum çoktur.

Alışveriş takıntım genelde AVM'lerde baş gösterir. Lüzumlu lüzumsuz bir çok şeyi alasım gelir. Bu yüzden cebime olabildiğince kontrollü para alırım. Kredi kartlarımı alışverişe giderken bırakır, ancak en düşük limitlisi ile yola çıkarım.

Yemekten önce, yemekten sonra, yolculuklarda otobüs her mola verdiğinde WC'ye gitmek gibi bir takıntım var. Hatta sınavdan önce tuvalete girmekle girmemek arasında 1-2 not fazla-eksik almışlığım vardır. Üstelik tuvalette son damla takıntımdan hiç söz etmeyeyim. Sırf bu yüzden wc molalarım uzun sürer.

Şeftalinin tüyünden değil ama ele akan suyundan ve ince kılçıklı balıkların (dere balığı) kılçığından dolayı elimden geldiğince yememeye çalışırım.

Herkesten sonra, her şeyi kontrol edip en son uyumak gibi bir takıntım da var. Ben kapatmadıkça hiçbir kapının iyi kapanacağına inanmam. Kontrol takıntısı bir yerden sonra eziyet halini alıyor gerçekten.

Bağımlılıklarımı sayacak olursak.
İçkim sigaram yok ama bilgisayarım var. Pc ve İnternet bağımlısıyım diyebilirim. Cep teli konusunda tam bir beceriksizken klavyede gözüm kapalı üç kişiye laf yetiştirebilirim ve bundan hoşlanırım.

Çikolata bağımlılığım had safhadadır. Çerez yerken olabildiğince az alırım yoksa sonuna kadar bitirmeye çalışmak gibi bir takıntım var. İlaç yerine tansiyonumu çekirdek ve limonlu maden suyu ile dengelediğim, şekerimi çikolata ile ayarladığım doğrudur. Ayrıca pisboğaz sayılabilecek kadar abur, cubura düşkünlüğüm olduğu için maalesef dengesiz beslenirim.

Birşeylere bağlandığımda "b.kunu çıkarana kadar" kullanmak gibi bir takıntım var. Aynı cins ürünleri bıkana kadar tüketirim. Aynı müzikleri peş peşe dinler sonra unuturum. Aşık olmak da bir bağımlılık sayılırsa bu listeye eklenebilir.

Bağımlılıklarımdan uzun soluklu olan biri de yazmak. Düşüncelerimi paylaşmak. Şairin "yazmasaydım ölecektim" dediği gibi ben de çocukluğumdan beri "gece yarısı yorgan altına kağıt kalem almak da dahil" bulduğum her fırsatta bir şeyler karalarım.

Tıpkı şimdi yaptığım gibi...
Ya sizin takıntılarınız, korkularınız, bağımlıklarınız neler acaba?

Not:
Bendeniz şahsen mim olaylarını hiç sevmem ama herkesin mim yazmaktan vazgeçtiği bir zamanda gıcıklık olsun işte size mim sorusu: 
"En az üçer tane korku, takıntı ve bağımlılığınızı, sebeplerini, çözüm çabalarınızı örnekleyerek yazınız?"
Şimdi bizden blog ödülü ya da MiM yazma cezası kazanan kurbanlarımızı tanıyalım:

1- İyi huylu dostumuz Pabuc
2- Yetenekli kardeşimiz Yılmaz Barış
4- Akrep kızı Efsa
5- Sivri dilli blogcumuz Kediye Kafa Atan Psikopat Fare
6- Değerli büyüğümüz Ness
7- Halamız:) Aynur (Küçük Hala)
8- Heytt! kaytan bıyık
9- Özgür mr_lonely
10- ve.... 
KAMİKAZE
Tabi isteyen durumdan vazife çıkarıp, bu daveti üstüne alınabilir ve Mim'i kabullenip yazabilir.

Notun notu: Bu mim'i alıp yazmayan, ve en az üç kişiye daha göndermeyen Bayram'da Cırcır olsun.

İyi ki vaktiyle ölmüşsün be dede

Hiç yorum yok:
Hiç dedem olmadı benim. İyi ki de olmamış, daha doğrusu ben doğmadan iyi ki ikisi de ölmüşler. Çünkü ben ninelerimi çok severdim ve elimde imkan olsa dedelerimi döverdim.

Her ikisi de talihsiz ama benim için, talih olan kadınlardı çünkü ninelerim.

Ninelerimin ellerinde büyüdüm. Anlattıkları öyküleri dinledim. Sonra aklım biraz erdiğinde yaşam hikayelerini, çektikleri sıkıntıları dinleyerek hüzünlendim.

Bir dedem, oldukça varlıklıymış. Bu yüzden de para ya da huzur batmış olmalı ki ikinci bir eş almış. Bu yeni eşe muhabbeti çok fazla olduğundan ve ninemi çok üzdüğünden olsa gerek, bir gün ninem oturduğu yerden kalkamamış.

O günden sonra da ancak ev içinde bastonla gezerken gördüm onu. Hiç evden dışarı çıkmadı ölene kadar. Onu hep elinde bastonu ve Mona Lisa gibi oturuşuyla hatırladım.

Dedeme dair en sevmediğim öykü ise "Ramazan'da sofraya oturup, orucunu açar açmaz bir bahane bulup sofraya bir tekme atar, öbür eşinin yanına koşarmış." Geride kalanlara sofranın zehir olduğunu söylemeye gerek yok tabi. Bu yüzden, babam dedemi uzun yıllar affetmemiş, kabrine bile gitmemişti.

Diğer dedeme ait anneannemin anlattıklarından hatırladığım ise, dedemin biraz yaramaz olan dayımı "köpeğin doğurduğu" diye azarladığı. Hiç hoş bir söylem değil. Dedem eşi ölmüş yaşlı bir adamken, ikinci eş olarak aneannemi almış. Zaten dayım ve son çocuk olarak annem doğduktan sonra,  pek de uzun yaşamamış.

Anneannemin anlattıklarından hatırladığım en kötü anı ise, dedemin ilk eşinden olan oğullarının miras bölünecek diye ninemi öldüresiye dövmeleri neticesinde ninemin hayata ancak yeni kesilmiş bir koyun derisine sarılarak tutunabildiği ve yıllarca sızıntı halinde akan bir yara ile yaşadığı.

Bugünlerde hemen hemen her gün kadın cinayetlerini okuyoruz gazetelerde. İnternette ve diğer sosyal medya ortamlarında vahşet dolu haberleri duymaya alıştık artık.

Çocuğunun, anne babasının yanında, mahallesinde, çarşıda, pazarda öldürülen kadınlar. Zaten cinnet-cinayet öncesinde de o çocukların yanında dövülüyor olmalılar ki kendini erkek sanan insancıklar kadınlarına uluorta şiddet uygulamaktan, hatta çocuklarının gözü önünde öldürmekten kaçınmıyorlar eşlerini.

Herkesin bir öyküsü var. Acı, tatlı. Ama ne yazık ki bu ülkede hala kadın öyküleri daha dramatik, daha hüzün dolu ve hala çok benzer ya da aynı acılarla dolu.

Bir gün düzelmesi umuduyla...
Hiç dedem olmadı benim. İyi ki de olmamış, daha doğrusu ben doğmadan iyi ki ikisi de ölmüşler. Çünkü ben ninelerimi çok severdim ve elimde imkan olsa dedelerimi döverdim.

Her ikisi de talihsiz ama benim için, talih olan kadınlardı çünkü ninelerim.

Ninelerimin ellerinde büyüdüm. Anlattıkları öyküleri dinledim. Sonra aklım biraz erdiğinde yaşam hikayelerini, çektikleri sıkıntıları dinleyerek hüzünlendim.

