Birkaç Blog Hikayesi

Buralar eskiden hep dutluktu. Sonra taze çiçeğe konan kelebekler gibi, gelenler bir üşüştüler ki; sorma gitsin.
Tabi her güzel şeyin sonu geldiği gibi, gidenler gitti, kalan sağlarla artık burada başbaşayız. Neler yazmışız, çizmişiz haydi birlikte okuyalım. Bakalım neler varmış...

tio yazar

Bugünkü şansınız :

şiir sorgusu için yayınlar alaka düzeyine göre sıralanmış olarak gösteriliyor. Tarihe göre sırala Tüm yayınları göster
şiir sorgusu için yayınlar alaka düzeyine göre sıralanmış olarak gösteriliyor. Tarihe göre sırala Tüm yayınları göster

Ben eskiden -2 / Hatıra defterimden

Hiç yorum yok:


Ben eskiden kalpten kalbe bir yol olduğuna inanırdım. Kalp bağının da fiziksel bir şey olabileceğini düşünürdüm.
B
en eskiden sol ayağımı ve sol elimi çok iyi kullanırdım. Hala sol elim iyi bıçak tutar ve fareyi iki elimle kullanırım.
Ben eskiden kâğıt ve kalemimle yatağa girer, karanlıkta şiirler yazardım.
B
en eskiden ve hala sabahları çok pis rüya görürüm. Bir saate yakın sürer neredeyse dizi film gibi. Bu yüzden işe hep geç kalırım ve kimse rüyalarımı dinlemek istemez.
B
en eskiden şiir yazmayı babamın hatıra defterini okurken keşfettim. Hiç konuşmadık bu konuyu ama rahmetli de şiir yazarmış.
B
en eskiden ortaokulda çöp adamlar çizerdim defterime ve çöp kadınlar. Üstelik muzır içerikte. Tao mu biliyorduk azizim.
B
en eskiden her dersin defter kapağına o derse özel şiirler yazardım. Üstelik hepsi ölümle biterdi ne hikmetse. Matematik hocam "matematiğin ruhuna Fatiha" okumuşsun demişti şiiri okuyunca.
B
en eskiden wc'den sonra sınava girersem 1 not daha yüksek alırdım. Bu yüzden ders çalışmak yerine kesme şeker ve wc deneyimlerimle +1 puan almışımdır her yazılıdan...
B
en eskiden tüm dünyanın konuşacağı ortak bir dil hayali kurardım. Bir de su ile çalışan otomobiller çizmiştim defterime. Buluş Bill olacak adammışım hakkımı yemişler.
B
en eskiden ergenlik sonrası günahlarım çok artıyor diyerek bir İngiliz kızla evlenip onu Müslüman yaparak cennette bir köşe kapmayı planlardım. Kazın ayağı öyle değilmiş...
B
en eskiden bir şiir kitabım olsun isterdim. Oldu da yıllar önce, sonra birikenleri bir yayınevi para verene kadar basmamaya karar verdim. Hala da keşfedilmeyi bekliyorum.
B
en eskiden FM kanalları yokken, polis radyosunda arabesk ve kısa dalgadan siyasi yasaklı şarkılar dinlerdim.
B
en eskiden iyi kahve pişirir, iyi çay demler iyi yatak toplar, kötü yemek pişirirdim. Hâlâ da öyleyim.
B
en eskiden çoraplarımı nereye çıkardım diye aramaktan nefret ederdim. Hâlâ evlerde çorapları "basket" diye içine atabileceğimiz bir kutu olsa diye düşünürüm.
B
en eskiden elime aldığım bir kitabın veya okuduğum bir yazının en sakıncalı içeriğini şıp diye bulurdum. Hala da buluyorum ama işe yarar yerleri konusunda aynı şeyi söylemek pek mümkün değil.
B
en eskiden bir gün "ay üssü alfa"da yaşamayı ümit ederdim. Sonra baktım o işlerde bir numara yok.
B
en eskiden ellerimle suyu dökülüyor diye şeftali, kılçığı batıyor diye bazı balıkları yiyemezdim.
B
en eskiden evcil hayvanları çok severdim. Kuş gribinden sonra ise tüm hayvanlardan tırstım.
B
en eskiden bir çocuk yuvası ya da yaşlılar evi işletmeyi düşlerdim. Hala da düşlüyorum.
B
en eskiden hiç yakışıklı değildim.
                       hâlâ da değilim. o yüzden hiç yakışık almaz şeyler yapabilirim.
 





Ben eskiden kalpten kalbe bir yol olduğuna inanırdım. Kalp bağının da fiziksel bir şey olabileceğini düşünürdüm.
B
en eskiden sol ayağımı ve sol elimi çok iyi kullanırdım. Hala sol elim iyi bıçak tutar ve fareyi iki elimle kullanırım.
Ben eskiden kâğıt ve kalemimle yatağa girer, karanlıkta şiirler yazardım.
B
en eskiden ve hala sabahları çok pis rüya görürüm. Bir saate yakın sürer neredeyse dizi film gibi. Bu yüzden işe hep geç kalırım ve kimse rüyalarımı dinlemek istemez.
B
en eskiden şiir yazmayı babamın hatıra defterini okurken keşfettim. Hiç konuşmadık bu konuyu ama rahmetli de şiir yazarmış.
B
en eskiden ortaokulda çöp adamlar çizerdim defterime ve çöp kadınlar. Üstelik muzır içerikte. Tao mu biliyorduk azizim.
B
en eskiden her dersin defter kapağına o derse özel şiirler yazardım. Üstelik hepsi ölümle biterdi ne hikmetse. Matematik hocam "matematiğin ruhuna Fatiha" okumuşsun demişti şiiri okuyunca.
B
en eskiden wc'den sonra sınava girersem 1 not daha yüksek alırdım. Bu yüzden ders çalışmak yerine kesme şeker ve wc deneyimlerimle +1 puan almışımdır her yazılıdan...
B
en eskiden tüm dünyanın konuşacağı ortak bir dil hayali kurardım. Bir de su ile çalışan otomobiller çizmiştim defterime. Buluş Bill olacak adammışım hakkımı yemişler.
B
en eskiden ergenlik sonrası günahlarım çok artıyor diyerek bir İngiliz kızla evlenip onu Müslüman yaparak cennette bir köşe kapmayı planlardım. Kazın ayağı öyle değilmiş...
B
en eskiden bir şiir kitabım olsun isterdim. Oldu da yıllar önce, sonra birikenleri bir yayınevi para verene kadar basmamaya karar verdim. Hala da keşfedilmeyi bekliyorum.
B
en eskiden FM kanalları yokken, polis radyosunda arabesk ve kısa dalgadan siyasi yasaklı şarkılar dinlerdim.
B
en eskiden iyi kahve pişirir, iyi çay demler iyi yatak toplar, kötü yemek pişirirdim. Hâlâ da öyleyim.
B
en eskiden çoraplarımı nereye çıkardım diye aramaktan nefret ederdim. Hâlâ evlerde çorapları "basket" diye içine atabileceğimiz bir kutu olsa diye düşünürüm.
B
en eskiden elime aldığım bir kitabın veya okuduğum bir yazının en sakıncalı içeriğini şıp diye bulurdum. Hala da buluyorum ama işe yarar yerleri konusunda aynı şeyi söylemek pek mümkün değil.
B
en eskiden bir gün "ay üssü alfa"da yaşamayı ümit ederdim. Sonra baktım o işlerde bir numara yok.
B
en eskiden ellerimle suyu dökülüyor diye şeftali, kılçığı batıyor diye bazı balıkları yiyemezdim.
B
en eskiden evcil hayvanları çok severdim. Kuş gribinden sonra ise tüm hayvanlardan tırstım.
B
en eskiden bir çocuk yuvası ya da yaşlılar evi işletmeyi düşlerdim. Hala da düşlüyorum.
B
en eskiden hiç yakışıklı değildim.
                       hâlâ da değilim. o yüzden hiç yakışık almaz şeyler yapabilirim.
 



Burcum, neydi senin burcun?

Hiç yorum yok:

İnsan ilişkilerinde statü delisi insanlar vardır. Oturacakları, kalkacakları, konuşup arkadaş hatta sevgili olacakları insanları statülerine göre seçerler. Haliyle bu insanların en azından egolarının yüksek dahası kendilerini beğenmiş tipler olduğunu söylemekte bir sakınca yok.

Sözüm tabi ki insani ve ilkesel bir takım değerleri olanlar ve bu kriterleri ön kabul sayanlara değil. Ben tamamen saçma sapan, statü veya anlamsız kriterler icad edenlere diyorum diyeceğimi.

Eskiden internet ortamında (Age / Sex / Localation) takıntısı olanlar vardı. Ya da koloni kültürü üyesi insanlar. Şiir sevmeyenlerle konuşmam yada şiir sevenlerle konuşmam. Şucularla, konuşmam, bucularla oturup kalkmam türü yaklaşımlar komik geliyor bana.

Bunların gerçek hayatta da her türlüsü bulunuyor. Daha arkadaş ortamına girerken bile , üstünüze başınıza bakılıp, kenar mahalle çocuğu muamelesi görmeniz mümkün. Ancak sanal alemde en azından insanların zihinlerinin önyargılardan kurtulmuş olmasını ümid ediyorsunuz ama heyhat. Nafile..

Hele işi abartıp karşı cinste işi sakallı mısın, bıyıklımısın, gözünün üstünde kaşın varmı? karnıbahar sever misin, ayakların kokar mı ya götürenler çıktı mı gülermisin, ağlar mısın durumları oluyor. Yani ne yapıcaksın iki kelime konuşuyorsun, ya da bir ortama girdin diye "karı, koca" muhabbeti nedir yani. Selam verdin ya da selam aldın diye dünür mü geldik evinize?

Hani ruh ikizi, ruh öküzü kavramları ne kadar komikse, sizi en iyi anladığını düşündüğünüz insan bir müddet sonra öküzün önde gideni olabiliyorsa, ya da sizin gözünüzü bürümüş perde 3 gün 3 ay ya da 3 yıl içinde nihayet
açılınca "amma da safmışım, nelere inanmışım, kendimi kandırmışım" diyorsanız, tıpkı ona benzer şekilde, herhangi bir iletişimde ön kabul ve yargılar da anlamsız geliyor bana...

-İbrahim bey yazılarınızı çok beğeniyorum.
Acaba tanışabilir miyiz. Ama önce size bir sorum olacaktı?

-Tanışmamıza gerek var mı?
Profilimde yazıyor zaten ne malın gözü olduğum. Ama buyrun merak ettim ben, soruyu alayım.

-Çok şakacısınız. Şey burcunuz neydi acaba?
-Yengeç efendim. Şu evcil olan su grubu hayvanlardanım.

-Ah olmadı tüh rüh.. Anlaşamayız ki biz sizle?  Burçlarımız uymaz bir kere.
-Hayrola neyde anlaşamıyoruz bacım. Fiyatta mı?

-Ay! terbiyesizleşmeyin lütfen.
-Belki yükselenimiz uyabilir. Yükselen burcunuz neydi?

-Yükselen şu anda sadece asabım efendim.
Haydi selametle, selametle...

Karşınızdaki insan, kültür düzeyiniz, hayata bakışınız vs. konularda bu kadar seçici olsa anlarsınız tamam. Gerçi okuduğunuz kitaplarda da anlaşamanız mümkün. Bugünlerde profiline herkes "Elif Şafak'ın aşkını okudum" yazıyordur eminim. Eh! kültürlü görünmek lazım, pek kitap okumuyorum deseniz "sanki memleketin %90 ı kitap okuyormuş gibi" siz ölüzden sayarlar.. Gez dolaş alemi şimdi, herkes Şems herkes Mevlana'dır. Romeo Jüliet olmamız ise bir dahaki çok satan kitaba kaldı malesef.

Daha bismillah deyip selam veren bir insan tuttuğunuz futbol takımı, yükselen burcunuz, saçınız, başınız, giydiğiniz, çıkardığınız, yediğiniz, içtiğiniz ya da içmediğinizle bu kadar ilgili olunca haliyle şaşırıyorsunuz. Sana ne diyesiniz geliyor. Hele bir de arkasından şu cümle gelince temelli dumur oluyorsunuz:

-İbrahim sahi sen neden evlenmiyorsun?
-Bir kez yetmedi bir  daha mı evleneyim? Sen söyle kiminle evleneyim mesala burcu?
-...................

-Burcuuuuuuu!.. dur gitme. Beni terk etmeee.
Durrr Burcuuuuu. Senin burcun neydi be Burcu?


İnsan ilişkilerinde statü delisi insanlar vardır. Oturacakları, kalkacakları, konuşup arkadaş hatta sevgili olacakları insanları statülerine göre seçerler. Haliyle bu insanların en azından egolarının yüksek dahası kendilerini beğenmiş tipler olduğunu söylemekte bir sakınca yok.

Sözüm tabi ki insani ve ilkesel bir takım değerleri olanlar ve bu kriterleri ön kabul sayanlara değil. Ben tamamen saçma sapan, statü veya anlamsız kriterler icad edenlere diyorum diyeceğimi.

Eskiden internet ortamında (Age / Sex / Localation) takıntısı olanlar vardı. Ya da koloni kültürü üyesi insanlar. Şiir sevmeyenlerle konuşmam yada şiir sevenlerle konuşmam. Şucularla, konuşmam, bucularla oturup kalkmam türü yaklaşımlar komik geliyor bana.

Bunların gerçek hayatta da her türlüsü bulunuyor. Daha arkadaş ortamına girerken bile , üstünüze başınıza bakılıp, kenar mahalle çocuğu muamelesi görmeniz mümkün. Ancak sanal alemde en azından insanların zihinlerinin önyargılardan kurtulmuş olmasını ümid ediyorsunuz ama heyhat. Nafile..

Hele işi abartıp karşı cinste işi sakallı mısın, bıyıklımısın, gözünün üstünde kaşın varmı? karnıbahar sever misin, ayakların kokar mı ya götürenler çıktı mı gülermisin, ağlar mısın durumları oluyor. Yani ne yapıcaksın iki kelime konuşuyorsun, ya da bir ortama girdin diye "karı, koca" muhabbeti nedir yani. Selam verdin ya da selam aldın diye dünür mü geldik evinize?

Hani ruh ikizi, ruh öküzü kavramları ne kadar komikse, sizi en iyi anladığını düşündüğünüz insan bir müddet sonra öküzün önde gideni olabiliyorsa, ya da sizin gözünüzü bürümüş perde 3 gün 3 ay ya da 3 yıl içinde nihayet
açılınca "amma da safmışım, nelere inanmışım, kendimi kandırmışım" diyorsanız, tıpkı ona benzer şekilde, herhangi bir iletişimde ön kabul ve yargılar da anlamsız geliyor bana...

-İbrahim bey yazılarınızı çok beğeniyorum.
Acaba tanışabilir miyiz. Ama önce size bir sorum olacaktı?

-Tanışmamıza gerek var mı?
Profilimde yazıyor zaten ne malın gözü olduğum. Ama buyrun merak ettim ben, soruyu alayım.

-Çok şakacısınız. Şey burcunuz neydi acaba?
-Yengeç efendim. Şu evcil olan su grubu hayvanlardanım.

-Ah olmadı tüh rüh.. Anlaşamayız ki biz sizle?  Burçlarımız uymaz bir kere.
-Hayrola neyde anlaşamıyoruz bacım. Fiyatta mı?

-Ay! terbiyesizleşmeyin lütfen.
-Belki yükselenimiz uyabilir. Yükselen burcunuz neydi?