Bir dedem, oldukça varlıklıymış. Bu yüzden de para ya da huzur batmış olmalı ki ikinci bir eş almış. Bu yeni eşe muhabbeti çok fazla olduğundan ve ninemi çok üzdüğünden olsa gerek, bir gün ninem oturduğu yerden kalkamamış.

O günden sonra da ancak ev içinde bastonla gezerken gördüm onu. Hiç evden dışarı çıkmadı ölene kadar. Onu hep elinde bastonu ve Mona Lisa gibi oturuşuyla hatırladım.

Dedeme dair en sevmediğim öykü ise "Ramazan'da sofraya oturup, orucunu açar açmaz bir bahane bulup sofraya bir tekme atar, öbür eşinin yanına koşarmış." Geride kalanlara sofranın zehir olduğunu söylemeye gerek yok tabi. Bu yüzden, babam dedemi uzun yıllar affetmemiş, kabrine bile gitmemişti.

Diğer dedeme ait anneannemin anlattıklarından hatırladığım ise, dedemin biraz yaramaz olan dayımı "köpeğin doğurduğu" diye azarladığı. Hiç hoş bir söylem değil. Dedem eşi ölmüş yaşlı bir adamken, ikinci eş olarak aneannemi almış. Zaten dayım ve son çocuk olarak annem doğduktan sonra,  pek de uzun yaşamamış.

Anneannemin anlattıklarından hatırladığım en kötü anı ise, dedemin ilk eşinden olan oğullarının miras bölünecek diye ninemi öldüresiye dövmeleri neticesinde ninemin hayata ancak yeni kesilmiş bir koyun derisine sarılarak tutunabildiği ve yıllarca sızıntı halinde akan bir yara ile yaşadığı.

Bugünlerde hemen hemen her gün kadın cinayetlerini okuyoruz gazetelerde. İnternette ve diğer sosyal medya ortamlarında vahşet dolu haberleri duymaya alıştık artık.

Çocuğunun, anne babasının yanında, mahallesinde, çarşıda, pazarda öldürülen kadınlar. Zaten cinnet-cinayet öncesinde de o çocukların yanında dövülüyor olmalılar ki kendini erkek sanan insancıklar kadınlarına uluorta şiddet uygulamaktan, hatta çocuklarının gözü önünde öldürmekten kaçınmıyorlar eşlerini.

Herkesin bir öyküsü var. Acı, tatlı. Ama ne yazık ki bu ülkede hala kadın öyküleri daha dramatik, daha hüzün dolu ve hala çok benzer ya da aynı acılarla dolu.

Bir gün düzelmesi umuduyla...

Oradan öyle gözüküyordur

Hiç yorum yok:
Eski dönemleri eleştirdiğim için iktidarı desteklediğimi düşünen bir çok arkadaşla papaz olmuşluğum vardır. Oysa doğru gördüğünü, bildiğini söylemek başka birşeydir, körü körüne birilerine destek olmak başka birşey. Yalan değil bir kaç arkadaş beni takip listesinden sildi bu yüzden.
Aslında beni sistem eleştirisine iten "yağma hasanın böreği devri" dediğim eski dönemlerde halka yapılan baskılar, özgürlüklerin kısıtlanması, devlet malının yağmalanması ve bazılarının kör bir tutuculuk sergilemeleri ve bu yapılanları savunmalarıydı . 

Beni eleştiren arkadaşlara hep şunu söylerdim. İktidar yanlısı olamam çünkü ben iktidarsızım :p. Neredeyse dünyaya muhalif olarak gelmişiz. Yapılan işleri takdir etsek de insan olarak zaten tam anlamıyla her şeyden memnun olmak yaradılışımıza ters. Çünkü "insan oğlu nankördür." İyi ki de öyledir. Yoksa herşeyle yetinse gelişim, değişim denilen şeyler olmazdı.

 İktidar partisinin "ustalık" dönemi dediği bence bir anlamda hastalık dönemi tüm hızıyla sürüyor. Gerek ülkemizde, gerek çevremizdeki gelişmelerde "büyük devlet numarasına yattığımız" için katkımız büyük. Bütün komşularla hırlaşmaktan dostumuz kalmaması bir yana, iç düşmanımızla barışacağız diye verdiğimiz tavizler bir yana. 

Yine de tüm iyi niyetimle eskiden beri dediğim bir söz: "devlet işleri, bizim gördüğümüz gibi yürümez." diyorum. Her şeyin, özellikle terör, savaş gibi olayların öyle kamuoyunda göründüğü gibi olmadığından neredeyse %100 eminim. Çünkü her ne kadar iletişim çağında gizli bilgi kalmıyor denilse de, sermayesi mermi ve insan olan "savaş"la ilgili atılan adımların öyle, hilesiz, hurdasız, casusluk faaliyetleri, niyet okuma, senaryo, planlamasız yapıldığına inanmıyorum. 

 Bugün yönetimde olanların da, nihayet bu gerçeği gördüğüne inanıyorum. Yine hep dediğim gibi "idealist partilerin iktidar olarak, aşırı uçlarını törpülemeleri gerektiğini öğrenmeleri" iyi bir şeydir. Nitekim belki bir gün "BDP"de iktidar ortağı olarak bu ülkeyi görünenden farklı yönet-e-meyecektir. Çünkü devletler, sizin ne kadar farklı görüşünüz olursa olsun "devlet" gibi yönetilirler. 

"Prof.Dr. İlber Ortaylı'nın Mesut YAR'ın programında dediği gibi "öz evladını işbirlikçi olduğu için işkence ile öldüren Rus Çar'ı da, kardeşlerini ve çocuklarını öldüren padişahlar'da söz konusu "devlet"se "doğru yapmışlardır." Bize bugünkü bakışımızla çok vicdansız, merhametsiz gelse de işin özü malesef budur. Bu yüzden demokrasi şimdilik ulaşılabilmiş en iyi yönetim biçimidir. Buna rağmen ya devlet başa, ya kuzgun leşe denmek zorundadır çoğu zaman. 

Yaşadığımız bu olaylar (artan terör, zamlar, suriye ile savaşın eşiğine gelmemiz, üstü kapalı baskılar) dün olsa, bugün iktidarda olanların neler diyebileceğini tahmin edebiliyoruz hepimiz. Aynı şekilde "yandaş denilen" basının ne tür başlıklar atacağını da.

Ama iktidara gelen herkesin istisnasız dediği gibi "işler  bizim bildiğimiz gibi " yürümüyor. Ya da meşhur fıkrada olduğu gibi, demek ki olaylar oradan öyle gözüküyor...

Suriye krizi nedeniyle güncel not: Savaşmayalım!



Eski dönemleri eleştirdiğim için iktidarı desteklediğimi düşünen bir çok arkadaşla papaz olmuşluğum vardır. Oysa doğru gördüğünü, bildiğini söylemek başka birşeydir, körü körüne birilerine destek olmak başka birşey. Yalan değil bir kaç arkadaş beni takip listesinden sildi bu yüzden.
Aslında beni sistem eleştirisine iten "yağma hasanın böreği devri" dediğim eski dönemlerde halka yapılan baskılar, özgürlüklerin kısıtlanması, devlet malının yağmalanması ve bazılarının kör bir tutuculuk sergilemeleri ve bu yapılanları savunmalarıydı . 

Beni eleştiren arkadaşlara hep şunu söylerdim. İktidar yanlısı olamam çünkü ben iktidarsızım :p. Neredeyse dünyaya muhalif olarak gelmişiz. Yapılan işleri takdir etsek de insan olarak zaten tam anlamıyla her şeyden memnun olmak yaradılışımıza ters. Çünkü "insan oğlu nankördür." İyi ki de öyledir. Yoksa herşeyle yetinse gelişim, değişim denilen şeyler olmazdı.

 İktidar partisinin "ustalık" dönemi dediği bence bir anlamda hastalık dönemi tüm hızıyla sürüyor. Gerek ülkemizde, gerek çevremizdeki gelişmelerde "büyük devlet numarasına yattığımız" için katkımız büyük. Bütün komşularla hırlaşmaktan dostumuz kalmaması bir yana, iç düşmanımızla barışacağız diye verdiğimiz tavizler bir yana. 

Yine de tüm iyi niyetimle eskiden beri dediğim bir söz: "devlet işleri, bizim gördüğümüz gibi yürümez." diyorum. Her şeyin, özellikle terör, savaş gibi olayların öyle kamuoyunda göründüğü gibi olmadığından neredeyse %100 eminim. Çünkü her ne kadar iletişim çağında gizli bilgi kalmıyor denilse de, sermayesi mermi ve insan olan "savaş"la ilgili atılan adımların öyle, hilesiz, hurdasız, casusluk faaliyetleri, niyet okuma, senaryo, planlamasız yapıldığına inanmıyorum. 

 Bugün yönetimde olanların da, nihayet bu gerçeği gördüğüne inanıyorum. Yine hep dediğim gibi "idealist partilerin iktidar olarak, aşırı uçlarını törpülemeleri gerektiğini öğrenmeleri" iyi bir şeydir. Nitekim belki bir gün "BDP"de iktidar ortağı olarak bu ülkeyi görünenden farklı yönet-e-meyecektir. Çünkü devletler, sizin ne kadar farklı görüşünüz olursa olsun "devlet" gibi yönetilirler. 

"Prof.Dr. İlber Ortaylı'nın Mesut YAR'ın programında dediği gibi "öz evladını işbirlikçi olduğu için işkence ile öldüren Rus Çar'ı da, kardeşlerini ve çocuklarını öldüren padişahlar'da söz konusu "devlet"se "doğru yapmışlardır." Bize bugünkü bakışımızla çok vicdansız, merhametsiz gelse de işin özü malesef budur. Bu yüzden demokrasi şimdilik ulaşılabilmiş en iyi yönetim biçimidir. Buna rağmen ya devlet başa, ya kuzgun leşe denmek zorundadır çoğu zaman. 

Yaşadığımız bu olaylar (artan terör, zamlar, suriye ile savaşın eşiğine gelmemiz, üstü kapalı baskılar) dün olsa, bugün iktidarda olanların neler diyebileceğini tahmin edebiliyoruz hepimiz. Aynı şekilde "yandaş denilen" basının ne tür başlıklar atacağını da.

Ama iktidara gelen herkesin istisnasız dediği gibi "işler  bizim bildiğimiz gibi " yürümüyor. Ya da meşhur fıkrada olduğu gibi, demek ki olaylar oradan öyle gözüküyor...

Suriye krizi nedeniyle güncel not: Savaşmayalım!



Gevşeklik

Hiç yorum yok:
"Şemseddin vidaları gevşettin" diye bir tekerleme vardı eskiden. Arkadaşın birini "ti" ye alırken kullanır, o kızarken biz eğlenirdik.

Gevşek insanları severim aslında. Kendim de öyle olduğumdan belki. Her ne kadar tanışmalarda "ciddi" ya da "pısırık" bulunsam da samimiyet kurulduktan sonra "esprili" ve "gevşek" biri olduğum anlaşılır kısa zamanda.

Tabi bu gevşeklik "
sululuk" ya da rahatsız edici olduğunu fark edemeyen insanların gevşekliği gibi değildir. Gevşek olmaktan kasdım argo sözlüğündeki manası ile "ilkesizlik" de değildir.

Ben şahsen samimi sohbetlerde bile uyarmaya gerek kalmadan toparlanır ama bir o kadar da kolayca yeniden cıvıyabilirim. Ne anlatıyorum ki size o kadar. Bilenler bilir işte benim bu halimi.

Aslında ben bürokrat bir ailede yetiştim. Yok yok. Ne annem ne de babam bürokrattı ama evimizin yerleşmiş kuralları vardı, demek istiyorum. Büyüklerden önce çorba kaşıklanmaz. Sofrada diz kaldırılmaz, bağdaş kurulmaz. Yemeğin ortasında "etler" salınsa bile, önünden yenir. Yüksek sesle konuşulmaz. Büyükler hep haklıdır, itiraz edilmez, sözü kesilmez bla bla.

Yazdığımdan çok daha katısını yaşadığım bu kurallara "ipe, ipe" uysam da, içten içe hep isyan etmişimdir. Yine de bugünkü duruma bakıyorum, bu kuralların hiç de fena şeyler olmadığını düşünmeye başlamışım bile. Neden ki?

Çünkü kendinden küçüklerin çenesinden sofrada nefes almaya, iki kelam etmeye zaman kalmıyor. İnsanlar haklı, haksız konuşmayı, hırçınlığı, karşısındaki insanı umarsızca hırpalamayı matah sayıyor. Hatta bazen bunu sevgiye, aşka, sahiplenmeye bağlıyor.

Ya da kendi egosuna kılıf bulup, "ben böyleyim", huyum suyum böyle diyip yırtmayı umuyor. Yani diktatörlükten bıkıp demokrasiyi getirdiğiniz bir iklimde, baskı görenlerin içinden yeni yeni diktatörler çıkmasını engelleyemiyorsunuz.

Evet ben gevşek bir adamım. Neşeli, komik görünmeyi, insanları mutlu etmeyi seven biriyim. Ama bu insanların küstahlaşmasından hoşlandığım, mazoşist olduğum anlamına da gelmiyor. M. Akif'in dediği gibi "kim dedi ki uysal koyunum"

Heyt ulan Monica!
Önünden ye bakim...

"Şemseddin vidaları gevşettin" diye bir tekerleme vardı eskiden. Arkadaşın birini "ti" ye alırken kullanır, o kızarken biz eğlenirdik.

Gevşek insanları severim aslında. Kendim de öyle olduğumdan belki. Her ne kadar tanışmalarda "ciddi" ya da "pısırık" bulunsam da samimiyet kurulduktan sonra "esprili" ve "gevşek" biri olduğum anlaşılır kısa zamanda.

Tabi bu gevşeklik "
sululuk" ya da rahatsız edici olduğunu fark edemeyen insanların gevşekliği gibi değildir. Gevşek olmaktan kasdım argo sözlüğündeki manası ile "ilkesizlik" de değildir.

Ben şahsen samimi sohbetlerde bile uyarmaya gerek kalmadan toparlanır ama bir o kadar da kolayca yeniden cıvıyabilirim. Ne anlatıyorum ki size o kadar. Bilenler bilir işte benim bu halimi.

Aslında ben bürokrat bir ailede yetiştim. Yok yok. Ne annem ne de babam bürokrattı ama evimizin yerleşmiş kuralları vardı, demek istiyorum. Büyüklerden önce çorba kaşıklanmaz. Sofrada diz kaldırılmaz, bağdaş kurulmaz. Yemeğin ortasında "etler" salınsa bile, önünden yenir. Yüksek sesle konuşulmaz. Büyükler hep haklıdır, itiraz edilmez, sözü kesilmez bla bla.

Yazdığımdan çok daha katısını yaşadığım bu kurallara "ipe, ipe" uysam da, içten içe hep isyan etmişimdir. Yine de bugünkü duruma bakıyorum, bu kuralların hiç de fena şeyler olmadığını düşünmeye başlamışım bile. Neden ki?

Çünkü kendinden küçüklerin çenesinden sofrada nefes almaya, iki kelam etmeye zaman kalmıyor. İnsanlar haklı, haksız konuşmayı, hırçınlığı, karşısındaki insanı umarsızca hırpalamayı matah sayıyor. Hatta bazen bunu sevgiye, aşka, sahiplenmeye bağlıyor.

Ya da kendi egosuna kılıf bulup, "ben böyleyim", huyum suyum böyle diyip yırtmayı umuyor. Yani diktatörlükten bıkıp demokrasiyi getirdiğiniz bir iklimde, baskı görenlerin içinden yeni yeni diktatörler çıkmasını engelleyemiyorsunuz.