-Yükselen şu anda sadece asabım efendim.
Haydi selametle, selametle...

Karşınızdaki insan, kültür düzeyiniz, hayata bakışınız vs. konularda bu kadar seçici olsa anlarsınız tamam. Gerçi okuduğunuz kitaplarda da anlaşamanız mümkün. Bugünlerde profiline herkes "Elif Şafak'ın aşkını okudum" yazıyordur eminim. Eh! kültürlü görünmek lazım, pek kitap okumuyorum deseniz "sanki memleketin %90 ı kitap okuyormuş gibi" siz ölüzden sayarlar.. Gez dolaş alemi şimdi, herkes Şems herkes Mevlana'dır. Romeo Jüliet olmamız ise bir dahaki çok satan kitaba kaldı malesef.

Daha bismillah deyip selam veren bir insan tuttuğunuz futbol takımı, yükselen burcunuz, saçınız, başınız, giydiğiniz, çıkardığınız, yediğiniz, içtiğiniz ya da içmediğinizle bu kadar ilgili olunca haliyle şaşırıyorsunuz. Sana ne diyesiniz geliyor. Hele bir de arkasından şu cümle gelince temelli dumur oluyorsunuz:

-İbrahim sahi sen neden evlenmiyorsun?
-Bir kez yetmedi bir  daha mı evleneyim? Sen söyle kiminle evleneyim mesala burcu?
-...................

-Burcuuuuuuu!.. dur gitme. Beni terk etmeee.
Durrr Burcuuuuu. Senin burcun neydi be Burcu?

Kitapsız

Hiç yorum yok:
Kendimi bildim bileli birşeyler yazıyorum. 
Yazıyorum
dedimse sadece internet alemini ve blogları kasdetmiyorum. Yazıyorum diye kızıldığı, o yüzden yorganı tepemden çekip kör karanlıkta şiirler karaladığım ergenlik günlerinden beri. Mahalli gazetelerde köşe yazarlığı yaptığım günlerden beri... yazıyorum işte.

İlk şiir kitabımı arkadaşlarla (1987)'de bastıktan sonra, birisi gelip üste para vermedikçe kitap basmamaya and içmiştim. Çok şükür o da oldu. Geçenlerde severek katkıda bulunduğum  yakında 2.baskısı da yapılacak bir kitap için küçük de olsa telif ücreti aldım. Demek ki artık baskıyı bekleyen TİO külliyatı için birşeyler yapma zamanı geldi.

Bloggerlerin kitap bastırması malum günümüzün modası. Ancak blog yazılarından derlermiş bir kitabı insanlara "alın kitap yazdım" diyerek sunmak "HBBA" dostumuzun da dediği gibi pek de ilginç gelmiyor bana. Yazılarımın bir kısmını blog yazma olaylarından önce gazete köşelerinde yayınladığımdan olsa gerek, derli toplu bir çalışma olarak elimde bulunmasını da istiyorum.

Okunur, okunmaz alınır alınmaz açıkçası çok da önemsediğimi söyleyemem. Ancak madem ki yazıyoruz, madem ki üretiyoruz. Hoş bir sada'yı samanlı kağıt kokuları arasında da sunmak gerek.

Allah kimseyi kitapsız bırakmasın. Zihnimdeki ilk adım bir şiir, bir de köşe yazılarımdan derlenmiş kitap ile okuyucunun karşısına, elini uzattığında bulabileceği raflardan birine çıkmak. İmza gününde sıkıntı ve izdiham olmasın diye kitabın ilk sayfasını MKA  formatında imzalı olarak sunmayı düşünüyorum. O yüzden telaşa gerek yok. Şimdiden ayırtmak için yayınevlerini rahatsız etmenize de.

Ebat konusunda ise en azından satılmadığında, kuruyemişçilerde ayçiçeği külahı yapmaya uygun bir ebat düşünmeli ki; kağıt israfı olmasın. Kapağını geri dönüşümlü kağıttan seçmeli. Hatta arka yaprakları boş bırakıp, okuyucunun ilerde yemek tarifi veya notlar alabilmesi için müsvedde olarak kullanmasına imkân tanımalı.

Sanırım abarttım. Ben bastırayım da siz ne yaparsanız yapın canım. İster alın atın, isterse arada çıkarıp okursunuz, artık orası size kalmış. Ciddi fiyatlarla satılan kitaplardan gelen telif ücretlerinin komikliğini gördükten sonra, kitabımın ücretini de 1 TL yapıp bakkallarda, marketlerde sakız gibi para üstü niyetine vermek de, tiraj açısından iyi bir fikir olabilir.

Tamam tamam, sustum:)))))
Kendimi bildim bileli birşeyler yazıyorum. 
Yazıyorum
dedimse sadece internet alemini ve blogları kasdetmiyorum. Yazıyorum diye kızıldığı, o yüzden yorganı tepemden çekip kör karanlıkta şiirler karaladığım ergenlik günlerinden beri. Mahalli gazetelerde köşe yazarlığı yaptığım günlerden beri... yazıyorum işte.

İlk şiir kitabımı arkadaşlarla (1987)'de bastıktan sonra, birisi gelip üste para vermedikçe kitap basmamaya and içmiştim. Çok şükür o da oldu. Geçenlerde severek katkıda bulunduğum  yakında 2.baskısı da yapılacak bir kitap için küçük de olsa telif ücreti aldım. Demek ki artık baskıyı bekleyen TİO külliyatı için birşeyler yapma zamanı geldi.

Bloggerlerin kitap bastırması malum günümüzün modası. Ancak blog yazılarından derlermiş bir kitabı insanlara "alın kitap yazdım" diyerek sunmak "HBBA" dostumuzun da dediği gibi pek de ilginç gelmiyor bana. Yazılarımın bir kısmını blog yazma olaylarından önce gazete köşelerinde yayınladığımdan olsa gerek, derli toplu bir çalışma olarak elimde bulunmasını da istiyorum.

Okunur, okunmaz alınır alınmaz açıkçası çok da önemsediğimi söyleyemem. Ancak madem ki yazıyoruz, madem ki üretiyoruz. Hoş bir sada'yı samanlı kağıt kokuları arasında da sunmak gerek.

Allah kimseyi kitapsız bırakmasın. Zihnimdeki ilk adım bir şiir, bir de köşe yazılarımdan derlenmiş kitap ile okuyucunun karşısına, elini uzattığında bulabileceği raflardan birine çıkmak. İmza gününde sıkıntı ve izdiham olmasın diye kitabın ilk sayfasını MKA  formatında imzalı olarak sunmayı düşünüyorum. O yüzden telaşa gerek yok. Şimdiden ayırtmak için yayınevlerini rahatsız etmenize de.

Ebat konusunda ise en azından satılmadığında, kuruyemişçilerde ayçiçeği külahı yapmaya uygun bir ebat düşünmeli ki; kağıt israfı olmasın. Kapağını geri dönüşümlü kağıttan seçmeli. Hatta arka yaprakları boş bırakıp, okuyucunun ilerde yemek tarifi veya notlar alabilmesi için müsvedde olarak kullanmasına imkân tanımalı.

Sanırım abarttım. Ben bastırayım da siz ne yaparsanız yapın canım. İster alın atın, isterse arada çıkarıp okursunuz, artık orası size kalmış. Ciddi fiyatlarla satılan kitaplardan gelen telif ücretlerinin komikliğini gördükten sonra, kitabımın ücretini de 1 TL yapıp bakkallarda, marketlerde sakız gibi para üstü niyetine vermek de, tiraj açısından iyi bir fikir olabilir.

Tamam tamam, sustum:)))))

Takkeler düşüyor artık beyler / seçtiklerim-7

Hiç yorum yok:

Özgünlük güzel şey, tıpkı özgürlük gibi...

Paylaştığınız bir şeyin kaynağını hatırlamıyorsanız "bir yerlerde okumuştum" deme kibarlığını bari göstermelisiniz. Yoksa tırtıkladıklarınızdan hoşlarına giden bir cümleyi kopyalar, yapıştırır Google'da search yaparlar da, rezil rüsva olursunuz haberiniz olsun.

Son dönemin gözde adiliklerinden biri de "fikir ve sanat" eseri hırsızlığı. Kelime değil cümle değil, düpedüz eser çalmak. Üstelik bunu "korsana hayır" tarzı bağıran sözde sanatçılar bile yapıyor. Üretmiyorlar, düpedüz çalıyorlar.

Nette kendi yazdıklarımı (10 yıl öncesi - blogumla ilgisi yok) arıyorum. İsimsiz yayınlayan onlarcası var. Bazılarını kafaya takarsam mail atıp uyarıyorum. Teşekkür edip adımı ekleyen de var, mailime cevap vermeye tenezzül etmeyen de.

Eskiden de çoktu bu tipler. Ordan, burdan tırtıkladıkları romantik yazıları, şiirleri kendileri yazmış gibi kızlara gönderir etiket yaparlardı. Bir tanesi bizzat şahsıma demiştir: -Şiirlerinle 3–5 kız götürdüm abi diye. Nereye götürdüyse?
-İyi de evladım biz onlara yüreğimizi koyduk, gözyaşımızı koyduk, alın terimizi ekledik. Sen kızların şeyine tampon yap diye mi?

Bu tiplerin elinden biraz webmasterlik, site yapmak, tema edit'lemek de gelir. Yazı ve şiirler kadar geniş bir resim ve sunu arşivleri de vardır. Nete yeni giren gözü açılmamış kızlara (kaldıysa) gelir gelmez bu şiirlerle hoş geldin derler. Çapraz kur yaparlar, kızın aklı başından gitsin ve balık zokayı yutsun diye. Eh! halkımızın genel kültür düzeyinin bu haliyle şansları da yok değil hani. Gerçi bu biraz "el şeyiyle gerdeğe girmek" oluyor ama arkadaşların o tip bir sıkıntısı olduğunu da sanmıyorum.

Tabi bunu sadece erkekler yapmıyor. Bir yazı, bir şiir okuyorum. Bakıyorum ki karşımdaki kız şiir gibi konuşuyor. Öldüğünü bilmesem Nazım'ın ruhuyla ince sohbetteyim sanıcam. Tabi Nazım usta, kızlardan geçtim biraz dil dökse, edebiyat parçalasa beni bile götürürdü. Kızcağız bunun farkında değil.

Oysa şu bloglar çıktı çıkalı; para(!) eden tek gerçek şey: özgünlüğünüz. Eski devirler kapandı beyler/bayanlar. Nette isteğini arayıp, bulma özgürlüğünüzü, çalıp çırpmak için heba etmeyin. Bazen eleştiririm ama dilerseniz karnınızın ağrısını yazın, reglinizi anlatın. Ağdanızı epilasyonunuzu, tırnak törpünüzü, çiçeğinizi, böceğinizi, köpeciğinizi yazın. Kapınızı açanı, hanenize girip çıkanı yazın. Ama çalmayın!

Hiç yapamadınız, alıntıladığınız yazının altında küçücük bir yere o yazıya emeğini, yüreğini koymuş insanın adını sıkıştırıverin. Biliyorum doktora tezlerinin bile intihalle yazıldığı bu dünyada size çok lüks ve zahmetli geliyor bu durum ama sıkıştırıverin en küçük yazı tipiyle sağ alt köşeye "alıntıdır" diye bir zahmet.

Birkaç kitap denemem vardı: Adları bir dizi şiiri kapsadığı için özgün kaldı yıllarca nette. Hani Google'un görsel aramasına bile sorsan, bilmem kaç yüz sahifede telifi bana çıkar. Antoloji'den de tescillidir ama geçenlerde bir search edeyim dedim: Yuh! adam yazısına manşet yapmış, aşağıya da eklemiş güzelce. Yazık ya! Üstelik benden çaldıklarının sonuna güzel de bir kaç satır eklemiş. Ona bari yazık etme, di mi? (tabi onu da başka yerden araklamadıysa) Bu kadar birebir kopyalamaya ne gerek var? Hiç mi kendinizi yazacak kadar siz yok sizde?

Şunu anlayın artık beyler: Google diye bir şey var. Icığınızı, cıcığınızı buluyor. Siz nasıl nette çalacak bir şeyler buluyorsanız, Google'da sizin hırsızlığınızı tescilliyor. "Sen kendini akıllı , âlemi sersem mi sanırsın?" diye bir lafı hiç duymadınız mı? Artık kızlar da Google'a bakabiliyor malesef;)

Tamam, anladık. netten karı/kız götürmek derdine düştünüz ama minareyi çalıyorsunuz , bari kılıfını hazırlayın. Ne demiş eskiler: "Erbabı yaparsa, yorgan bile titremez"

*
Hamiş: İbram abiniz hiç bir işin erbabı değildir, durumdan vazife çıkarmayın:p

Özgünlük güzel şey, tıpkı özgürlük gibi...

Paylaştığınız bir şeyin kaynağını hatırlamıyorsanız "bir yerlerde okumuştum" deme kibarlığını bari göstermelisiniz. Yoksa tırtıkladıklarınızdan hoşlarına giden bir cümleyi kopyalar, yapıştırır Google'da search yaparlar da, rezil rüsva olursunuz haberiniz olsun.

Son dönemin gözde adiliklerinden biri de "fikir ve sanat" eseri hırsızlığı. Kelime değil cümle değil, düpedüz eser çalmak. Üstelik bunu "korsana hayır" tarzı bağıran sözde sanatçılar bile yapıyor. Üretmiyorlar, düpedüz çalıyorlar.

Nette kendi yazdıklarımı (10 yıl öncesi - blogumla ilgisi yok) arıyorum. İsimsiz yayınlayan onlarcası var. Bazılarını kafaya takarsam mail atıp uyarıyorum. Teşekkür edip adımı ekleyen de var, mailime cevap vermeye tenezzül etmeyen de.

Eskiden de çoktu bu tipler. Ordan, burdan tırtıkladıkları romantik yazıları, şiirleri kendileri yazmış gibi kızlara gönderir etiket yaparlardı. Bir tanesi bizzat şahsıma demiştir: -Şiirlerinle 3–5 kız götürdüm abi diye. Nereye götürdüyse?
-İyi de evladım biz onlara yüreğimizi koyduk, gözyaşımızı koyduk, alın terimizi ekledik. Sen kızların şeyine tampon yap diye mi?

Bu tiplerin elinden biraz webmasterlik, site yapmak, tema edit'lemek de gelir. Yazı ve şiirler kadar geniş bir resim ve sunu arşivleri de vardır. Nete yeni giren gözü açılmamış kızlara (kaldıysa) gelir gelmez bu şiirlerle hoş geldin derler. Çapraz kur yaparlar, kızın aklı başından gitsin ve balık zokayı yutsun diye. Eh! halkımızın genel kültür düzeyinin bu haliyle şansları da yok değil hani. Gerçi bu biraz "el şeyiyle gerdeğe girmek" oluyor ama arkadaşların o tip bir sıkıntısı olduğunu da sanmıyorum.

Tabi bunu sadece erkekler yapmıyor. Bir yazı, bir şiir okuyorum. Bakıyorum ki karşımdaki kız şiir gibi konuşuyor. Öldüğünü bilmesem Nazım'ın ruhuyla ince sohbetteyim sanıcam. Tabi Nazım usta, kızlardan geçtim biraz dil dökse, edebiyat parçalasa beni bile götürürdü. Kızcağız bunun farkında değil.

Oysa şu bloglar çıktı çıkalı; para(!) eden tek gerçek şey: özgünlüğünüz. Eski devirler kapandı beyler/bayanlar. Nette isteğini arayıp, bulma özgürlüğünüzü, çalıp çırpmak için heba etmeyin. Bazen eleştiririm ama dilerseniz karnınızın ağrısını yazın, reglinizi anlatın. Ağdanızı epilasyonunuzu, tırnak törpünüzü, çiçeğinizi, böceğinizi, köpeciğinizi yazın. Kapınızı açanı, hanenize girip çıkanı yazın. Ama çalmayın!

Hiç yapamadınız, alıntıladığınız yazının altında küçücük bir yere o yazıya emeğini, yüreğini koymuş insanın adını sıkıştırıverin. Biliyorum doktora tezlerinin bile intihalle yazıldığı bu dünyada size çok lüks ve zahmetli geliyor bu durum ama sıkıştırıverin en küçük yazı tipiyle sağ alt köşeye "alıntıdır" diye bir zahmet.

Birkaç kitap denemem vardı: Adları bir dizi şiiri kapsadığı için özgün kaldı yıllarca nette. Hani Google'un görsel aramasına bile sorsan, bilmem kaç yüz sahifede telifi bana çıkar. Antoloji'den de tescillidir ama geçenlerde bir search edeyim dedim: Yuh! adam yazısına manşet yapmış, aşağıya da eklemiş güzelce. Yazık ya! Üstelik benden çaldıklarının sonuna güzel de bir kaç satır eklemiş. Ona bari yazık etme, di mi? (tabi onu da başka yerden araklamadıysa) Bu kadar birebir kopyalamaya ne gerek var? Hiç mi kendinizi yazacak kadar siz yok sizde?

Şunu anlayın artık beyler: Google diye bir şey var. Icığınızı, cıcığınızı buluyor. Siz nasıl nette çalacak bir şeyler buluyorsanız, Google'da sizin hırsızlığınızı tescilliyor. "Sen kendini akıllı , âlemi sersem mi sanırsın?" diye bir lafı hiç duymadınız mı? Artık kızlar da Google'a bakabiliyor malesef;)

Tamam, anladık. netten karı/kız götürmek derdine düştünüz ama minareyi çalıyorsunuz , bari kılıfını hazırlayın. Ne demiş eskiler: "Erbabı yaparsa, yorgan bile titremez"

*
Hamiş: İbram abiniz hiç bir işin erbabı değildir, durumdan vazife çıkarmayın:p

Bunu kadınlara asla yapmayın

Hiç yorum yok:

KADINLARI UYUZ ETMENİN YOLLARI

1- Ödenecek herhangi bir elektrik su kredi taksidiniz varsa. asla bütün para vermeyin.. bozdurun.
2- Başka bir kadından asla söz etmeyin
3- Şiir olarak: seviyorum ama kimi/ çok güzel birisini diye başlayan akroştikli bir şiir bile okusalar pek  güzelmiş diyin
4- erotizm kokan bir sohbetin sonunda döviz kurları, küresel ısınma ve teröre ani geçiş yapmayın eli böğründe kalırsa fena söverler
5- Ad soyad sorsalar bile boy kilo sormayın
6- Oje sürüyorsa asla cinsel içerikli sohbete başlamayın
7-hoşlandığı bir şeyden hergün hoşlanacanı sanarak tekrarlamayın.
8- başka kadınlar iması ile kıskandırmayın. siz zararlı çıkarsınız
9-onlardan daha fazla ağlamayın. sevmezler
11-marul aldım yeriz çiçeğe ne gerek var demeyin. öküz sevgileri geçicidir.
12- iki eliniz kanda dahi olsa randevunuza geç gitmeyin...

KADINLARI UYUZ ETMENİN YOLLARI

1- Ödenecek herhangi bir elektrik su kredi taksidiniz varsa. asla bütün para vermeyin.. bozdurun.
2- Başka bir kadından asla söz etmeyin
3- Şiir olarak: seviyorum ama kimi/ çok güzel birisini diye başlayan akroştikli bir şiir bile okusalar pek  güzelmiş diyin
4- erotizm kokan bir sohbetin sonunda döviz kurları, küresel ısınma ve teröre ani geçiş yapmayın eli böğründe kalırsa fena söverler
5- Ad soyad sorsalar bile boy kilo sormayın
6- Oje sürüyorsa asla cinsel içerikli sohbete başlamayın
7-hoşlandığı bir şeyden hergün hoşlanacanı sanarak tekrarlamayın.
8- başka kadınlar iması ile kıskandırmayın. siz zararlı çıkarsınız
9-onlardan daha fazla ağlamayın. sevmezler
11-marul aldım yeriz çiçeğe ne gerek var demeyin. öküz sevgileri geçicidir.
12- iki eliniz kanda dahi olsa randevunuza geç gitmeyin...

Piraye yengemiz blogger olsaydı?

Hiç yorum yok:
Piraye yengemiz blogger olsaydı ya da Vera?
Üstad Nazım Hikmet bu kadar kolay "en fazla bir yıl sürer /yirminci asırlarda
ölüm acısı" diyebilir ve daldan dala uçarak,  kadınlarını ölmeden peşpeşe gömebilir miydi acaba?

Tadı enfes bir duygudur aslında. Bir şairin, bir yazarın sizi yazması, duygularına size olan sevdasını katarak kaleme alması çok güzeldir eminim. Bu güne kadar genellikle kadınlar yaşadı bu hazzı ve erkek yazar, şairlerin uçarılığından kırılıp dökülen, şiir okumaya yazı görmeye tövbe edenler de genellikle kadınlar oldu.

Çünkü önce kendileri için yazılan dizelerin ardı arkası kesilip, bir müddet sonra şair, yazar yeniden aşkı yazmaya başladığında "bu bana değil ama kime?" sorusu boğdu onları.  Onlar da sevdikleri adamı boğmaya çalıştılar. Kadınlar bir şairi, yazarı okuyucusu ile bile olsa paylaşmak zorunda kalmanın sıkıntısını çektiler. Erkekler de belki sefasını sürdüler bunun.

Oysa, günümüzde artık kadınlar da yazıyor, üstelik gayet de iyi yazanlar var içlerinde. Çevrelerinde hayranları, peşlerinden koşanları eksik olmuyor. Gerçi bir kadının peşinden koşulması için yazar olması da gerekmiyor ama eskiden bu konuda başı çeken güzellik faktörü de biraz eli kalem tutan ve kendini gizli, saklı sunan kadın yazarlar lehine dönmüş durumda.

Ayrıca günümüzde kimsenin edebiyatçı olması da gerekmiyor. Bir blogunuz varsa az çok okuyanınız, hayranınız olması doğal. Neticede herkes günlüğüne birkaç edebi şey karalıyor. Bunu beğenip okuyan ve yorumlayanlar da çıkıyor. Hal böyle olunca da eskiden çoğunlukla erkeklerin yediği tadı çok güzel olan bu yemeğin, hazmının ne kadar zor olduğunu artık kadınlar kadar, erkekler de anlıyor ve zaman zaman sindirim problemi yaşıyorlar.

Sevdikleri kadınların da onlar dışında bir şeyleri hissedip yazabilme ihtimalleri, onları  bugüne kadar kendilerinin biraz "sanat" biraz da "ego" adına umarsızca yazıp çizdikleri şeyler hakkında düşünmeye sevk ediyor. Kıskançlıkları had safhaya ulaşıyor. Şımarıklıkları ehlileşiyor. Öte yandan kadın bloggerlar da bu tersine dönen ilgiden oldukça memnun gibi görünüyorlar.

Piraye yengemiz blogger olsaydı ya da Vera şiirler döktürseydi Rus delikanlılarına "Ne erkekler tanıdım ama en güzel Nazım şiir yazardı" demiş olsa üstat bunu sindiremezdi sanırım. "Vera, Kapat lan kız blogunu" mu derdi acaba?

Benimkisi bir ironi, bir aforizma sadece ama neticede yıllar öncesine oranla şair, yazar edebiyatçı ya da bloggerler içinde kadın oranı günümüzde bir hayli artmış durumda. Yazdıkları için kıskanılan erkekler kadar, yazdıkları için kıskanılan kadınlar da var. Sizin de sevgiliniz bir gün afilli şeyler yazabilir, birilerinin gönül telini titretebilir. Tıpkı bayan şarkıcı, aktris ve mankenlerin erkek arkadaşları gibi siz de sindirim sisteminizle ilgili bazı sorunlar yaşayabilirsiniz.

Eee beyler, artık biraz kalem oynatırken "kadınlar, kadınlarım" diye yazmaya çekinirsiniz  herhalde değil mi? Hele 7 kocalı Hürmüz yine sinema gişelerini zorlarken.
Piraye yengemiz blogger olsaydı ya da Vera?
Üstad Nazım Hikmet bu kadar kolay "en fazla bir yıl sürer /yirminci asırlarda
ölüm acısı" diyebilir ve daldan dala uçarak,  kadınlarını ölmeden peşpeşe gömebilir miydi acaba?

Tadı enfes bir duygudur aslında. Bir şairin, bir yazarın sizi yazması, duygularına size olan sevdasını katarak kaleme alması çok güzeldir eminim. Bu güne kadar genellikle kadınlar yaşadı bu hazzı ve erkek yazar, şairlerin uçarılığından kırılıp dökülen, şiir okumaya yazı görmeye tövbe edenler de genellikle kadınlar oldu.

Çünkü önce kendileri için yazılan dizelerin ardı arkası kesilip, bir müddet sonra şair, yazar yeniden aşkı yazmaya başladığında "bu bana değil ama kime?" sorusu boğdu onları.  Onlar da sevdikleri adamı boğmaya çalıştılar. Kadınlar bir şairi, yazarı okuyucusu ile bile olsa paylaşmak zorunda kalmanın sıkıntısını çektiler. Erkekler de belki sefasını sürdüler bunun.

Oysa, günümüzde artık kadınlar da yazıyor, üstelik gayet de iyi yazanlar var içlerinde. Çevrelerinde hayranları, peşlerinden koşanları eksik olmuyor. Gerçi bir kadının peşinden koşulması için yazar olması da gerekmiyor ama eskiden bu konuda başı çeken güzellik faktörü de biraz eli kalem tutan ve kendini gizli, saklı sunan kadın yazarlar lehine dönmüş durumda.

Ayrıca günümüzde kimsenin edebiyatçı olması da gerekmiyor. Bir blogunuz varsa az çok okuyanınız, hayranınız olması doğal. Neticede herkes günlüğüne birkaç edebi şey karalıyor. Bunu beğenip okuyan ve yorumlayanlar da çıkıyor. Hal böyle olunca da eskiden çoğunlukla erkeklerin yediği tadı çok güzel olan bu yemeğin, hazmının ne kadar zor olduğunu artık kadınlar kadar, erkekler de anlıyor ve zaman zaman sindirim problemi yaşıyorlar.

Sevdikleri kadınların da onlar dışında bir şeyleri hissedip yazabilme ihtimalleri, onları  bugüne kadar kendilerinin biraz "sanat" biraz da "ego" adına umarsızca yazıp çizdikleri şeyler hakkında düşünmeye sevk ediyor. Kıskançlıkları had safhaya ulaşıyor. Şımarıklıkları ehlileşiyor. Öte yandan kadın bloggerlar da bu tersine dönen ilgiden oldukça memnun gibi görünüyorlar.

Piraye yengemiz blogger olsaydı ya da Vera şiirler döktürseydi Rus delikanlılarına "Ne erkekler tanıdım ama en güzel Nazım şiir yazardı" demiş olsa üstat bunu sindiremezdi sanırım. "Vera, Kapat lan kız blogunu" mu derdi acaba?

Benimkisi bir ironi, bir aforizma sadece ama neticede yıllar öncesine oranla şair, yazar edebiyatçı ya da bloggerler içinde kadın oranı günümüzde bir hayli artmış durumda. Yazdıkları için kıskanılan erkekler kadar, yazdıkları için kıskanılan kadınlar da var. Sizin de sevgiliniz bir gün afilli şeyler yazabilir, birilerinin gönül telini titretebilir. Tıpkı bayan şarkıcı, aktris ve mankenlerin erkek arkadaşları gibi siz de sindirim sisteminizle ilgili bazı sorunlar yaşayabilirsiniz.

Eee beyler, artık biraz kalem oynatırken "kadınlar, kadınlarım" diye yazmaya çekinirsiniz  herhalde değil mi? Hele 7 kocalı Hürmüz yine sinema gişelerini zorlarken.

an gelir, bir blogger ölür

2 yorum:
çocukluk arkadaşlarınız nerde

ilk orta, lise yüksekokul arkadaşlarımız
yurt arkadaşlarınız
arkadaşını bul işi pişir servislerinden hizmet alanlardan değilseniz özlemleriniz hep belden yukarıda kalbinizde bir yerlerdedir. insancadır. duygusaldır. romantik ve nostaljiktir.
net dünyasına daldıktan sonra irc icq msn arkadaşlarınızın yerini şimdilerde blogger arkadaşlarınız almaya başladı değil mi?
yazıyor çiziyor birlikte anılar paylaşıyorsunuz. herşeyi sanaldır diyerek kestirip atmak o kadar kolay değil. bir çok insanla en yakınlarınızla paylaşmadığınız bir çok şeyi blogger arkadaşlarınızla paylaşıyorsunuz. iç dünyanızı özlemlerinizi arzularınızı ruhunuzun arlanmaz ve uslanmaz yönlerini bile fütursuzca açabiliyorsunuz.
bazılarımız bu arkadaşlıkları burda sınırlı tutarken bazılarımız gerek ikili ilişkiler, arkadaşlıklar veya kolonileşerek fan kulupler halinde bir araya geliyoruz. dostlar ediniyoruz.

insan sevdiklerinin başına gelen olaylardan nasıl üzülüyorsa bu alemde de tanıdığı insanların başına birşey gelmesinden korkuyor, üzülüyor. oysa hayat devam etmekte ve tanıdığımız insanlar çoğaldıkça kaza ve ölümün tanıdıklarımıza değme riski de artıyor.
Bu ne kadar üzücü, dramatik bir durum. arada mesafeler var. hiç tanımadığınız ama kısa zamanda yorumlarıyla veya yazdıklarıyla sevdiğiniz olmuş bir insanın ölüm haberine duyarsız kalmak.

ne yapabilirsiniz. reelde görüşmüşseniz kalkıp gidersiniz, bir başsağlığı mesajı gönderirsiniz ortak tanıdıklarınıza. oysa ölen bizzat blogger dostunuzsa kime mesaj çekeceksiniz.
bloguna taziye mesajı yazıp. kendi blogunuza siyah kurdela mı takacaksınız. mesajlarınızı kim onaylayacak.
yüreğiniz acıyacak...
acıklı bir kaç satır veya şiir yazacaksınız. belki gözünüzden belli belirsiz bir kaç damla yaş gelecek...

havalar ısındı...
trafik hareketleniyor. zaten bu ülkede sebepsiz yere ölmek için sebep çok, kimvurduysa gitmeniz her an olasılık dahilinde. bakarsınız gittiğiniz bir düğünü TÖRE-ristler basar...