Evet ben gevşek bir adamım. Neşeli, komik görünmeyi, insanları mutlu etmeyi seven biriyim. Ama bu insanların küstahlaşmasından hoşlandığım, mazoşist olduğum anlamına da gelmiyor. M. Akif'in dediği gibi "kim dedi ki uysal koyunum"

Heyt ulan Monica!
Önünden ye bakim...

Yalanın bünyede kişisel gelişimi - II

Hiç yorum yok:

Yalan ve korku, insan bünyesinde can ciğer kuzu sarması iki arkadaş gibi güçlü bir ilişki içerisindedir. Genelde d".t korkusu" yüzünden yalan söylersiniz ama korktuğunuz şey başınıza da en çok yalan söylediğiniz için gelir.

"_derse geç kaldım diye korkup, geç kağıdı alırken öğretmen sınıfa almadı deyivermiştim müdür yardımcısına. o da teneffüste öğretmeni fırçalamış:) 2.derste fırçayı ben yedim.

_tembih edildiği halde eve ekmek almayı unuttuğumda babam fırça atmasın diye "bakkalda ekmek kalmamış" dediğim gibi... bla bla"

Kısa süre sonra yalan bünyeye o kadar işler ki, neredeyse doğru söylediğiniz her an zarar göreceğinizi düşünürsünüz. "Trafik polisine, vergi memuruna, sevgiliye, eşe dosta" yalan söyler durursunuz.

Bazen de çektiğiniz acılar öyle yüreğinizi sızlatir ki, bir yalana ihtiyaç duyar ve uydurursunuz. Kendinizi kendi yalanlarınızla avutur durursunuz. Mutlu olursunuz. "O da beni çok seviyor" gibi.

Zamanla doğru söylemenin işe yaramadığını ya da bünyenize zarar verdiğini, doğruluk ve aptallığın genelde aynı kapıya çıktığını görünce yalana olan ihtiyacınız daha da artar. "askerlik ve angarya" terimlerinin içeriği bunun sayısız örnekleri ile doludur.

_Ardından yalana bir kutsallık atfedilen "bir aileyi kurtarmak" iki dosta yardımcı olmak, bazı arkadaşların vaziyeti kurtarması adına söylenen yalanlar gelir. Bu belki de en masum biçimidir yalan söylemenin. -"Yenge İbram abi akşam bizdeydi. Sonra halı sahaya maça gittik falan." gibi gibi.

Ne şişi, ne de kebabı yakmak istememektir, bir başka sebep. "Alime gücenmesin halime de" derken, bazen her ikisinin de gücenmesi ile biter macera.

Ancak tüm bunlar bir yana, bir erkek kendisine "bana asla yalan söyleme, ne olursa olsun doğruyu söyle" diyen kadınların kahir ekseriyetine bir kaç kez doğru söyleyip, söylediğine bin pişman olunca tamamlar, yalan konusundaki kişisel gelişimini.

Bana asla yalan söyleme diyen kadınların aslında "bana işime gelen, güzel yalanlar söyle, gerçeği aratmasın" demek istediğini ve yalandan nefret eden kadınların da aslında "yalandan" bir eylem içerisinde olduklarını öğrenir "ufo gören" masum erkeğimiz.

İşin aslı çoğu zaman sizden doğruluk, dürüstlük bekleyenler "gırtlağına kadar" yalanın içerisindedir. Bunu bir şekilde yaşar öğrenir, ondan sonra şu yalan dünyada "gerçeğin peşinden koşmaya pek de değer bir matah olmadığına karar verirsiniz.

 Sonra ne mi olur? Ne olacak sevip, sevildiklerinizle "gül gibi" geçinir gider, yalan dünyada artık işinize geldiğince "dosdoğru" yaşamayı öğrenirsiniz...
Hamiş: "Onlara o kadar çok yalan söylemiştim ki, aklıma artık doğrudan başka söyleyecek bir yalan gelmiyordu" -Prag'da Bahar- filminden

Yalan ve korku, insan bünyesinde can ciğer kuzu sarması iki arkadaş gibi güçlü bir ilişki içerisindedir. Genelde d".t korkusu" yüzünden yalan söylersiniz ama korktuğunuz şey başınıza da en çok yalan söylediğiniz için gelir.

"_derse geç kaldım diye korkup, geç kağıdı alırken öğretmen sınıfa almadı deyivermiştim müdür yardımcısına. o da teneffüste öğretmeni fırçalamış:) 2.derste fırçayı ben yedim.

_tembih edildiği halde eve ekmek almayı unuttuğumda babam fırça atmasın diye "bakkalda ekmek kalmamış" dediğim gibi... bla bla"

Kısa süre sonra yalan bünyeye o kadar işler ki, neredeyse doğru söylediğiniz her an zarar göreceğinizi düşünürsünüz. "Trafik polisine, vergi memuruna, sevgiliye, eşe dosta" yalan söyler durursunuz.

Bazen de çektiğiniz acılar öyle yüreğinizi sızlatir ki, bir yalana ihtiyaç duyar ve uydurursunuz. Kendinizi kendi yalanlarınızla avutur durursunuz. Mutlu olursunuz. "O da beni çok seviyor" gibi.

Zamanla doğru söylemenin işe yaramadığını ya da bünyenize zarar verdiğini, doğruluk ve aptallığın genelde aynı kapıya çıktığını görünce yalana olan ihtiyacınız daha da artar. "askerlik ve angarya" terimlerinin içeriği bunun sayısız örnekleri ile doludur.

_Ardından yalana bir kutsallık atfedilen "bir aileyi kurtarmak" iki dosta yardımcı olmak, bazı arkadaşların vaziyeti kurtarması adına söylenen yalanlar gelir. Bu belki de en masum biçimidir yalan söylemenin. -"Yenge İbram abi akşam bizdeydi. Sonra halı sahaya maça gittik falan." gibi gibi.

Ne şişi, ne de kebabı yakmak istememektir, bir başka sebep. "Alime gücenmesin halime de" derken, bazen her ikisinin de gücenmesi ile biter macera.

Ancak tüm bunlar bir yana, bir erkek kendisine "bana asla yalan söyleme, ne olursa olsun doğruyu söyle" diyen kadınların kahir ekseriyetine bir kaç kez doğru söyleyip, söylediğine bin pişman olunca tamamlar, yalan konusundaki kişisel gelişimini.

Bana asla yalan söyleme diyen kadınların aslında "bana işime gelen, güzel yalanlar söyle, gerçeği aratmasın" demek istediğini ve yalandan nefret eden kadınların da aslında "yalandan" bir eylem içerisinde olduklarını öğrenir "ufo gören" masum erkeğimiz.

İşin aslı çoğu zaman sizden doğruluk, dürüstlük bekleyenler "gırtlağına kadar" yalanın içerisindedir. Bunu bir şekilde yaşar öğrenir, ondan sonra şu yalan dünyada "gerçeğin peşinden koşmaya pek de değer bir matah olmadığına karar verirsiniz.

 Sonra ne mi olur? Ne olacak sevip, sevildiklerinizle "gül gibi" geçinir gider, yalan dünyada artık işinize geldiğince "dosdoğru" yaşamayı öğrenirsiniz...
Hamiş: "Onlara o kadar çok yalan söylemiştim ki, aklıma artık doğrudan başka söyleyecek bir yalan gelmiyordu" -Prag'da Bahar- filminden

Yalanın bünyede kişisel gelişimi - I

Hiç yorum yok:
İlk ne zaman yalan söylediğimi hatırlamaya çalışıyorum.

Sanırım küçükken yatağı ıslatıp durduğum zamanlardı. Annemin sabrının tükenip "bir daha yatağa işersen yakarım onu" dediği günlerde "şeyi" kurtarmak için sabah "anne daha uykum var yeaaa" diyerek çarşafın kurumasını beklediğim zamanlardı yalanla ilk tanışmam.