~an gelir:
~ bir blogger ölür.
(ölen siz de olsanız taziyeleri de siz kabul edeceksiniz mecburen)
~şimdiden başınız sağolsun.
çocukluk arkadaşlarınız nerde

ilk orta, lise yüksekokul arkadaşlarımız
yurt arkadaşlarınız
arkadaşını bul işi pişir servislerinden hizmet alanlardan değilseniz özlemleriniz hep belden yukarıda kalbinizde bir yerlerdedir. insancadır. duygusaldır. romantik ve nostaljiktir.
net dünyasına daldıktan sonra irc icq msn arkadaşlarınızın yerini şimdilerde blogger arkadaşlarınız almaya başladı değil mi?
yazıyor çiziyor birlikte anılar paylaşıyorsunuz. herşeyi sanaldır diyerek kestirip atmak o kadar kolay değil. bir çok insanla en yakınlarınızla paylaşmadığınız bir çok şeyi blogger arkadaşlarınızla paylaşıyorsunuz. iç dünyanızı özlemlerinizi arzularınızı ruhunuzun arlanmaz ve uslanmaz yönlerini bile fütursuzca açabiliyorsunuz.
bazılarımız bu arkadaşlıkları burda sınırlı tutarken bazılarımız gerek ikili ilişkiler, arkadaşlıklar veya kolonileşerek fan kulupler halinde bir araya geliyoruz. dostlar ediniyoruz.

insan sevdiklerinin başına gelen olaylardan nasıl üzülüyorsa bu alemde de tanıdığı insanların başına birşey gelmesinden korkuyor, üzülüyor. oysa hayat devam etmekte ve tanıdığımız insanlar çoğaldıkça kaza ve ölümün tanıdıklarımıza değme riski de artıyor.
Bu ne kadar üzücü, dramatik bir durum. arada mesafeler var. hiç tanımadığınız ama kısa zamanda yorumlarıyla veya yazdıklarıyla sevdiğiniz olmuş bir insanın ölüm haberine duyarsız kalmak.

ne yapabilirsiniz. reelde görüşmüşseniz kalkıp gidersiniz, bir başsağlığı mesajı gönderirsiniz ortak tanıdıklarınıza. oysa ölen bizzat blogger dostunuzsa kime mesaj çekeceksiniz.
bloguna taziye mesajı yazıp. kendi blogunuza siyah kurdela mı takacaksınız. mesajlarınızı kim onaylayacak.
yüreğiniz acıyacak...
acıklı bir kaç satır veya şiir yazacaksınız. belki gözünüzden belli belirsiz bir kaç damla yaş gelecek...

havalar ısındı...
trafik hareketleniyor. zaten bu ülkede sebepsiz yere ölmek için sebep çok, kimvurduysa gitmeniz her an olasılık dahilinde. bakarsınız gittiğiniz bir düğünü TÖRE-ristler basar...

~an gelir:
~ bir blogger ölür.
(ölen siz de olsanız taziyeleri de siz kabul edeceksiniz mecburen)
~şimdiden başınız sağolsun.

İbrahim Ortaç Final Edition-1

Hiç yorum yok:

Her yılbaşı yaklaşırken kendi kendime bir değerlendirme yaparım. O yılın değerlendirmesi hani, ne yapmışız, ne yapamamışız gibisinden. Sonra da yeni yılda yapacaklarım, yapmayacaklarımla ilgili kararlar alırım. Yeni yılda da bunları hayata geçirmeye çalışırım.

Bu yılbaşı  yaklaşırken de, yaklaşık bir kaç gündür bu değerlendirmeyi yapıyordum. Yapılmayacak işlerden biri de İbrahim Ortaç'ın yayın hayatına devam etmesiydi. Yani her güzel dizi nasıl bitiyorsa İbrahim Ortaç'da sizlere veda etmeliydi. Hayırlısıyla ediyor da işte...

Ancak adettendir. Birçok dizinin finalinde bir hasbıhal yapılır. İzleyicilerle sohbet edilir ve şöyle bir geçmiş bölümlere bakılır. İşte "Çakma bloggerlerin kralı" İbrahim Ortaç'ın hayat hikâyesi...

Mayıs 2009

-İbrahim Ortaç blog âlemine girmekte geç kalmış bir kişilik olarak kendisine "günaydın" diyerek blog hayatına başladı. Aslında blog yazarınız, bu dünyada pek bilinmeyen ancak eli kalem tutan, ağzı laf yapan, azıcık gazeteci, yazar, biraz şairliği olan ve mizahi yönünü arkadaş sohbetlerine saklayan biriydi.

- Sıkıntılı bir zamanımda, bir  arkadaşın "Sen rahatça, aklına eseni yazabileceğin bir blog aç!" önerisi ile "Çakma" olarak yayın hayatına atılan blog yazarı adını hemen karşısında yüzüne bakıp duran kahveci çırağından aldı, soyadı için ise kafasını camdan dışarı çevirdi. Bir temizlik marketinin arabasının üstündeki yazıyı okudu. "Ortaç" ve böylece "İbrahim Ortaç" doğmuş oldu.

-Blog adı "kuyruk acısı"  ve adres olarak seçilen "kediyebasma.blogspot.com" un neden seçildiği hakkında Mayıs Ayında risaleler bulunabilir

-Çakma bloggerimiz, ilk zamanlarını yazı yazmanın yanında blog âlemini, Sanal kral ve kraliçelerini inceleyerek geçirdi. Âlemin raconu neyse, ona bir göz gezdirdi. Bu konuda oldukça iyi bir algı yeteneği olduğu söylenebilir.  Kısa zamanda Siminya ve Pucca'nın hitlerinin çok olduğunu gördü. Herkesin yaptığınca onlara bulaştı. Ancak efendice, usulünce . Kendilerinden de bu konuda olumlu tepkiler aldı...

-Ayrıca, izleme listine yeni okuduğu blogları da eklemeye başlayan "İbrahim Ortaç" sevdiği ancak (artan popülaritesi yüzünden artık zaman bulamadığı) blog yorumlamaya özen gösterdi. Okuduğu insanları sıradan "a çok güzel olmuş" yorumları dışında yazılarına açılım getirecek "Şerh"ler koymaya başladı. Bu sayede biraz daha göze battı, ilgi çekti.

-Gözlemlere dayalı olarak değişik konularda yazı yazan "İbrahim Ortaç" didaktik olmayan "sosyal mesajlarını" ince iğneler halinde kimseyi kırıp incitmeden bloglarında seslendirmeye başladı. Bu konuda özellikle "kendisinin himmete muhtaç dede" olduğunu vurgulamaktan çekinmedi. Ancak bir fırtına gibi esmekte olan "kıl, tüy, ağda" konularını ufaktan eleştirmekten de çekinmedi.

-Blog dünyasındaki ilk etkileyici şiirini "bir militan bildiri dağıtıyor şehrimin sokaklarında" dizeleri ile yazan İbrahim Ortaç içindeki şiir yazan adama bir müddet daha dur demesi gerektiği düşüncesinde olduğundan "blog dedikodularını" okumaya, yazarlar hakkında fikir sahibi olmaya devam etti.

HAZİRAN 2009

-Haziran ayı havaların iyiden iyiye ısınmaya başladığı ve libidoların tavan yaptığı bir ay olduğundan olsa gerek İbrahim Ortaç çevresinde bol bol yazıldığını gözlemlediği "g-azdırılmış cinsellik" içeren konularda kalem oynatmaya başladı. Ancak yine saldırgan bir eleştiri yerine bu yadsınamaz gerçeği ti'ye alan ve kendini "abazan"lıkla özdeşleştirip, eleştiren yazılar kaleme aldı.

-Bu dönemde yazdığı bloglarda arada sırada kendini havaya fazla kaptırmış kadın bloggerleri uyarmanın yanında, bizzat kendisinin de çizgiyi aştığı yazılar oldu. İbrahim bu konularda kendini de eleştirmekten çekinmedi. Aynı dönem de cinsellik dışında "küfür" edebiyatının da bloglara hâkim olduğunu gözlemleyen "İbrahim Ortaç" kendi küfür hazinesinden komik örnekler vererek "küfür"ün dozunda kullanılması gereken bir enstrüman olduğuna vurgu yaptı.

-Özeleştirilerinde zaman zaman kendi ile çelişen, çatışan yazılar da yazan "İbrahim Ortaç"ın üslubu giderek sevilmeye başladı. Çevresinde (hiç bir zaman ünlü ve üstün blogger şahsiyetleri kadar olmasa da) "fan"ları sevenleri, hayranları oluştu. Bu durum İbrahim Ortaç'ı biraz da olsa şımartmaya yetti.

-Şımarık ve küstah üslubu bu dönemdeki yazılarında ve yorumlarında gözlenebilen "İbrahim Ortaç"ın özellikle abazan "Adsız" yorumcuların şeyhi olarak kendini gösterdiği ve böylece içsel bir eleştiri ve yergi tarzını seçtiği Haziran döneminde sanal kişiliği artık tamamen oturmaya başladı. (not: İbrahim Ortaç yazarlara Adsız yorumlar yazmaz, olay ironidir.)

-Artık adresi, yaşı, ilgi duyduğu konular merak edilip, sorulmaya başlanılan İbrahim Ortaç her ünlü fani gibi "profiline" estetik yaptırmaya başladı. Yaşı ile burcu ile, ilgi alanları ile oynamaya başladı ve bunların da "çakma" olduğunu soranlara söylemekten çekinmedi.

TEMMUZ 2009

-Temmuz döneminde, bloglarda bir küstüm gidiyorum fırtınası baş gösterince, internet âleminden gitmenin çok da kolay olmadığını bilen "İbrahim Ortaç" bu konuyu da "ti" ye alan yazılar yazdı. Gerçekten bu konuda sıkıntı çeken insanlara, olmayan aklından, ilham verici yorumlar döşendi.

-Kendisi hakkında sorular bir hayli arttığı için "meraklılarına yönelik" postlar kaleme alan İbrahim Ortaç, başka bir kuyruk acısı yüzünden pek de sevmediği "online iletişim" yerine post'larla okuyucularını bilgilendirmeye çalıştı.

-Aslında kimliği dışında, ruhuna, iç dünyasına dair söylemleri "çakma olmayan" İbrahim'in doğru söylediği ve bu konuda takdir edildiği görüldü. İbrahim Ortaç insanların bu bağlanma ve güveninden memnun olmasına rağmen, zaman zaman da rahatsızlık duydu ve kendi hakkında "kötü huy denilebilecek" bilgileri de birinci elden sunmaya başladı. Temel ilkesi olan "benim hakkımda en kötü konuşacak kişi benimdir" düsturunca hareket etti. İnsanların kendi hakkındaki ümitlerini sabote etmekten çekinmedi.

-Blog âleminde trip yapan, kendini beğenen insanları da gören İbrahim Ortaç zaman zaman bu insanları da kırmadan eleştirmekten ve uyarmaktan geri durmadı. Yine aynı dönemde bloglarda esen "orgazm" fırtınasına karşı "kim kaybetti de siz buldunuz?" diyerek bir yazı yazdı. Böylece, blog dünyasının geçer akçesi olan cinselliğin yüzyıllardır yaşanan doğal bir şey olduğunu, bu kadar abartılmaması gerektiğini anlatmaya çalıştı.

-Oldukça üretken bir döneme giren ve taslak postları çok biriken İbrahim Ortaç bazı postlarını "twitter modasına" uyarak. Kısa kısa, tek bir post içerisinde başlıklar halinde okuyucularına sundu.

-Bazı yazdıklarından, blog dünyasının eleştirmeni gibi algılandığı  ve insanların İbram Abi şu yazara da bir laf geçirse diye beklediği hissine kapılan  "İbrahim Ortaç" okurlarına yazarlara hürmet edilmesi, cesaretlerinin alkışlanması ve biraz "malın gözü" olmalarının anlayışla karşılanması konusunda  bir post yayınladı.

-Aynı dönemde bazı kadın blogger'lerin, abartılı bir erkek argosu kullanması ve erkek terminolojisindeki palavraları gerçekmiş gibi işlemeleri üzerine "dolmuşa gelmemeleri" ölçüp biçip değerlendirmeleri konusunda pek didaktik denilemeyecek, esprili yazılar kaleme aldı.

-Temmuz ayında güncel hayattan kesitler ve kurgusal düşler içeren yazılar da kaleme alan İbrahim Ortaç'ın zaman zaman serseri, zaman zaman romantik, zaman zaman ağır abi yazıları da giderek beğenilmeye başlandı.

- İbrahim Ortaç bu dönemde de yine birçok bloggeri izleme listine almaya devam etti. İbrahim Ortaç vefalı yorumcu ve dostlarına periyodik ziyaretler yaparak, zaman zaman yorumlar bırakmayı ihmal etmedi...

                                                                                                                                          Sürecek...


Her yılbaşı yaklaşırken kendi kendime bir değerlendirme yaparım. O yılın değerlendirmesi hani, ne yapmışız, ne yapamamışız gibisinden. Sonra da yeni yılda yapacaklarım, yapmayacaklarımla ilgili kararlar alırım. Yeni yılda da bunları hayata geçirmeye çalışırım.

Bu yılbaşı  yaklaşırken de, yaklaşık bir kaç gündür bu değerlendirmeyi yapıyordum. Yapılmayacak işlerden biri de İbrahim Ortaç'ın yayın hayatına devam etmesiydi. Yani her güzel dizi nasıl bitiyorsa İbrahim Ortaç'da sizlere veda etmeliydi. Hayırlısıyla ediyor da işte...

Ancak adettendir. Birçok dizinin finalinde bir hasbıhal yapılır. İzleyicilerle sohbet edilir ve şöyle bir geçmiş bölümlere bakılır. İşte "Çakma bloggerlerin kralı" İbrahim Ortaç'ın hayat hikâyesi...

Mayıs 2009

-İbrahim Ortaç blog âlemine girmekte geç kalmış bir kişilik olarak kendisine "günaydın" diyerek blog hayatına başladı. Aslında blog yazarınız, bu dünyada pek bilinmeyen ancak eli kalem tutan, ağzı laf yapan, azıcık gazeteci, yazar, biraz şairliği olan ve mizahi yönünü arkadaş sohbetlerine saklayan biriydi.

- Sıkıntılı bir zamanımda, bir  arkadaşın "Sen rahatça, aklına eseni yazabileceğin bir blog aç!" önerisi ile "Çakma" olarak yayın hayatına atılan blog yazarı adını hemen karşısında yüzüne bakıp duran kahveci çırağından aldı, soyadı için ise kafasını camdan dışarı çevirdi. Bir temizlik marketinin arabasının üstündeki yazıyı okudu. "Ortaç" ve böylece "İbrahim Ortaç" doğmuş oldu.

-Blog adı "kuyruk acısı"  ve adres olarak seçilen "kediyebasma.blogspot.com" un neden seçildiği hakkında Mayıs Ayında risaleler bulunabilir

-Çakma bloggerimiz, ilk zamanlarını yazı yazmanın yanında blog âlemini, Sanal kral ve kraliçelerini inceleyerek geçirdi. Âlemin raconu neyse, ona bir göz gezdirdi. Bu konuda oldukça iyi bir algı yeteneği olduğu söylenebilir.  Kısa zamanda Siminya ve Pucca'nın hitlerinin çok olduğunu gördü. Herkesin yaptığınca onlara bulaştı. Ancak efendice, usulünce . Kendilerinden de bu konuda olumlu tepkiler aldı...

-Ayrıca, izleme listine yeni okuduğu blogları da eklemeye başlayan "İbrahim Ortaç" sevdiği ancak (artan popülaritesi yüzünden artık zaman bulamadığı) blog yorumlamaya özen gösterdi. Okuduğu insanları sıradan "a çok güzel olmuş" yorumları dışında yazılarına açılım getirecek "Şerh"ler koymaya başladı. Bu sayede biraz daha göze battı, ilgi çekti.

-Gözlemlere dayalı olarak değişik konularda yazı yazan "İbrahim Ortaç" didaktik olmayan "sosyal mesajlarını" ince iğneler halinde kimseyi kırıp incitmeden bloglarında seslendirmeye başladı. Bu konuda özellikle "kendisinin himmete muhtaç dede" olduğunu vurgulamaktan çekinmedi. Ancak bir fırtına gibi esmekte olan "kıl, tüy, ağda" konularını ufaktan eleştirmekten de çekinmedi.