Demek ki neymiş ; "En değerli hazinenden mahrum kalma korkusu" insanı yalana iten başlıca sebepmiş.

Pek kronolojik gitmese de annemin bakkala ekmek almak için camdan attığı kağıt paranın asma yaprakları arasında kayboluk gittiği gün de ikinci yalan söyleyişim olsa gerek. Daha doğrusu ne hikmettir bilmem o para iki kat yukarıdaki pencerenin camından aşağı hiç inmedi ve ben ne kadar arasam da hiç bulamadım ama annem hep o parayı iç ettiğime inandı. Ben de sonunda karakol tipi baskılara dayanamayıp "iç ettiğimi" itiraf ettim. 

Demek ki neymiş ; "doğru söylemek işe yaramadığı zamanlarda" yalan bir kurtuluş reçetesiymiş. Ben o gün bugün ilk sorulduğunda doğruyu söylerim insanlara ona inanmazlarsa ki inanmazlar; "artık istediğim kadar" yalan söyleyebilirim.

İlkokulda zengin arkadaşlar okula bir ton harçlıkla gelip, ona buna hediyeler alarak karizma yaptığında kızlara duyulan eziklik duygusunu bastırmak için babamın cebine daldığımı hatırlıyorum. Ancak şanslıymışım ki o gün, o cepte para sayılı bir miktarmış ve saçıp savurup, kızlara hediye almama rağmen harcayamadığım o paranın (üstünü saklayacak yer de bulamadığımdan) bir kaç tokatta yakayı ele vermişim. Yoksa bugünlerde profesyonel bir "hırsız" olmak işten değil di belki de. Bir de dua ettiğim o gün "dergi parası" yalanımın iyi ki doğru olmadığı. Yoksa doğru söyleyip, sopa yemek bünyede tahribata yol açabilirdi.

Demek ki neymiş; "zor oyunu bozar, insan sopayı yediğinde doğruyu bulur ya da en yakın yalanı doğru kabulleniverirmiş."

Çamaşırın kalmadı körolmayasıca, "bu gün de okula kilotsuz git bakalım" denilip, beyaz sünnet pantalonuyla okula gittiğinde "Şşi.. İbram senin içinde don mu yok? " diyen kız arkadaşına "Ne alaka kızım, süper ince kilot bu, İzmir'den hediye geldi" yersen, numarasını çekip ondan sonra teneffüslere çıkmadan, sıradan kalkmadan günü bitirdiğinde; yalanını sağlam kazığa bağlamak gerektiğini öğreniyor insan.



Demek ki neymiş; "insanın içi görünecek kadar şeffafsa, yalan söylememeliymiş. Ya da içini veya kıçını örtecek güzel yalanlar bulabilmeliymiş."

Yine günlerden bir gün okulda sigara içen çocuklar yakalanıp tahtaya dizildiğinde, "İbram'da aramızdaydı" o niye sopa yemiyor diye sorulduğunda canla başla "-Hayııııır İbram yoktu" diyen kızların gazı ile "Ben içmedim Örtmenim!" desem de dişimin arkasındaki "sarı leke"yi gizleyemediğimden yediğim sopa ile gerçeği bulmuştum. 

Demek ki "Kızlar için yalan söylenir miş" Hele onlar motive ederse insan bülbül gibi yalan söyleyebilirmiş. Ancak ayak izleri ve "sarı leke"leri gizlemek pek mümkün olmayabilirmiş.

Sevgili takıldığın kız ortaokulda seni ekip üst sınıflarla çıkmaya başladığında yutkunarak "biz ayrıldık yeaa" demek zorunda kalınabiliyor. Nispet olsun diye alelacele bulduğun kara kuru bir kız arkadaşla çıkıp, "Sevim çok daha güzel oluumm" diyebiliyorsun. Yalanına kargalar bile gülse de, insan o acıyı ve ezikliği üstünden atabilmek için buna kendini inandırmak istiyor..

Demek ki "eziklik duygusu" insanı yalana itebilirmiş. Yalan biraz da, güzeli çirkin, çirkini güzel gösterebilmekmiş.

Duygusal bir çocuk olduğumu ve iyi kompozisyonlar yazdığımı keşfettiğimde; "Başınızdan geçen ilginç bir anı" konu başlıklı ödeve, "Yeşilçam" filmlerini aratmayacak bir senaryo ile cevap vermiştim. Öyle beğenilmişti ki; ödevim ve ben bütün okulda sınıf sınıf gezdirilip, bunu okumam istenmişti.  Bu erken ulaşılmış şöhret, beni daha güzel yalanlarla kurgulanmış öyküler yazmaya itmişti. Öyle ki, "bu yalan kompozisyonu nasıl yazdığımı anlatan" bir başka kompozisyon bu kez Lise'de aynı ilgiyi görerek beni bile şaşırtmıştı.

Demek ki "yalan sanat içindir" denilebilirmiş. İnsan yalan söyleyip durdukça, yüzü yırtılıp, kendini "sanatçı" gibi hissedebilirmiş.

                                                                                                                                                SÜRECEK
İlk ne zaman yalan söylediğimi hatırlamaya çalışıyorum.

Sanırım küçükken yatağı ıslatıp durduğum zamanlardı. Annemin sabrının tükenip "bir daha yatağa işersen yakarım onu" dediği günlerde "şeyi" kurtarmak için sabah "anne daha uykum var yeaaa" diyerek çarşafın kurumasını beklediğim zamanlardı yalanla ilk tanışmam.

Demek ki neymiş ; "En değerli hazinenden mahrum kalma korkusu" insanı yalana iten başlıca sebepmiş.

Pek kronolojik gitmese de annemin bakkala ekmek almak için camdan attığı kağıt paranın asma yaprakları arasında kayboluk gittiği gün de ikinci yalan söyleyişim olsa gerek. Daha doğrusu ne hikmettir bilmem o para iki kat yukarıdaki pencerenin camından aşağı hiç inmedi ve ben ne kadar arasam da hiç bulamadım ama annem hep o parayı iç ettiğime inandı. Ben de sonunda karakol tipi baskılara dayanamayıp "iç ettiğimi" itiraf ettim. 

Demek ki neymiş ; "doğru söylemek işe yaramadığı zamanlarda" yalan bir kurtuluş reçetesiymiş. Ben o gün bugün ilk sorulduğunda doğruyu söylerim insanlara ona inanmazlarsa ki inanmazlar; "artık istediğim kadar" yalan söyleyebilirim.

İlkokulda zengin arkadaşlar okula bir ton harçlıkla gelip, ona buna hediyeler alarak karizma yaptığında kızlara duyulan eziklik duygusunu bastırmak için babamın cebine daldığımı hatırlıyorum. Ancak şanslıymışım ki o gün, o cepte para sayılı bir miktarmış ve saçıp savurup, kızlara hediye almama rağmen harcayamadığım o paranın (üstünü saklayacak yer de bulamadığımdan) bir kaç tokatta yakayı ele vermişim. Yoksa bugünlerde profesyonel bir "hırsız" olmak işten değil di belki de. Bir de dua ettiğim o gün "dergi parası" yalanımın iyi ki doğru olmadığı. Yoksa doğru söyleyip, sopa yemek bünyede tahribata yol açabilirdi.

Demek ki neymiş; "zor oyunu bozar, insan sopayı yediğinde doğruyu bulur ya da en yakın yalanı doğru kabulleniverirmiş."

Çamaşırın kalmadı körolmayasıca, "bu gün de okula kilotsuz git bakalım" denilip, beyaz sünnet pantalonuyla okula gittiğinde "Şşi.. İbram senin içinde don mu yok? " diyen kız arkadaşına "Ne alaka kızım, süper ince kilot bu, İzmir'den hediye geldi" yersen, numarasını çekip ondan sonra teneffüslere çıkmadan, sıradan kalkmadan günü bitirdiğinde; yalanını sağlam kazığa bağlamak gerektiğini öğreniyor insan.