-Blog dünyasındaki ilk etkileyici şiirini "bir militan bildiri dağıtıyor şehrimin sokaklarında" dizeleri ile yazan İbrahim Ortaç içindeki şiir yazan adama bir müddet daha dur demesi gerektiği düşüncesinde olduğundan "blog dedikodularını" okumaya, yazarlar hakkında fikir sahibi olmaya devam etti.

HAZİRAN 2009

-Haziran ayı havaların iyiden iyiye ısınmaya başladığı ve libidoların tavan yaptığı bir ay olduğundan olsa gerek İbrahim Ortaç çevresinde bol bol yazıldığını gözlemlediği "g-azdırılmış cinsellik" içeren konularda kalem oynatmaya başladı. Ancak yine saldırgan bir eleştiri yerine bu yadsınamaz gerçeği ti'ye alan ve kendini "abazan"lıkla özdeşleştirip, eleştiren yazılar kaleme aldı.

-Bu dönemde yazdığı bloglarda arada sırada kendini havaya fazla kaptırmış kadın bloggerleri uyarmanın yanında, bizzat kendisinin de çizgiyi aştığı yazılar oldu. İbrahim bu konularda kendini de eleştirmekten çekinmedi. Aynı dönem de cinsellik dışında "küfür" edebiyatının da bloglara hâkim olduğunu gözlemleyen "İbrahim Ortaç" kendi küfür hazinesinden komik örnekler vererek "küfür"ün dozunda kullanılması gereken bir enstrüman olduğuna vurgu yaptı.

-Özeleştirilerinde zaman zaman kendi ile çelişen, çatışan yazılar da yazan "İbrahim Ortaç"ın üslubu giderek sevilmeye başladı. Çevresinde (hiç bir zaman ünlü ve üstün blogger şahsiyetleri kadar olmasa da) "fan"ları sevenleri, hayranları oluştu. Bu durum İbrahim Ortaç'ı biraz da olsa şımartmaya yetti.

-Şımarık ve küstah üslubu bu dönemdeki yazılarında ve yorumlarında gözlenebilen "İbrahim Ortaç"ın özellikle abazan "Adsız" yorumcuların şeyhi olarak kendini gösterdiği ve böylece içsel bir eleştiri ve yergi tarzını seçtiği Haziran döneminde sanal kişiliği artık tamamen oturmaya başladı. (not: İbrahim Ortaç yazarlara Adsız yorumlar yazmaz, olay ironidir.)

-Artık adresi, yaşı, ilgi duyduğu konular merak edilip, sorulmaya başlanılan İbrahim Ortaç her ünlü fani gibi "profiline" estetik yaptırmaya başladı. Yaşı ile burcu ile, ilgi alanları ile oynamaya başladı ve bunların da "çakma" olduğunu soranlara söylemekten çekinmedi.

TEMMUZ 2009

-Temmuz döneminde, bloglarda bir küstüm gidiyorum fırtınası baş gösterince, internet âleminden gitmenin çok da kolay olmadığını bilen "İbrahim Ortaç" bu konuyu da "ti" ye alan yazılar yazdı. Gerçekten bu konuda sıkıntı çeken insanlara, olmayan aklından, ilham verici yorumlar döşendi.

-Kendisi hakkında sorular bir hayli arttığı için "meraklılarına yönelik" postlar kaleme alan İbrahim Ortaç, başka bir kuyruk acısı yüzünden pek de sevmediği "online iletişim" yerine post'larla okuyucularını bilgilendirmeye çalıştı.

-Aslında kimliği dışında, ruhuna, iç dünyasına dair söylemleri "çakma olmayan" İbrahim'in doğru söylediği ve bu konuda takdir edildiği görüldü. İbrahim Ortaç insanların bu bağlanma ve güveninden memnun olmasına rağmen, zaman zaman da rahatsızlık duydu ve kendi hakkında "kötü huy denilebilecek" bilgileri de birinci elden sunmaya başladı. Temel ilkesi olan "benim hakkımda en kötü konuşacak kişi benimdir" düsturunca hareket etti. İnsanların kendi hakkındaki ümitlerini sabote etmekten çekinmedi.

-Blog âleminde trip yapan, kendini beğenen insanları da gören İbrahim Ortaç zaman zaman bu insanları da kırmadan eleştirmekten ve uyarmaktan geri durmadı. Yine aynı dönemde bloglarda esen "orgazm" fırtınasına karşı "kim kaybetti de siz buldunuz?" diyerek bir yazı yazdı. Böylece, blog dünyasının geçer akçesi olan cinselliğin yüzyıllardır yaşanan doğal bir şey olduğunu, bu kadar abartılmaması gerektiğini anlatmaya çalıştı.

-Oldukça üretken bir döneme giren ve taslak postları çok biriken İbrahim Ortaç bazı postlarını "twitter modasına" uyarak. Kısa kısa, tek bir post içerisinde başlıklar halinde okuyucularına sundu.

-Bazı yazdıklarından, blog dünyasının eleştirmeni gibi algılandığı  ve insanların İbram Abi şu yazara da bir laf geçirse diye beklediği hissine kapılan  "İbrahim Ortaç" okurlarına yazarlara hürmet edilmesi, cesaretlerinin alkışlanması ve biraz "malın gözü" olmalarının anlayışla karşılanması konusunda  bir post yayınladı.

-Aynı dönemde bazı kadın blogger'lerin, abartılı bir erkek argosu kullanması ve erkek terminolojisindeki palavraları gerçekmiş gibi işlemeleri üzerine "dolmuşa gelmemeleri" ölçüp biçip değerlendirmeleri konusunda pek didaktik denilemeyecek, esprili yazılar kaleme aldı.

-Temmuz ayında güncel hayattan kesitler ve kurgusal düşler içeren yazılar da kaleme alan İbrahim Ortaç'ın zaman zaman serseri, zaman zaman romantik, zaman zaman ağır abi yazıları da giderek beğenilmeye başlandı.

- İbrahim Ortaç bu dönemde de yine birçok bloggeri izleme listine almaya devam etti. İbrahim Ortaç vefalı yorumcu ve dostlarına periyodik ziyaretler yaparak, zaman zaman yorumlar bırakmayı ihmal etmedi...

                                                                                                                                          Sürecek...

Meleklerle iletişim kurmaya doğru giderken

Hiç yorum yok:


Her insanın iletişim macerası ana karnına tekme attığı anlarla başlar, hişt birader bana bak diye omzunuzu dürten ayıların ana karnındaki o ilk gelişim evresinde kaldığını düşünebilirsiniz çünkü iletişimin ilk yolu dürtmektir. Nitekim facebook’da içimizdeki öküz için dürtme düğmesini koymuştur oraya…

Doğduktan sonra, avazımız çıktığı kadar bağırarak iletişim kurma yolunu deneriz. Gerçi erkeklerin daha o anda bazı hemşirelerin kendilerine gösterdikleri ilgi yüzünden başka bir iletişim yolu daha keşfettikleri söylenirse de inanmayın, laf-ı güzaftır.

Karnımız acıkınca zırlarız. Henüz iletişimin kendisi bir ihtiyaç haline gelmediğinden o yıllarda iletişimi ihtiyaçlarımızın giderilmesinde kullanırız. Nitekim ağlamayan çocuğa meme vermezler sözü oradan gelir.

Zaman geçtikçe biz de büyürüz. Elimizle kolumuzla, orta parmağımızla iletişim kurmayı öğreniriz. Sonrasında ise ağzımız laf yapmaya başlar. Parmağımızla işaret ederek istediklerimizi, dilimizin döndüğünce ifade edip, derdimizi anlatmak için dilimizi kullanmaya başlarız.

Dilimizi kullandığımız farklı bir iletişim kanalı daha olsa da, o cinsel bilgiler dersinin alanına girdiğinden konumuz dışıdır. Altı da üstü de Fransızca demekle yetinelim. Bahsettiğimiz Fransızca'nın da yabancı bir dil olmadığını, kendi dilinizi kullanmanız gerektiğini belirtelim yeter.

Okumayı ve yazmayı, dürtmek ve konuşmaktan sonra öğreniriz. Hangisi önce gelişir bilinmez ama okuyup yazamayanlarımız olduğuna göre demek ki okumayı önce öğreniriz. Bu sayede kitaplar, dergiler, TV'ler, bilgisayarlar ile iletişim kurmayı öğreniriz. Artık bizim için iletişim bir araç olmanın yanında, yavaş yavaş  olmazsa olmaz bir ihtiyaç halini almıştır.

İşte bu fakirin bu aşamalardan sonraki iletişim macerası :

1- Ortaokul’da beğendiği kızlara mektup yazıp, defterlerinin arasına ve paltolarının ceplerine koymak, yazdığı mektupları içine taş sarıp balkonlarına atmak.

2- Yabancı dil ayağına “pen friend” amaçlı kız arkadaş edinmek için yurtdışına mektup atma denemeleri yapmak.

2a- Tmeditasyon teknikleri ile zihinlere ulaşmaya çalışmak. Bir gece önceden yatmadan planlanmış rüyalar görmeye çalışmak.

3- Çeşitli dergi ve gazetelerde şiir, yazı, makale ve fıkralar yazmak. İnsanlara bir şeyler söyleyeyip, meramını anlatmak.

3a- Okuyup, üfleyen bazı hocamsı vatandaşlara takılıp, iyi kötü cinlerle çat pat iletişim kurmak. Öbür âlemden mesajlar almaya çalışmak.

4- Çanak antenler yokken çatılara Yunanistan kanallarını izleyecek antenler kurmak. Elde anten, kiremit tepelerinde deli gibi gezmek.

5- İlk halk bandı telsizimi alsam da elde telsiz “break, break bayan arkadaş arıyorum diyemeyip utanmak” yüzünden telsizleri satmak.

5a- FM radyolar kurup, amatör radyoculuk yapmak. Bunu daha sonra PC üzerinden sürdürüp, MP3 radyoları açmak. Canlı yayınlara çıkmak.

6- Bilgisayarla ve internetle tanışma evresi:
Mirc sohbet programından siyah text metinlerle insanlarla iletişim kurmaya çalışmak. Hoş sohbetlerde söz söylemek, ağustos böceği gibi şiirler yazmak.

7- SWC Superonline Word Club’da bugünün bloglarına benzer sayfalar düzenlemek. İnsanlarla swc kulüp üzerinden letişim kurmak.

8- İlk online sohbet programlarından yeşil çiçekli ICQ ile tanışmak. Küçük icq numaralarının revaçta olduğu ortamlarda insanlarla geyiksel iletişimler kurmak. İcq numarasını ezberlemek yüzünden,  bankada SGK numaram bu diye görevlilerle tartışmak. Sonra, aptal durumuna düşmek.

9-Yahoo Messenger, Aol, odigo vb. programları denemek. Aynı anda birden çok iletişim kanalını kullanarak parmaklarını ve beynini lüzumsuz yere yormak. Sakız çiğnerken yolda da yürüyebilirim, ayaklarım da dolaşmaz diyerek bir nevi multitasking'le övünmek.

10- Msn, SKYPE ile, iş dışında da sohbet amaçlı iletişimler kurmak. Ses ve görüntünün keşfi ile yeni ufuklar, yeni umutlar ve hayal kırıklıkları ile tanışmak. Sormaktan bıktığı bazı şeyleri görerek zıvanadan çıkmak.

11-Gtalk ile mail sayfasından iletişim kurmanın rahatlığını yaşamak. Bir veya birkaç arkadaş ile sohbet ederken, iş de yapabilmenin rahatlığını yaşamak.

12- Blogger öncesi Wordpress ile bloglar hazırlamak, arkadaş grupları oluşturmak. Ardından bloglar ile halka açılmak. Kaleminden kan ve bal damlatıp, arada yorumlar da yaparak sosyal medyada yer almaya başlamak. Bol bol iş ve laf üretmek. Lafı daha bolca üretmek. Blog üstüne blog açıp, okuyucuyu da bıktırmak. Tacizlere uğrayıp blog kapamak, sonra yeniden açmak.

13-Twitter’e birkaç defa katılıp, bir halt anlayamayınca boş vermek. Hâlâ, ne işe yarıyor len bu twitter? Diyenler arasında mahsur ve mahzun kalmış olmak.

14- Facebook’tan uzak durmaya çalışıp sonunda ipin ucunu koyuvermek. 3-5-10 derken bir kaç 100 hiç tanımadığı arkadaş edinmek. Sonunda Facebook’a biraz biraz ısınmak. Bu aralar gündemine face'i daha fazla almak.

15- Friendfeed belasına bir kaç kez bulaşıp, geceleri uykusuz kalmak, gereksiz sinir harbi yaşamak ve sonunda FF'i terk etmek.

16-Yahoo Meme, google buzz vb. servislerden bir halt anlamamak. Denemeye bile yeltenmemek. 


17- Formspring. me ye göz kırpmak ama bir türlü hesap açmamak. Tumblr ile ilgilense de bu konuda kararsız kalmak. Paylaşacak resimlerin belden aşağı olmazsa bir işe yaramayacağı gibi bir ön yargı sahibi olmak. Vazcaymak.

18- Tüm bunları yaparken reel arkadaşlarından sürekli şikâyetler almak. Arkadaşların "Lan, niye kendi kendine gülüyon oğlum. Bir yüzümüze bak lan. Kestin iyice muhabbeti ha. Kıçını kaldırsan o koltuktan da, bir ziyaretimize gelsen" türü sitemlerine muhatap olmak.

19- İşlevsel cep telefonlarını bir türlü öğrenemezken sonunda yolculuklar yüzünden pes edip 3g, wap, cepten msn ile tanışmak ve beceremese de kullanır gibi yapmak.

20- Arada kaynamış irili ufaklı birkaç yöntem ve uygulama daha saymak mümkün tabi ki. Neticede boşa geçmiş zamanların yanında, bir kaç iyi dost, arkadaş edinmek. İnsanlarla çeşitli kültürel, edebi veya edepsiz sohbetler yapmak.

Say say bitmiyor bu konular değil mi?
Şahsen sizin de benzer hikâyeleriniz vardır, bundan eminim.

Ben şöyle 10 yıl içerisinde aklıma ve başıma gelenleri bir bir sıralayıverdim. Mutlaka siz de bu listeye "online sohbet programları, sesli chatler, radyo chatler, siber âlemler, çeşitli gruplar, forumlar, sözlükler, itiraf.com'lar" ya da aklınıza gelen bir sürü uygulamaları ekleyebilirsiniz.

Neticede hepsi insanlar tarafından, insanlar için üretilmiş iletişim kanalları. Ama hangisin 21'nci yüzyılın "kendini kalabalıklar içinde yalnız hissetme hastalı"ğına çare bulduğunu sorarsanız, cevabı tabi ki E şıkkı. Hiçbiri.

Ben artık bu işin sonunun nereye varacağını biliyorum.
Uzaylılarla iletişim kuramadık ama en sonunda meleklerle iletişim kuracağımızı düşünüyorum.

Tabi sandığınız gibi, adı melek olan ya da yukarıdaki resimde gördüğünüz hayali fıstıklarla değil. Eğer sonumuz topluca gelirse önce İsrafil’le ardından da Azrail’le. Ondan sonra kabir melekleri, sorgu sual melekleri, huriler, gılmanlar, cehennem zebanileri


Aştık artık olayı hepimiz.
Yanıbaşımızdakilerle giderek uzaklaşsak da, sonunda başkalarıyla iletişimin dibine vuracağız bu gidişle.
Hadi bakalım hayırlısı.