Demek ki neymiş; "insanın içi görünecek kadar şeffafsa, yalan söylememeliymiş. Ya da içini veya kıçını örtecek güzel yalanlar bulabilmeliymiş."

Yine günlerden bir gün okulda sigara içen çocuklar yakalanıp tahtaya dizildiğinde, "İbram'da aramızdaydı" o niye sopa yemiyor diye sorulduğunda canla başla "-Hayııııır İbram yoktu" diyen kızların gazı ile "Ben içmedim Örtmenim!" desem de dişimin arkasındaki "sarı leke"yi gizleyemediğimden yediğim sopa ile gerçeği bulmuştum. 

Demek ki "Kızlar için yalan söylenir miş" Hele onlar motive ederse insan bülbül gibi yalan söyleyebilirmiş. Ancak ayak izleri ve "sarı leke"leri gizlemek pek mümkün olmayabilirmiş.

Sevgili takıldığın kız ortaokulda seni ekip üst sınıflarla çıkmaya başladığında yutkunarak "biz ayrıldık yeaa" demek zorunda kalınabiliyor. Nispet olsun diye alelacele bulduğun kara kuru bir kız arkadaşla çıkıp, "Sevim çok daha güzel oluumm" diyebiliyorsun. Yalanına kargalar bile gülse de, insan o acıyı ve ezikliği üstünden atabilmek için buna kendini inandırmak istiyor..

Demek ki "eziklik duygusu" insanı yalana itebilirmiş. Yalan biraz da, güzeli çirkin, çirkini güzel gösterebilmekmiş.

Duygusal bir çocuk olduğumu ve iyi kompozisyonlar yazdığımı keşfettiğimde; "Başınızdan geçen ilginç bir anı" konu başlıklı ödeve, "Yeşilçam" filmlerini aratmayacak bir senaryo ile cevap vermiştim. Öyle beğenilmişti ki; ödevim ve ben bütün okulda sınıf sınıf gezdirilip, bunu okumam istenmişti.  Bu erken ulaşılmış şöhret, beni daha güzel yalanlarla kurgulanmış öyküler yazmaya itmişti. Öyle ki, "bu yalan kompozisyonu nasıl yazdığımı anlatan" bir başka kompozisyon bu kez Lise'de aynı ilgiyi görerek beni bile şaşırtmıştı.

Demek ki "yalan sanat içindir" denilebilirmiş. İnsan yalan söyleyip durdukça, yüzü yırtılıp, kendini "sanatçı" gibi hissedebilirmiş.

                                                                                                                                                SÜRECEK

Ne gülüyon ooolum?

Hiç yorum yok:
Ulan oğlum memlekette bir sürü dert var sen oturmuş komik blog yazısı yazıyosun. Vatana ihanet sayılabilir bu durum. Hain misin nesin? der diye sayın Baştanbakan! yazmayalım mı? Yok öyle olmadı durum o kadar gerilimli ve kırılgan hale geldi ki ülke gündemi gülmeyi unuttuk resmen.

Mizah dergileri kan kaybetti, mizah programları neredeyse yok sayılır. Asık suratlı bir millet olduk yani bir süredir. Gak denince azarlanan, guk diyince yuhalanan bir milletin evlatları olarak bunu haliyle bize biz ya da sevgili büyüklerimiz yaptı.

Tamam bir çok sıkıntı ile birlikte yaşıyoruz ama hayat devam ediyor ve bizler,  gülmek değilse de gülümsemek zorundayız. Sakin olalım biraz, gevşeyelim. Haydi hep birlikte... Relax


Ulan oğlum memlekette bir sürü dert var sen oturmuş komik blog yazısı yazıyosun. Vatana ihanet sayılabilir bu durum. Hain misin nesin? der diye sayın Baştanbakan! yazmayalım mı? Yok öyle olmadı durum o kadar gerilimli ve kırılgan hale geldi ki ülke gündemi gülmeyi unuttuk resmen.

Mizah dergileri kan kaybetti, mizah programları neredeyse yok sayılır. Asık suratlı bir millet olduk yani bir süredir. Gak denince azarlanan, guk diyince yuhalanan bir milletin evlatları olarak bunu haliyle bize biz ya da sevgili büyüklerimiz yaptı.

Tamam bir çok sıkıntı ile birlikte yaşıyoruz ama hayat devam ediyor ve bizler,  gülmek değilse de gülümsemek zorundayız. Sakin olalım biraz, gevşeyelim. Haydi hep birlikte... Relax


Ölmeye geldik ya zaten

Hiç yorum yok:

  

Gel de neşeli bir yazı yaz. 
Bir süredir içimizi gam kasavet kapladı. Gündem nası olduysa birden bire öyle değişti ki. Ne eğlence, sanat, ne ekonomi, borsa, döviz, ne de spor'un tadı tuzu kaldı.

   Birden bire terör ve üçüncü sayfa haberleri ülke gündemini belirler oldu. 2012 yılı ülkemizde insanların tam anlamıyla kim vurduya gittiği bir yıl oldu. Şehit haberleri her gün yürekleri dağlarken; yağmur yağdı, sel oldu TOKİ konutlarını bastı insanlar boğularak öldü. Askeri cephanelikte el bombası patladı, cephanelik havaya uçtu, 25 can öldü gitti.

   Toplum siyasilerin elinden ve dilinden dolayı gerildikçe gerildi. Muhalefet ağzını açamaz oldu. Açsa da "hainin önde gideni" ilan edildi. İktidar sahipleri güç neredeyse tamamen ellerinde olmasına rağmen, yönetimde bocalamaya başladılar. 

Kendilerini eleştiren kişi aynı siyasi düşüncede bile olsa en ufak eleştiri getireni azarlamaktan, müfteri ya da hain ilan etmekten geri durmadılar. Ama sorunlar bu yolla da çözülmedi.Ustalık dönemi ne yazık ki "hastalık" dönemine dönüştü.

   Komşularla sıfır sorun politikası ise malum olduğu üzere çöpe gitti. Komşu ülkelerin neredeyse hepsi ile kavgalı hale geldiğimiz için "sıfır komşu" gibi bir sorunumuz oldu. Adı üstünde zaten konu komşuyla iyi geçinir insan. Yapamadık, olmadı. Neredeyse herkesle takışarak, hepsini karşımızda birleştirdik.

  Üçüncü sayfa haberlerinde "kadın cinayetleri" ve "sübyan tacizleri-tecavüzleri" aldı başını gitti. Basın olayları abarttı diye mazeret uydurmanın bir kolayını bulsak da işin aslı öyle olmadı. Suç işlemekten ve cezasından çekinmeden birileri meydanı boş bulup gemi azıya aldı, sapıttılar iyice sanki...

   Sosyal medya ise, tuhaf bir mecra olarak hayatını sürdürüyor. Ünlüler twitter'de hayranları ile iletişim kurar, kimileri aforizma yumurtlarken, Facebook'ta yaşayan bir takım insanlar ise gruplaşmalar ve birbirine saldırmalar, hakaret etmeler, asparagas haberler, feyk hesaplarla gündem oluşturulmaya çalışıyor.

Yani buralar eskiden hep dutluktu ama noldu, naptıksa hayatın tadını tuzunu kaçırdık biraz sanki. Bunda toplumda yaşanan kutuplaşmanın, siyasiler arasındaki sert sözlerin ve terör olaylarının çok önemli bir katkısı olduğu aşikar.


Oysa bir insan ne zorluklarla dünyaya geliyor.  Nasıl büyüyüp, nasıl binbir güçlükle yetişiyor. "Trafikte hatalı solladı kaza yaptı öldü. Teroristti, ıslah olmadı öldü. Güvenlik gücüydü, askerdi, polisti şehit edildi. Kadın'dı şiddet gördü, evden kaçtı, öldürüldü. Çocuktu tacize ve tecavüze uğradı öldürüldü." 


Birbirimizle savaşmak ve öldürmek için ne çok sebebimiz var. Ne kolayca elimiz tetiğe gidiyor. Oysa hayat çok güzel. Esas olan yaşamak. Yazık değil mi bize ey insanlar?



-- Bu güne kadar  dünyada savaşarak çözülmüş hiç bir sorun yok. Lütfen bir de sevişerek deneyin... 

  

Gel de neşeli bir yazı yaz. 
Bir süredir içimizi gam kasavet kapladı. Gündem nası olduysa birden bire öyle değişti ki. Ne eğlence, sanat, ne ekonomi, borsa, döviz, ne de spor'un tadı tuzu kaldı.

   Birden bire terör ve üçüncü sayfa haberleri ülke gündemini belirler oldu. 2012 yılı ülkemizde insanların tam anlamıyla kim vurduya gittiği bir yıl oldu. Şehit haberleri her gün yürekleri dağlarken; yağmur yağdı, sel oldu TOKİ konutlarını bastı insanlar boğularak öldü. Askeri cephanelikte el bombası patladı, cephanelik havaya uçtu, 25 can öldü gitti.

   Toplum siyasilerin elinden ve dilinden dolayı gerildikçe gerildi. Muhalefet ağzını açamaz oldu. Açsa da "hainin önde gideni" ilan edildi. İktidar sahipleri güç neredeyse tamamen ellerinde olmasına rağmen, yönetimde bocalamaya başladılar. 

Kendilerini eleştiren kişi aynı siyasi düşüncede bile olsa en ufak eleştiri getireni azarlamaktan, müfteri ya da hain ilan etmekten geri durmadılar. Ama sorunlar bu yolla da çözülmedi.Ustalık dönemi ne yazık ki "hastalık" dönemine dönüştü.

   Komşularla sıfır sorun politikası ise malum olduğu üzere çöpe gitti. Komşu ülkelerin neredeyse hepsi ile kavgalı hale geldiğimiz için "sıfır komşu" gibi bir sorunumuz oldu. Adı üstünde zaten konu komşuyla iyi geçinir insan. Yapamadık, olmadı. Neredeyse herkesle takışarak, hepsini karşımızda birleştirdik.

  Üçüncü sayfa haberlerinde "kadın cinayetleri" ve "sübyan tacizleri-tecavüzleri" aldı başını gitti. Basın olayları abarttı diye mazeret uydurmanın bir kolayını bulsak da işin aslı öyle olmadı. Suç işlemekten ve cezasından çekinmeden birileri meydanı boş bulup gemi azıya aldı, sapıttılar iyice sanki...

   Sosyal medya ise, tuhaf bir mecra olarak hayatını sürdürüyor. Ünlüler twitter'de hayranları ile iletişim kurar, kimileri aforizma yumurtlarken, Facebook'ta yaşayan bir takım insanlar ise gruplaşmalar ve birbirine saldırmalar, hakaret etmeler, asparagas haberler, feyk hesaplarla gündem oluşturulmaya çalışıyor.

Yani buralar eskiden hep dutluktu ama noldu, naptıksa hayatın tadını tuzunu kaçırdık biraz sanki. Bunda toplumda yaşanan kutuplaşmanın, siyasiler arasındaki sert sözlerin ve terör olaylarının çok önemli bir katkısı olduğu aşikar.


Oysa bir insan ne zorluklarla dünyaya geliyor.  Nasıl büyüyüp, nasıl binbir güçlükle yetişiyor. "Trafikte hatalı solladı kaza yaptı öldü. Teroristti, ıslah olmadı öldü. Güvenlik gücüydü, askerdi, polisti şehit edildi. Kadın'dı şiddet gördü, evden kaçtı, öldürüldü. Çocuktu tacize ve tecavüze uğradı öldürüldü." 


Birbirimizle savaşmak ve öldürmek için ne çok sebebimiz var. Ne kolayca elimiz tetiğe gidiyor. Oysa hayat çok güzel. Esas olan yaşamak. Yazık değil mi bize ey insanlar?



-- Bu güne kadar  dünyada savaşarak çözülmüş hiç bir sorun yok. Lütfen bir de sevişerek deneyin... 

Facebooktan işler

Hiç yorum yok:
Bloggerin yasaklanması ile başladı herşey. Önce insanların hevesi kursağında kaldı. Ardından iştahları kesilip gitti. Sonra Facebook ve Twitter hızla yayıldı ve blog yazıp çizen insanlar birden sosyal medya canavarı oldular.

Uzun süre dirensem de sonunda sürüye ben de katıldım. Gel gör ki her an online olmaya, her an aforizma yumurtlamaya çalışmak yorucu ve insanı tüketen bir durum. Üstelik yazıp çizdiklerinizin su üstüne yazı yazmaktan pek farkı olmuyor.

Hal böyle olunca, dönüp dolaşıp kürkçü dükkanına dönmek en güzeli dedim. Kısa ve öz de olsa blogda birşeyler yazıp çizmeli ve olabildiğince Facebooktan ortamlardan uzak durmalı.

Sizi bilmem ama iletişimin bu denli hızlı olduğu ortamlar benim bünyede ters etki yapıyor. İşten güçten kalmak da işin cabası.

Tekrar buralarda paylaşımdayım...
Bloggerin yasaklanması ile başladı herşey. Önce insanların hevesi kursağında kaldı. Ardından iştahları kesilip gitti. Sonra Facebook ve Twitter hızla yayıldı ve blog yazıp çizen insanlar birden sosyal medya canavarı oldular.

Uzun süre dirensem de sonunda sürüye ben de katıldım. Gel gör ki her an online olmaya, her an aforizma yumurtlamaya çalışmak yorucu ve insanı tüketen bir durum. Üstelik yazıp çizdiklerinizin su üstüne yazı yazmaktan pek farkı olmuyor.

Hal böyle olunca, dönüp dolaşıp kürkçü dükkanına dönmek en güzeli dedim. Kısa ve öz de olsa blogda birşeyler yazıp çizmeli ve olabildiğince Facebooktan ortamlardan uzak durmalı.

Sizi bilmem ama iletişimin bu denli hızlı olduğu ortamlar benim bünyede ters etki yapıyor. İşten güçten kalmak da işin cabası.

Tekrar buralarda paylaşımdayım...

Bakın daha neler neler oldu

Hiç yorum yok:

Uzun süredir blog yazısı yazmıyorum. Bir çok blogger'de öyle sanırım. Arada bir günlük modunda blog tutan arkadaşları saymazsak durum bu. Ya vaktiyle çok yazdım ya da sosyal medya, Facebook şeysinde hergün aforizma yumurtlamaktan vakit bulamıyorum.

Bakın neler oldu geçen süre zarfında. Ülke gündemi malum. Bi adamı üstüste 3-5kere seçersen ister istemez kendisi ve çevresi havalanıyor. Kendi havası başımızın üstüne bir yere kadar da, iktidara oy veren %51 seçmenin hepsi sen benim kim olduğumu biliyor musun havasına girerse iyi olmuyor be abi. Demokrasi bu değil sanki. (buraya gündem de hoşunuza gitmeyen gelişmeleri ekleyebilirsiniz)


Başka neler mi oldu, siz onları biliyorsunuz. Aziz YILDIRIM hüküm giymeden hapis yattı, hüküm giydi suçlu bulunduğu halde serbest kaldı falan filan. Tabi biz bu işten birşey anlamadık bir Fenerbahçe'li olarak bile. Milletvekilleri hala içerde, yasama dönemini orda kapatacaklar sanırım ama iyi tarafı maaşlar çalışacak sanki. Öte yandan PKK'ya pembe gözlüklerle bakanlarda malum örgütün "kan" kırmızısına meraklı olduğunu görmüşlerdir sanırım. Ha bir de uçağımız düşürüldü Suriye tarafından. Ancak üstüste gelen çelişkili haberlerden biz yine ne olduğunu anlayamadık. Neyse her zamanki gibi Vatan Sağolsun.