Her insanın iletişim macerası ana karnına tekme attığı anlarla başlar, hişt birader bana bak diye omzunuzu dürten ayıların ana karnındaki o ilk gelişim evresinde kaldığını düşünebilirsiniz çünkü iletişimin ilk yolu dürtmektir. Nitekim facebook’da içimizdeki öküz için dürtme düğmesini koymuştur oraya…

Doğduktan sonra, avazımız çıktığı kadar bağırarak iletişim kurma yolunu deneriz. Gerçi erkeklerin daha o anda bazı hemşirelerin kendilerine gösterdikleri ilgi yüzünden başka bir iletişim yolu daha keşfettikleri söylenirse de inanmayın, laf-ı güzaftır.

Karnımız acıkınca zırlarız. Henüz iletişimin kendisi bir ihtiyaç haline gelmediğinden o yıllarda iletişimi ihtiyaçlarımızın giderilmesinde kullanırız. Nitekim ağlamayan çocuğa meme vermezler sözü oradan gelir.

Zaman geçtikçe biz de büyürüz. Elimizle kolumuzla, orta parmağımızla iletişim kurmayı öğreniriz. Sonrasında ise ağzımız laf yapmaya başlar. Parmağımızla işaret ederek istediklerimizi, dilimizin döndüğünce ifade edip, derdimizi anlatmak için dilimizi kullanmaya başlarız.

Dilimizi kullandığımız farklı bir iletişim kanalı daha olsa da, o cinsel bilgiler dersinin alanına girdiğinden konumuz dışıdır. Altı da üstü de Fransızca demekle yetinelim. Bahsettiğimiz Fransızca'nın da yabancı bir dil olmadığını, kendi dilinizi kullanmanız gerektiğini belirtelim yeter.

Okumayı ve yazmayı, dürtmek ve konuşmaktan sonra öğreniriz. Hangisi önce gelişir bilinmez ama okuyup yazamayanlarımız olduğuna göre demek ki okumayı önce öğreniriz. Bu sayede kitaplar, dergiler, TV'ler, bilgisayarlar ile iletişim kurmayı öğreniriz. Artık bizim için iletişim bir araç olmanın yanında, yavaş yavaş  olmazsa olmaz bir ihtiyaç halini almıştır.

İşte bu fakirin bu aşamalardan sonraki iletişim macerası :

1- Ortaokul’da beğendiği kızlara mektup yazıp, defterlerinin arasına ve paltolarının ceplerine koymak, yazdığı mektupları içine taş sarıp balkonlarına atmak.

2- Yabancı dil ayağına “pen friend” amaçlı kız arkadaş edinmek için yurtdışına mektup atma denemeleri yapmak.

2a- Tmeditasyon teknikleri ile zihinlere ulaşmaya çalışmak. Bir gece önceden yatmadan planlanmış rüyalar görmeye çalışmak.

3- Çeşitli dergi ve gazetelerde şiir, yazı, makale ve fıkralar yazmak. İnsanlara bir şeyler söyleyeyip, meramını anlatmak.

3a- Okuyup, üfleyen bazı hocamsı vatandaşlara takılıp, iyi kötü cinlerle çat pat iletişim kurmak. Öbür âlemden mesajlar almaya çalışmak.

4- Çanak antenler yokken çatılara Yunanistan kanallarını izleyecek antenler kurmak. Elde anten, kiremit tepelerinde deli gibi gezmek.

5- İlk halk bandı telsizimi alsam da elde telsiz “break, break bayan arkadaş arıyorum diyemeyip utanmak” yüzünden telsizleri satmak.

5a- FM radyolar kurup, amatör radyoculuk yapmak. Bunu daha sonra PC üzerinden sürdürüp, MP3 radyoları açmak. Canlı yayınlara çıkmak.

6- Bilgisayarla ve internetle tanışma evresi:
Mirc sohbet programından siyah text metinlerle insanlarla iletişim kurmaya çalışmak. Hoş sohbetlerde söz söylemek, ağustos böceği gibi şiirler yazmak.

7- SWC Superonline Word Club’da bugünün bloglarına benzer sayfalar düzenlemek. İnsanlarla swc kulüp üzerinden letişim kurmak.

8- İlk online sohbet programlarından yeşil çiçekli ICQ ile tanışmak. Küçük icq numaralarının revaçta olduğu ortamlarda insanlarla geyiksel iletişimler kurmak. İcq numarasını ezberlemek yüzünden,  bankada SGK numaram bu diye görevlilerle tartışmak. Sonra, aptal durumuna düşmek.

9-Yahoo Messenger, Aol, odigo vb. programları denemek. Aynı anda birden çok iletişim kanalını kullanarak parmaklarını ve beynini lüzumsuz yere yormak. Sakız çiğnerken yolda da yürüyebilirim, ayaklarım da dolaşmaz diyerek bir nevi multitasking'le övünmek.

10- Msn, SKYPE ile, iş dışında da sohbet amaçlı iletişimler kurmak. Ses ve görüntünün keşfi ile yeni ufuklar, yeni umutlar ve hayal kırıklıkları ile tanışmak. Sormaktan bıktığı bazı şeyleri görerek zıvanadan çıkmak.

11-Gtalk ile mail sayfasından iletişim kurmanın rahatlığını yaşamak. Bir veya birkaç arkadaş ile sohbet ederken, iş de yapabilmenin rahatlığını yaşamak.

12- Blogger öncesi Wordpress ile bloglar hazırlamak, arkadaş grupları oluşturmak. Ardından bloglar ile halka açılmak. Kaleminden kan ve bal damlatıp, arada yorumlar da yaparak sosyal medyada yer almaya başlamak. Bol bol iş ve laf üretmek. Lafı daha bolca üretmek. Blog üstüne blog açıp, okuyucuyu da bıktırmak. Tacizlere uğrayıp blog kapamak, sonra yeniden açmak.

13-Twitter’e birkaç defa katılıp, bir halt anlayamayınca boş vermek. Hâlâ, ne işe yarıyor len bu twitter? Diyenler arasında mahsur ve mahzun kalmış olmak.

14- Facebook’tan uzak durmaya çalışıp sonunda ipin ucunu koyuvermek. 3-5-10 derken bir kaç 100 hiç tanımadığı arkadaş edinmek. Sonunda Facebook’a biraz biraz ısınmak. Bu aralar gündemine face'i daha fazla almak.

15- Friendfeed belasına bir kaç kez bulaşıp, geceleri uykusuz kalmak, gereksiz sinir harbi yaşamak ve sonunda FF'i terk etmek.

16-Yahoo Meme, google buzz vb. servislerden bir halt anlamamak. Denemeye bile yeltenmemek. 


17- Formspring. me ye göz kırpmak ama bir türlü hesap açmamak. Tumblr ile ilgilense de bu konuda kararsız kalmak. Paylaşacak resimlerin belden aşağı olmazsa bir işe yaramayacağı gibi bir ön yargı sahibi olmak. Vazcaymak.

18- Tüm bunları yaparken reel arkadaşlarından sürekli şikâyetler almak. Arkadaşların "Lan, niye kendi kendine gülüyon oğlum. Bir yüzümüze bak lan. Kestin iyice muhabbeti ha. Kıçını kaldırsan o koltuktan da, bir ziyaretimize gelsen" türü sitemlerine muhatap olmak.

19- İşlevsel cep telefonlarını bir türlü öğrenemezken sonunda yolculuklar yüzünden pes edip 3g, wap, cepten msn ile tanışmak ve beceremese de kullanır gibi yapmak.

20- Arada kaynamış irili ufaklı birkaç yöntem ve uygulama daha saymak mümkün tabi ki. Neticede boşa geçmiş zamanların yanında, bir kaç iyi dost, arkadaş edinmek. İnsanlarla çeşitli kültürel, edebi veya edepsiz sohbetler yapmak.

Say say bitmiyor bu konular değil mi?
Şahsen sizin de benzer hikâyeleriniz vardır, bundan eminim.

Ben şöyle 10 yıl içerisinde aklıma ve başıma gelenleri bir bir sıralayıverdim. Mutlaka siz de bu listeye "online sohbet programları, sesli chatler, radyo chatler, siber âlemler, çeşitli gruplar, forumlar, sözlükler, itiraf.com'lar" ya da aklınıza gelen bir sürü uygulamaları ekleyebilirsiniz.

Neticede hepsi insanlar tarafından, insanlar için üretilmiş iletişim kanalları. Ama hangisin 21'nci yüzyılın "kendini kalabalıklar içinde yalnız hissetme hastalı"ğına çare bulduğunu sorarsanız, cevabı tabi ki E şıkkı. Hiçbiri.

Ben artık bu işin sonunun nereye varacağını biliyorum.
Uzaylılarla iletişim kuramadık ama en sonunda meleklerle iletişim kuracağımızı düşünüyorum.

Tabi sandığınız gibi, adı melek olan ya da yukarıdaki resimde gördüğünüz hayali fıstıklarla değil. Eğer sonumuz topluca gelirse önce İsrafil’le ardından da Azrail’le. Ondan sonra kabir melekleri, sorgu sual melekleri, huriler, gılmanlar, cehennem zebanileri


Aştık artık olayı hepimiz.
Yanıbaşımızdakilerle giderek uzaklaşsak da, sonunda başkalarıyla iletişimin dibine vuracağız bu gidişle.
Hadi bakalım hayırlısı.

Sarılıp öpsen olmaz

3 yorum:

Sağdan saysan 29 soldan saysan 29.
bir kaç ingilizce harf de kullanıyoruz. toplasan 32 dişin kadar harfin var işte kullandığın. smileyleri ekle. biraz inilti, of puf ses efekti.. şşşş ler oha ve çüşş...leri de eklesen yok işte neticede eldeki malzeme bu.

iki harfi yanyana getirip hece, hecelerden bilmece yapıyoruz. eski günlerdeki hece tabloları gibi sen ab diyorsun ben ba veya her ikimizde ma_ma diyoruz mecburen. hece tablosunun yasaklı ilk hecesi yüzünden. üç harflilere geliyor sonra sıra al_lar artık mor oluyor. sen rom diyorsun ben pis sarhoş diye sırıtıyorum. cin gibi nic ler buluyoruz. yarı türkçe yarı ingilizcemizle..
sonra sen kelimelere anlam katmaya başlıyorsun. aşk diyorsun birdenbire kelimeler tutuşuyor dilinde. ben kekeliyorum sev_gi de kalıyorum. sonra kuş dilince be_ge ne_gen se_ge ni_gi....
böyle sürüyor dilimizde kelimelerin yolculuğu...
cümleler çıkıyor ortaya ardından. havadan sudan ve Sudan'dan konuşabiliyoruz böylece.

bir fırsatını bulup sonra sarılıyorum sana harf harf hece hece cümlelerimle . gündüz ve her gece kollarıma ve koynuma alıyorum...
yağmur yağıyor diyorsun, hava soğuk diyorsun ve üşüyorsun... ısıtmayı diliyorum. uf! o luyorum....

böyle kalmıyor. herkesle konuşuyoruz yanıbaşımızdakinden başlayarak. hal hatır soruyoruz. birbirimizi öğreniyoruz. oturduğumuz semtleri. caddeleri sokakları. blog oluyoruz sonra okunuyoruz. roman öykü ve şiir. kelimeler kelimeler kelimeler...

oysa ne kadar kolay bir sen olsak bu dünyada ve bir ben 1D olmasa mesafeler.

kelimelere de ihtiyaç duymazdık seslere de. hatta gözlerimizi de kapardık karanlık gecelerde bile.
nefesin yeterdi...
ellerin yeterdi
kokun yeterdi
dokun yeterdi...
ama gel gör ki şimdi...

hal hatır sormak için bile seni sokak ortasında (kelimesiz) sarılıp öpsemmm olmaz....
not: niye öpemicekmişsin diyen sayın okuyucu.
aslında bu yazının konusu insanın kelimelere ihtiyaç duymadığı kurgusal bir dünyada sadece dokunarak iletişim kurması üzerine bir kurmacaydı... ve sarılıp öpsem olmaz ifadesi kadın erkek farketmeden herhangi bir insanla dokunarak iletişim kurmak üzerine söylenmişti. ancak romantizm ağır bastı ve yazı romantizmin kurbanı oldu. siz bi de öbür türlü kurgulandığını düşünüverin bi zahmet...

Sağdan saysan 29 soldan saysan 29.
bir kaç ingilizce harf de kullanıyoruz. toplasan 32 dişin kadar harfin var işte kullandığın. smileyleri ekle. biraz inilti, of puf ses efekti.. şşşş ler oha ve çüşş...leri de eklesen yok işte neticede eldeki malzeme bu.

iki harfi yanyana getirip hece, hecelerden bilmece yapıyoruz. eski günlerdeki hece tabloları gibi sen ab diyorsun ben ba veya her ikimizde ma_ma diyoruz mecburen. hece tablosunun yasaklı ilk hecesi yüzünden. üç harflilere geliyor sonra sıra al_lar artık mor oluyor. sen rom diyorsun ben pis sarhoş diye sırıtıyorum. cin gibi nic ler buluyoruz. yarı türkçe yarı ingilizcemizle..
sonra sen kelimelere anlam katmaya başlıyorsun. aşk diyorsun birdenbire kelimeler tutuşuyor dilinde. ben kekeliyorum sev_gi de kalıyorum. sonra kuş dilince be_ge ne_gen se_ge ni_gi....
böyle sürüyor dilimizde kelimelerin yolculuğu...
cümleler çıkıyor ortaya ardından. havadan sudan ve Sudan'dan konuşabiliyoruz böylece.

bir fırsatını bulup sonra sarılıyorum sana harf harf hece hece cümlelerimle . gündüz ve her gece kollarıma ve koynuma alıyorum...
yağmur yağıyor diyorsun, hava soğuk diyorsun ve üşüyorsun... ısıtmayı diliyorum. uf! o luyorum....

böyle kalmıyor. herkesle konuşuyoruz yanıbaşımızdakinden başlayarak. hal hatır soruyoruz. birbirimizi öğreniyoruz. oturduğumuz semtleri. caddeleri sokakları. blog oluyoruz sonra okunuyoruz. roman öykü ve şiir. kelimeler kelimeler kelimeler...

oysa ne kadar kolay bir sen olsak bu dünyada ve bir ben 1D olmasa mesafeler.

kelimelere de ihtiyaç duymazdık seslere de. hatta gözlerimizi de kapardık karanlık gecelerde bile.
nefesin yeterdi...
ellerin yeterdi
kokun yeterdi
dokun yeterdi...
ama gel gör ki şimdi...

hal hatır sormak için bile seni sokak ortasında (kelimesiz) sarılıp öpsemmm olmaz....
not: niye öpemicekmişsin diyen sayın okuyucu.
aslında bu yazının konusu insanın kelimelere ihtiyaç duymadığı kurgusal bir dünyada sadece dokunarak iletişim kurması üzerine bir kurmacaydı... ve sarılıp öpsem olmaz ifadesi kadın erkek farketmeden herhangi bir insanla dokunarak iletişim kurmak üzerine söylenmişti. ancak romantizm ağır bastı ve yazı romantizmin kurbanı oldu. siz bi de öbür türlü kurgulandığını düşünüverin bi zahmet...

Anılarınızı kaydedin, yoksa kaybedersiniz

Hiç yorum yok:
Size bir akıllı telefon vb cihaz reklamı falan yapıyor değilim. Bilakis bu tip cihazların bir uyaran olarak var olduğu sohbetleri "hack"lediği kanısındayım.

Hepimizin bir hayatı var. Bu hayatı paylaştığımız arkadaşlarımız, eşimiz, dostumuz, çocuklarımız, sevdiğimiz insanlar. Teknoloji ve sanayileşme çağında iş güç derken ancak evde baş başa kalabildiğimiz daha doğrusu öyle sandığımız insanlar.

Oysa öyle mi? Günün yorgunluğu ile eve geldiğinizde telefonunuz peşinizi bırakıyor mu? Ya evde sizi açık bir televizyon karşılıyor olmasın. Bilgisayarınız gün boyu zaten sizinleydi ama evde de bir tane var belki de.

Bir sohbete başladığınızda, sabah kalktığınız andan, gece uykuya gidene kadar beynimiz anılarımızı kaydeder. Bizim için anlamlı olayları saklar. Kişiliğimizi, geleceğimizi oluşturmak adına yaşadığımız yakın geçmişi kaydeder.

Ceketinizi askıya astığınızda burnunuza gelen yemek kokusunu, belki yemek yaparken annenizin, eşinizin mırıldandığı bir şarkıyı, belki güne karışmış kuş seslerini, belki bir kapı gıcırtısını, damlatan bir musluğu... Ama o kayıt esnasında açık televizyonda bir dizi repliği, izlemekten bıktığınız bir deterjan reklamı da araya karışır.

Çocuğunuzu kucaklar, torununuzu sever, ya da derslerinize bir göz atmak istersiniz. Belki de günün heyecanı ile okulda yaşadığınız bir kaç anı günlüğünüze yazmak, bir kaç dize şiir bir dörtlük karalamak ama ne mümkün muhabbet kuşlarının bile cep telefonu melodisi gibi öttüğü bir ortamda birden cebinize gelen bir mesajla irkilirsiniz. Kim bilir hangi firmaya satılmış telefon numaranıza istenmeyen bir reklam, ya da hangi whatsapp grubundan duyarlılık mesajları..

Hani telefonu elinize almışken bir facebook hesabınıza, twitter ve instagram'a bakmadan geçemezsiniz. Siz bunu yaparken evdeki diğer bireyler de benzer şeyler yapmaktadır. O yüzden sohbetleriniz derinlik kazanamaz. Birinin içtenlikle anlattığını diğeri aklı telefonunda ya da televizyondaki bir reklamda olduğu için kaçırır.

Hele kuşak farkı olan yaşlılarla biriktirmeniz gereken çok daha değerli anılar bu reklam ve dijital bombardıman arasında silik birer ses olarak kalır.

Bu durum bir pikniğe gittiğinizde de peşinizi bırakmaz. Kapsama alanında olduğunuz sürece teknoloji sizin anılarınızı kaydetmenize imkân vermez. Üstelik de anılarınızı kaydetme iddiası ile "özçekim"ler yaparken. Mangalda tüten köfteyi anlamlı kılan damak tadınız değil "selfie"leriniz olur.
En iyi arkadaşınızla dostluğunuzu gösteren de yaşadıklarınız değil sahte gülümsemelerle çektiğiniz fotoğraflarınız.

Allah'tan ki beynimiz ne kadar yorulursa yorulsun bu tür verileri, yani sapla samanı ayrıştıracak güçtedir. Gereksiz olanları filtreler ve zamanın çöplüğüne yollar. Ancak o kadar yoğun bombardıman altındasınızdır ki, beyninizin kayıt esnasında veri alacağı gözleriniz kulaklarınız ve duygularınız ya televizyonda ya elinizdeki telefonda bilgisayarda kaybolup gitmiştir.

Teknoloji bununla da yetinmez, size sanal gözlüklerle sanal hikâyeler sunar. İzlediğiniz diziler filmler yetmez hayatınızı şekillendirmek için gerçeğe yakın sunumlarla aklınızı çeler. Böylece kaydetmeniz gereken anılar kaybedilir. Hatırlamakta güçlük çekmenize gerek yok çünkü beyninize onları kaydedecek fırsatı bile tanımamışsınızdır. Sohbetleriniz vardır, kelimeleriniz eksiktir. Kelimeleriniz vardır, hisler, duygular eksiktir.

Yapmayın. Elinizde fırsat varken içtiğiniz su, soluduğunuz hava gibi anılarınızı da saf ve duru kaydetmeye bakın. Sevdiklerinizle sohbet ederken kısa süreli de olsa telefonu elinizden bırakın televizyonu kapatın. Günde 15-20 dakika bile olsa arı duru zamanlar ayırın kendinize, ailenize sevdiklerinize...

Bunu yıllarca teknolojiyi ve teknolojik ürünleri yoğun olarak kullanmış birisi olarak söylüyorum. Sigarayı bir türlü bırakamayıp da sevdiklerine aman içmeyin diyen biri gibi, yol yakınken kendinize ve sevdiklerinize "duru zamanlar" ayırın. Ayırın ki anılarınız kaydedilsin. Hem de akıllı cihazlar tarafından bilmem kaç mega piksellik fotoğraflar olarak değil, kanlı canlı hisli, duygu yüklü zamanlar olarak...
Size bir akıllı telefon vb cihaz reklamı falan yapıyor değilim. Bilakis bu tip cihazların bir uyaran olarak var olduğu sohbetleri "hack"lediği kanısındayım.

Hepimizin bir hayatı var. Bu hayatı paylaştığımız arkadaşlarımız, eşimiz, dostumuz, çocuklarımız, sevdiğimiz insanlar. Teknoloji ve sanayileşme çağında iş güç derken ancak evde baş başa kalabildiğimiz daha doğrusu öyle sandığımız insanlar.

Oysa öyle mi? Günün yorgunluğu ile eve geldiğinizde telefonunuz peşinizi bırakıyor mu? Ya evde sizi açık bir televizyon karşılıyor olmasın. Bilgisayarınız gün boyu zaten sizinleydi ama evde de bir tane var belki de.

Bir sohbete başladığınızda, sabah kalktığınız andan, gece uykuya gidene kadar beynimiz anılarımızı kaydeder. Bizim için anlamlı olayları saklar. Kişiliğimizi, geleceğimizi oluşturmak adına yaşadığımız yakın geçmişi kaydeder.

Ceketinizi askıya astığınızda burnunuza gelen yemek kokusunu, belki yemek yaparken annenizin, eşinizin mırıldandığı bir şarkıyı, belki güne karışmış kuş seslerini, belki bir kapı gıcırtısını, damlatan bir musluğu... Ama o kayıt esnasında açık televizyonda bir dizi repliği, izlemekten bıktığınız bir deterjan reklamı da araya karışır.

Çocuğunuzu kucaklar, torununuzu sever, ya da derslerinize bir göz atmak istersiniz. Belki de günün heyecanı ile okulda yaşadığınız bir kaç anı günlüğünüze yazmak, bir kaç dize şiir bir dörtlük karalamak ama ne mümkün muhabbet kuşlarının bile cep telefonu melodisi gibi öttüğü bir ortamda birden cebinize gelen bir mesajla irkilirsiniz. Kim bilir hangi firmaya satılmış telefon numaranıza istenmeyen bir reklam, ya da hangi whatsapp grubundan duyarlılık mesajları..

Hani telefonu elinize almışken bir facebook hesabınıza, twitter ve instagram'a bakmadan geçemezsiniz. Siz bunu yaparken evdeki diğer bireyler de benzer şeyler yapmaktadır. O yüzden sohbetleriniz derinlik kazanamaz. Birinin içtenlikle anlattığını diğeri aklı telefonunda ya da televizyondaki bir reklamda olduğu için kaçırır.

Hele kuşak farkı olan yaşlılarla biriktirmeniz gereken çok daha değerli anılar bu reklam ve dijital bombardıman arasında silik birer ses olarak kalır.

Bu durum bir pikniğe gittiğinizde de peşinizi bırakmaz. Kapsama alanında olduğunuz sürece teknoloji sizin anılarınızı kaydetmenize imkân vermez. Üstelik de anılarınızı kaydetme iddiası ile "özçekim"ler yaparken. Mangalda tüten köfteyi anlamlı kılan damak tadınız değil "selfie"leriniz olur.
En iyi arkadaşınızla dostluğunuzu gösteren de yaşadıklarınız değil sahte gülümsemelerle çektiğiniz fotoğraflarınız.

Allah'tan ki beynimiz ne kadar yorulursa yorulsun bu tür verileri, yani sapla samanı ayrıştıracak güçtedir. Gereksiz olanları filtreler ve zamanın çöplüğüne yollar. Ancak o kadar yoğun bombardıman altındasınızdır ki, beyninizin kayıt esnasında veri alacağı gözleriniz kulaklarınız ve duygularınız ya televizyonda ya elinizdeki telefonda bilgisayarda kaybolup gitmiştir.

Teknoloji bununla da yetinmez, size sanal gözlüklerle sanal hikâyeler sunar. İzlediğiniz diziler filmler yetmez hayatınızı şekillendirmek için gerçeğe yakın sunumlarla aklınızı çeler. Böylece kaydetmeniz gereken anılar kaybedilir. Hatırlamakta güçlük çekmenize gerek yok çünkü beyninize onları kaydedecek fırsatı bile tanımamışsınızdır. Sohbetleriniz vardır, kelimeleriniz eksiktir. Kelimeleriniz vardır, hisler, duygular eksiktir.

Yapmayın. Elinizde fırsat varken içtiğiniz su, soluduğunuz hava gibi anılarınızı da saf ve duru kaydetmeye bakın. Sevdiklerinizle sohbet ederken kısa süreli de olsa telefonu elinizden bırakın televizyonu kapatın. Günde 15-20 dakika bile olsa arı duru zamanlar ayırın kendinize, ailenize sevdiklerinize...

Bunu yıllarca teknolojiyi ve teknolojik ürünleri yoğun olarak kullanmış birisi olarak söylüyorum. Sigarayı bir türlü bırakamayıp da sevdiklerine aman içmeyin diyen biri gibi, yol yakınken kendinize ve sevdiklerinize "duru zamanlar" ayırın. Ayırın ki anılarınız kaydedilsin. Hem de akıllı cihazlar tarafından bilmem kaç mega piksellik fotoğraflar olarak değil, kanlı canlı hisli, duygu yüklü zamanlar olarak...

Acemaşiran

Hiç yorum yok:


Sevgili günlük

kalkamam dedim ama zoruma gitti
biz eskiden böyle değildik ki
sabahları erken kalkar
sabahçı kahvelerinde fırından yeni çıkmış sıcacık pidenin yanında yudumlardık çaylarımızı


kalk dedim oğlum!
böyle olmaz uykuda olsa yenilmemen gerek
gerçi kuşlar da yardım etti kalkmam için
yine de elimde çalar saat öylece uyumuşum bir süre daha.


aslında sokağa çıkınca biraz mahcupdum
benden erkenciler vardı
zaten ben "hep erken yada geç kalırdım hayata."


şöyle bır adımlayayım kasabayı
sabah sabah şu tatlı su akan çeşmede
avuçlarıma tatlı bırkaç yudumda alayım senı kimseler yokken


hayret çarşıda eskiden sabahçı lokantaları açık olurdu.
ya, ben şimdi çorba içmeden mi gidip eve yatıcam.
yatmak mı yatmamam gerek
iyi de gece de uyumadım doğru dürüst
Olsun Türk milleti çalışkandır.


hımm bak buldum işte
elleri sarmısak temizliyor ustanın.
Sarmısak kokulu ellere umutsuz soruyorum
-usta çorban hazırlanmadı mı daha.
hazır hazır gel...


girdim içeri ocaktaki ne çorbası sormadım ki
yaz serınliği henüz ama içimi ısıtacak birşey olsun da.
Aa kelle geldı sirkeli terbiyeli
keşke yumurtayla da yapsaydı terbiyesini az da yanına biber turşusu
Allaah. klasik Türk mutfağı geyiği
Ağzı çorba kokan bir milletiz hala annem annem.


İşler nasıl usta diyorum,
ya dıyor kimse kalmadı ki sabah gelen
geçen yıla göre bile yarı yarıya azaldı. evet haklı
ben çorbamı içene kadar da kimse gelmedi
Ey halkım sabahları çorba içmiyormusun..
ben bıle içiyorum uyuma halkım
sen de uyuma can dost.


zaten üzgünüm kalkamam dedim diye.
uyan günlüğüm uyan.
kasabalı karabasanın geldi


şimdi çorbamızı içtik 5 lira verdim
usta geriye 3 çevirdi
demek ki sabah bir porsiyon çorba 2 lira
yine birşeyler öğrendin oğlum şanslısın ve de bahtiyar
1 bardak çay kaç para acaba? "sabah fiatı yani" onu da öğreniriz
iyi de sen nerden çıkardın sabahları çayın ve çorbanın fiatının değiştiğini.
Ne bileyim abi burası Türkiye.


selam verdim
kahvede 3-5 kişi. selamımı aldılar
ya bunlar hep ihtiyar delikanlı.
merhabaa dediler sıradan. merhaba abisi merhaba
ya ne güzel eskiden imrenirdim
ihtiyarlar kendı aralarında böyle yapardı.
Ama bana da dediler, bende mi ihtiyarladım acaba.


oysa ben
sabahleyin çiğ damlasını taze bahar kokusunu
kuş seslerini duymak ve birde seni*N*için uyandım


sabah baktımda 5 ila 9 arasında
koca bir 4 saat ben boşuna yaşamışım yıllardır
noldu bana ya...


neyse bir bardak çay kırk kuruşmuş
kasabalar da çay ucuz olur
hayatı gibi insanların
ya büyük şehirde yaşasam mesela İstanbul'da


Aslında bunlardan çok fazlasını da öğrendim
bir kere oduncu Ahmet ağa o odunları ihtiyaç ayaklarına kesip getirmiş
Üç yılda zor satmış. yoksa ticari dese izin vermezlermiş
üstelik traktörcü Hasan'ın da kendi kabahati
binlira yeter demiş nakliye, traktör başına
-kendi aptallığı az istedi dedi adam.
düşündüm adam haklı.


sonra şöyle birşey en son bir adam tutmuş
incecik incecik mangallık kıydırmış bir traktörünü kendine
üstelik işçi parasını bile oduncuya ödetmiş.
Ehlikeyf Hasan yahu çıtır çıtır odun
bence oduncu kesin haklı üstelik traktörcü de burda yok.


sonra biliyormusun
uçakları bağlarlarmış o kalın halatlarla rüzgar alıp gitmesin diye
Amerika'dan ne paralar verip geiırmişiz
iyi ki Amerika varmış.


ya kelebekleri neden bağlarlar?
O halatlarla bir kuyunun içine birşey bağlayıp atsan
elli sene sonra çektin mi sapasağlam çıkarırmış.
beni de böyle assana incir dalına.

hava çok rüzgarlı olursa üç halat bağlanıyor bir uçağa.
ben hep gemileri bağlarlar sanırdım
iskele babası derken başka babalar da görmek varmış nasipde


güzel sohbet yahu sevdim
elimde çayın üstü demir on kuruşla oynarken aklıma geldi.
bu gün ödemeler var para kazanmalıyım ben de.
iyi de sen niye aklıma geliyorsun?
gel tabi de ama uslu dur biraz.