Sonra beklenen sıcaklar geldi. Hem de bayağı iyi geldi hani. 48derece ve üstü rekorlara imza atarak. Haliyle donuyoruz nidalarının yerini yanıyoruz türünde şikayetler aldı ama yine de keyfi yerinde olanlar sosyal medya da "uzanmışım kumsala" tarzı görüntülerini paylaşmaya devam ettiler. Bu arada ben de tatile giden bir kaç arkadaşın angaryasına katlanınca dünyanın en zor işinin hatır gönül için "zoraki yapılan işler" olduğunu öğrendim.

Özgürlük kavramının da içi boşaltıldı ya da değişti. Bir zamanlar amerikan kotu ile solculuk yapma geleneğinin yerini "özgürlük=alkol" tarzı söylemler aldı. Özgür kalmak istiyorsan "birana sahip çık" türü söylemler, One Love gençlik festivali dolayısıyla bolca dile getirildi. Artık günümüzün özgürlük söylemleri, "alkol", "etnik ayrımcılık" ve bir de "cezaevindeki ergenekoncular"la sınırlı. Hani benim ekmeğim anne...

İşler güçler dersen, hiçbir zaman yandaş olmayı beceremediğimizden bu devirde de çok değişen birşey olmadı. Gerçi genel anlamda iyiye gidiş trendinden etkilendik ve biraz toparlandık ama hala delik büyük, yara derin. Bir iletimde dediğim gibi "Mutlu mesut yaşayıp gidiyorduk, sonra geldi bankanın biri kredi kartı verdi."Gerçekten de bankacılık ve iletişim sektörü sütün kaymağını yerken, bizim de iliğimizi kemiğimizi sömürüyor...

Derken Ramazan'da geliverdi. Ruhu ve bedeni yenileme mevsimi. Hayatın alışılagelmiş düzeni ya da düzensizliğine bir nefeslik ara verme zamanı. Umarım bunu isteyen herkes başarır ve gönlünce bir Ramazan geçirir. Benim de balkonu biraz küçültme şansım olur. Her ne kadar erkeğin ve marulun göbeklisi makbul dense de, bir yerden sonra iyi olmuyor. Hazır bakanlıkta sigaradan sonra, göbeğe de savaş açmışken bu fırsatı değerlendirmeli.

Bu aralar canım çok sıkılır oldu. Kendim de dahil herşeyden çabucak bıkar oldum. Sanırım havalardan. Artık çalışmak istemiyorum. Tatile çıkasım var. Ramazan gelmeden bayram hesabı yapar oldum. İhtiyarladım ya ondan. Biraz klavyeyi fareyi bırakıp, çapayı tırmığı ele alarak tarla bahçe ile uğraşmalı. Toprağa yaklaştıkça, toprağa basarak hem stresi azaltmalı, hem de havasına girmeli gidişlerin...

İşte öyle....

Not: Siminya dostumuz da kitap bastırdı. Alın okuyun. Fırsat bu fırsat.

Uzun süredir blog yazısı yazmıyorum. Bir çok blogger'de öyle sanırım. Arada bir günlük modunda blog tutan arkadaşları saymazsak durum bu. Ya vaktiyle çok yazdım ya da sosyal medya, Facebook şeysinde hergün aforizma yumurtlamaktan vakit bulamıyorum.

Bakın neler oldu geçen süre zarfında. Ülke gündemi malum. Bi adamı üstüste 3-5kere seçersen ister istemez kendisi ve çevresi havalanıyor. Kendi havası başımızın üstüne bir yere kadar da, iktidara oy veren %51 seçmenin hepsi sen benim kim olduğumu biliyor musun havasına girerse iyi olmuyor be abi. Demokrasi bu değil sanki. (buraya gündem de hoşunuza gitmeyen gelişmeleri ekleyebilirsiniz)


Başka neler mi oldu, siz onları biliyorsunuz. Aziz YILDIRIM hüküm giymeden hapis yattı, hüküm giydi suçlu bulunduğu halde serbest kaldı falan filan. Tabi biz bu işten birşey anlamadık bir Fenerbahçe'li olarak bile. Milletvekilleri hala içerde, yasama dönemini orda kapatacaklar sanırım ama iyi tarafı maaşlar çalışacak sanki. Öte yandan PKK'ya pembe gözlüklerle bakanlarda malum örgütün "kan" kırmızısına meraklı olduğunu görmüşlerdir sanırım. Ha bir de uçağımız düşürüldü Suriye tarafından. Ancak üstüste gelen çelişkili haberlerden biz yine ne olduğunu anlayamadık. Neyse her zamanki gibi Vatan Sağolsun.



Sonra beklenen sıcaklar geldi. Hem de bayağı iyi geldi hani. 48derece ve üstü rekorlara imza atarak. Haliyle donuyoruz nidalarının yerini yanıyoruz türünde şikayetler aldı ama yine de keyfi yerinde olanlar sosyal medya da "uzanmışım kumsala" tarzı görüntülerini paylaşmaya devam ettiler. Bu arada ben de tatile giden bir kaç arkadaşın angaryasına katlanınca dünyanın en zor işinin hatır gönül için "zoraki yapılan işler" olduğunu öğrendim.

Özgürlük kavramının da içi boşaltıldı ya da değişti. Bir zamanlar amerikan kotu ile solculuk yapma geleneğinin yerini "özgürlük=alkol" tarzı söylemler aldı. Özgür kalmak istiyorsan "birana sahip çık" türü söylemler, One Love gençlik festivali dolayısıyla bolca dile getirildi. Artık günümüzün özgürlük söylemleri, "alkol", "etnik ayrımcılık" ve bir de "cezaevindeki ergenekoncular"la sınırlı. Hani benim ekmeğim anne...

İşler güçler dersen, hiçbir zaman yandaş olmayı beceremediğimizden bu devirde de çok değişen birşey olmadı. Gerçi genel anlamda iyiye gidiş trendinden etkilendik ve biraz toparlandık ama hala delik büyük, yara derin. Bir iletimde dediğim gibi "Mutlu mesut yaşayıp gidiyorduk, sonra geldi bankanın biri kredi kartı verdi."Gerçekten de bankacılık ve iletişim sektörü sütün kaymağını yerken, bizim de iliğimizi kemiğimizi sömürüyor...

Derken Ramazan'da geliverdi. Ruhu ve bedeni yenileme mevsimi. Hayatın alışılagelmiş düzeni ya da düzensizliğine bir nefeslik ara verme zamanı. Umarım bunu isteyen herkes başarır ve gönlünce bir Ramazan geçirir. Benim de balkonu biraz küçültme şansım olur. Her ne kadar erkeğin ve marulun göbeklisi makbul dense de, bir yerden sonra iyi olmuyor. Hazır bakanlıkta sigaradan sonra, göbeğe de savaş açmışken bu fırsatı değerlendirmeli.

Bu aralar canım çok sıkılır oldu. Kendim de dahil herşeyden çabucak bıkar oldum. Sanırım havalardan. Artık çalışmak istemiyorum. Tatile çıkasım var. Ramazan gelmeden bayram hesabı yapar oldum. İhtiyarladım ya ondan. Biraz klavyeyi fareyi bırakıp, çapayı tırmığı ele alarak tarla bahçe ile uğraşmalı. Toprağa yaklaştıkça, toprağa basarak hem stresi azaltmalı, hem de havasına girmeli gidişlerin...

İşte öyle....

Not: Siminya dostumuz da kitap bastırdı. Alın okuyun. Fırsat bu fırsat.