Offffffff ! caddeler boş ama hava güzel.
kuşlara bak, yıllardır aynı güzel şarkı.
Bilmem ki hiç mi unutmazlar
bir kuş kaç yıl yaşar şiirannem.?


ya ben, sence ben kolay ölürmüyüm. hayalimdeyken sen...
Sabah sabah hüzün yok oğlum! düşün hele, uyuduğun zamana yazık.


sen klasik bır Türk'sün.
bir de Light ve Gold'u oluyor bunun
Light'ının sakalı ve bıyığı olmaz herhalde. Fatih Sultan Mehmet light mıydı gold mu. Ya, soft u o da olur mu ki. şşştt suss be güpegündüz düşüme girme
delii....  seni köfte hor seni.


bak dükkana doğru geldim kumrular selamladı yine
yuvadan yeni kalkmışlar
birazdan yavrular da uyanır
peki ama şurdakinin eşi nerde?


hımm evet gördüm o da birşeyler arıyor rızk endişesi işte
biraz ekmek kırıntısı mı alsaydım lokantadan cebime.
hadi be ağzın çorba kokar senin. şiir softtur oğlum.
ağzım ne kokacak supangle mi.
ne bileyim abi?


bak bu bir günlük öyküsü sabahın
sen her sabah erken kalksan neler yazarsın kımbilir.
öyle haklsın da gece uyuyamıyorum ki sensiz, sabah kalkayım.


son birşey daha öğrendim
bu traktörcü var ya abi
Sosyalistmiş.
Sosyalistler yaramaz abi
öyle dedi ihtiyar amcam sosyalistse at gitsin yaramaz
gerçi o da sende yürü İran'a diyormuş ama
Amcam diyor ki İran zaten hapı yutmuş
bu memleket İran olmaz ama İran bu memlekete benzeyebilirmiş bir gün.


İyi de İran'da mollalar sevmez mi abi!.
ki gencecik fidanları kessinler
Peki o zaman neden eski şiirler Farsça?
neden peki "Acemaşiran?"
...
ya Prag'da bahar..?



Sevgili günlük

kalkamam dedim ama zoruma gitti
biz eskiden böyle değildik ki
sabahları erken kalkar
sabahçı kahvelerinde fırından yeni çıkmış sıcacık pidenin yanında yudumlardık çaylarımızı


kalk dedim oğlum!
böyle olmaz uykuda olsa yenilmemen gerek
gerçi kuşlar da yardım etti kalkmam için
yine de elimde çalar saat öylece uyumuşum bir süre daha.


aslında sokağa çıkınca biraz mahcupdum
benden erkenciler vardı
zaten ben "hep erken yada geç kalırdım hayata."


şöyle bır adımlayayım kasabayı
sabah sabah şu tatlı su akan çeşmede
avuçlarıma tatlı bırkaç yudumda alayım senı kimseler yokken


hayret çarşıda eskiden sabahçı lokantaları açık olurdu.
ya, ben şimdi çorba içmeden mi gidip eve yatıcam.
yatmak mı yatmamam gerek
iyi de gece de uyumadım doğru dürüst
Olsun Türk milleti çalışkandır.


hımm bak buldum işte
elleri sarmısak temizliyor ustanın.
Sarmısak kokulu ellere umutsuz soruyorum
-usta çorban hazırlanmadı mı daha.
hazır hazır gel...


girdim içeri ocaktaki ne çorbası sormadım ki
yaz serınliği henüz ama içimi ısıtacak birşey olsun da.
Aa kelle geldı sirkeli terbiyeli
keşke yumurtayla da yapsaydı terbiyesini az da yanına biber turşusu
Allaah. klasik Türk mutfağı geyiği
Ağzı çorba kokan bir milletiz hala annem annem.


İşler nasıl usta diyorum,
ya dıyor kimse kalmadı ki sabah gelen
geçen yıla göre bile yarı yarıya azaldı. evet haklı
ben çorbamı içene kadar da kimse gelmedi
Ey halkım sabahları çorba içmiyormusun..
ben bıle içiyorum uyuma halkım
sen de uyuma can dost.


zaten üzgünüm kalkamam dedim diye.
uyan günlüğüm uyan.
kasabalı karabasanın geldi


şimdi çorbamızı içtik 5 lira verdim
usta geriye 3 çevirdi
demek ki sabah bir porsiyon çorba 2 lira
yine birşeyler öğrendin oğlum şanslısın ve de bahtiyar
1 bardak çay kaç para acaba? "sabah fiatı yani" onu da öğreniriz
iyi de sen nerden çıkardın sabahları çayın ve çorbanın fiatının değiştiğini.
Ne bileyim abi burası Türkiye.


selam verdim
kahvede 3-5 kişi. selamımı aldılar
ya bunlar hep ihtiyar delikanlı.
merhabaa dediler sıradan. merhaba abisi merhaba
ya ne güzel eskiden imrenirdim
ihtiyarlar kendı aralarında böyle yapardı.
Ama bana da dediler, bende mi ihtiyarladım acaba.


oysa ben
sabahleyin çiğ damlasını taze bahar kokusunu
kuş seslerini duymak ve birde seni*N*için uyandım


sabah baktımda 5 ila 9 arasında
koca bir 4 saat ben boşuna yaşamışım yıllardır
noldu bana ya...


neyse bir bardak çay kırk kuruşmuş
kasabalar da çay ucuz olur
hayatı gibi insanların
ya büyük şehirde yaşasam mesela İstanbul'da


Aslında bunlardan çok fazlasını da öğrendim
bir kere oduncu Ahmet ağa o odunları ihtiyaç ayaklarına kesip getirmiş
Üç yılda zor satmış. yoksa ticari dese izin vermezlermiş
üstelik traktörcü Hasan'ın da kendi kabahati
binlira yeter demiş nakliye, traktör başına
-kendi aptallığı az istedi dedi adam.
düşündüm adam haklı.


sonra şöyle birşey en son bir adam tutmuş
incecik incecik mangallık kıydırmış bir traktörünü kendine
üstelik işçi parasını bile oduncuya ödetmiş.
Ehlikeyf Hasan yahu çıtır çıtır odun
bence oduncu kesin haklı üstelik traktörcü de burda yok.


sonra biliyormusun
uçakları bağlarlarmış o kalın halatlarla rüzgar alıp gitmesin diye
Amerika'dan ne paralar verip geiırmişiz
iyi ki Amerika varmış.


ya kelebekleri neden bağlarlar?
O halatlarla bir kuyunun içine birşey bağlayıp atsan
elli sene sonra çektin mi sapasağlam çıkarırmış.
beni de böyle assana incir dalına.

hava çok rüzgarlı olursa üç halat bağlanıyor bir uçağa.
ben hep gemileri bağlarlar sanırdım
iskele babası derken başka babalar da görmek varmış nasipde


güzel sohbet yahu sevdim
elimde çayın üstü demir on kuruşla oynarken aklıma geldi.
bu gün ödemeler var para kazanmalıyım ben de.
iyi de sen niye aklıma geliyorsun?
gel tabi de ama uslu dur biraz.


Offffffff ! caddeler boş ama hava güzel.
kuşlara bak, yıllardır aynı güzel şarkı.
Bilmem ki hiç mi unutmazlar
bir kuş kaç yıl yaşar şiirannem.?


ya ben, sence ben kolay ölürmüyüm. hayalimdeyken sen...
Sabah sabah hüzün yok oğlum! düşün hele, uyuduğun zamana yazık.


sen klasik bır Türk'sün.
bir de Light ve Gold'u oluyor bunun
Light'ının sakalı ve bıyığı olmaz herhalde. Fatih Sultan Mehmet light mıydı gold mu. Ya, soft u o da olur mu ki. şşştt suss be güpegündüz düşüme girme
delii....  seni köfte hor seni.


bak dükkana doğru geldim kumrular selamladı yine
yuvadan yeni kalkmışlar
birazdan yavrular da uyanır
peki ama şurdakinin eşi nerde?


hımm evet gördüm o da birşeyler arıyor rızk endişesi işte
biraz ekmek kırıntısı mı alsaydım lokantadan cebime.
hadi be ağzın çorba kokar senin. şiir softtur oğlum.
ağzım ne kokacak supangle mi.
ne bileyim abi?


bak bu bir günlük öyküsü sabahın
sen her sabah erken kalksan neler yazarsın kımbilir.
öyle haklsın da gece uyuyamıyorum ki sensiz, sabah kalkayım.


son birşey daha öğrendim
bu traktörcü var ya abi
Sosyalistmiş.
Sosyalistler yaramaz abi
öyle dedi ihtiyar amcam sosyalistse at gitsin yaramaz
gerçi o da sende yürü İran'a diyormuş ama
Amcam diyor ki İran zaten hapı yutmuş
bu memleket İran olmaz ama İran bu memlekete benzeyebilirmiş bir gün.


İyi de İran'da mollalar sevmez mi abi!.
ki gencecik fidanları kessinler
Peki o zaman neden eski şiirler Farsça?
neden peki "Acemaşiran?"
...
ya Prag'da bahar..?

Sizi yazdım canlarım

Hiç yorum yok:


Yesari'den sonra Dbp'de blog aleminden tanıdıkları hakkında kanaatlerini sıralamış. hoşuma gitti açıkçası bu durum. gerçi ben gossip'te dokunup geçmiştim bu konulara ama aynı şey değil. arkadaşların değerlendirmeleri daha samimi...
Birkaç cümlecik de ben samimiyet gösterisinde bulunayım. bakalım ahir ömrümde blog aleminden tanıdıklarımdan kimler kalmış aklımda.

Copolitik: kendisine tuhaf bir yakınlık duyduğum, samimiyetini sevdiğim blogculardan birisi. bir yazısı dolayısı ile tanıştım ve sevdim. çok okuyamasam da iyi bir insan olduğunu düşünüyorum.

BigaripwoMen: kankim benim. müstesna şahsiyet. aynı okulda okusak korkmadan sırtımı dönüp yatabilcem yurt arkadaşım olabilecek insan. güzel ve matrak görüntüsünün altında kapalı kutu.

KYBLE F: Cici bir kız, yaramazlık yapsa da, kantarın topuzunu kaçırdım mı diye düşüncek kadar ince narin düşünceli. çok fazla tanımıyorum hızlı giriş yaptı, sonra sakinleşti mi ne. daha sık okumalıyım onu.

Orijinal Delikanlı: Yüzük kardeşi olabilcem bi genç. Net konusundaki bilgisinden faydalanmam gerek. Hala delikanlı olduğu için hayat biraz daha olgunlaştırırsa tadından yenmez.

Pusarık: pek tanımıyorum. iyi bir izlenimi var bende. ff'den de anımsıyorum. daha iyi okumalıyım onu. söz veriyorum.

Cache: Sıkı yazar. okunası insan. KALP (^) değil, yürek taşıdığı kanısındayım. Az kendini beğenmiş sanki.

Qutunthiyişi:
Sağlam arkadaş. Tesbitleri yerinde. Okunur, faydalanılır bir blogger. Tavsiyelik ama her konuda hemfikir değilim kendisiyle. İşin güzel tarafı da bu.

Such: ilk göz ağrılarımdan. Ben onu takip edemiyorum ama o RsS'den okur, yorumunu yapar-dı.

La78'ers: FF'den laf paslaştığım bir arkadaş. çok tanımam ama severim.

Damat Ferit:
Birlikte herşey yapılabilecek bir insan hissi veren adam. Tarık Akan:) kanka gibi sevdim uzaktan.

Pilli Cadı:
Bizden yorum hakkını esirgese de. Arada okumaktan ve atışmaktan zevk aldığım bir blogger.

Bidost: kendimi hakikatten abisiymişim hissi verebilen güzel şahsiyet. Bi gün kendi elimle gelin etcem.

Siyah Kelebek: Tanıdığım günden beri yaşını bilmesem de hürmette kusur ederim diye titrediğim, abla hissi veren (afedersin kelebek) hoş bir anne, hanım kadın.

Devenin_bale_pabucu: Vicdanımın sesi. Gıpta ettiğim bir güzellik.

Yejades: şirin, tatlı cadı gibi algıladığım bir blogger. bilmem belki avatarındandır.

Missipipi: Tehlikeli yaratık. Güzel insan. Deli kız. çizagrafiker, işssiz, hıııh..

Siminya: Kola tenekesinden bu dünyaya armağan edilmiş güzellik. İnsan

delininbiri: sanki aynısından iki tane, biri bizim evde olduğunu düşündüğüm blogger. İçimde ona karşı garip bir sevgi var. Ailemizin kızı.

Yosun: Kayboldu gitti sanki, bi ziyaretine gitmeli hocamın.

Hevesli bardak: Özledim onu da. iyiydi. Arada dokundururdu yorumları. severdim.

Serzeniş Meraklısı: Sıkı çocuktur, okurum.

Balböcüğü:
nerdesin kız?

Pucca: Matruşka. En içindekilerden korksam da merak ediyorum. İpuçlarını gizlememiş ama genel ilgi kaportaya..

Ateş Böceği: delinin biri bi dost'la üçünü aynı kızlar yurdunun bir odasında istihdam etsem iyi arkadaş olurlardı dediğim. Aileden gibi hissettiğim bi kız. Samimi ve dokunaklı yazıyor arada.

Efsa: bezelyenin annesi, isterse güzel yazıyor, az daha isterse daha güzel de yazacak.

Emine ALBAYRAK:
Hoş ve güzel insan. O bir melek...

Hayal Meyal: Özlediklerimden

Ramazan: O bir beyefendi.

Ceset İzleri: üretken biri.... benim bir arkadaş risaleleri yazarı.

Ay Işığı : gizemli biri, merak uyandırmıştı bende. Arada kayboluyor.

Yesari: hiç bulaşmam. ikizi evlerden ırak:) sağlam yazıyor. beğeni ile izliyorum. Taşıyıcı:p

Kediye kafa atan psikopat fare: kızlar yurduna 4ncü olabilir. sırf avatarındaki eşek için bile sevebilirim onu.

Lolla: Şiir gibi yazar. Samimidir. Mimseverdir. Okunası bir blogger...

Evren: Güzel yazıyor... Okumak lazım

nebenolabildimnebaşkası: okunması gerekli biri, daha çok okunmalı. çözemedim...

Serra Demirci: Okumayı ihmal ettiklerimden. yeniden okumalı... napıyo acaba?

Sarhoş Kedi:
Arada bir geliyorlar ona ama sıkı yazar. Severim uzaktan...

Uzağa giden kadın:
Derin yazıyor, dokunaklı cümleleri var. Bazen algıda zorlanıyorum. Az erişilmez ve soğuk dursa da, gizli bir hüzün var yazdıklarında.

Zennube: Müstesna kişilik. Resimlerine hastayım. daha sıkı yazıyor şimdilerde...


Yesari'den sonra Dbp'de blog aleminden tanıdıkları hakkında kanaatlerini sıralamış. hoşuma gitti açıkçası bu durum. gerçi ben gossip'te dokunup geçmiştim bu konulara ama aynı şey değil. arkadaşların değerlendirmeleri daha samimi...
Birkaç cümlecik de ben samimiyet gösterisinde bulunayım. bakalım ahir ömrümde blog aleminden tanıdıklarımdan kimler kalmış aklımda.

Copolitik: kendisine tuhaf bir yakınlık duyduğum, samimiyetini sevdiğim blogculardan birisi. bir yazısı dolayısı ile tanıştım ve sevdim. çok okuyamasam da iyi bir insan olduğunu düşünüyorum.

BigaripwoMen: kankim benim. müstesna şahsiyet. aynı okulda okusak korkmadan sırtımı dönüp yatabilcem yurt arkadaşım olabilecek insan. güzel ve matrak görüntüsünün altında kapalı kutu.

KYBLE F: Cici bir kız, yaramazlık yapsa da, kantarın topuzunu kaçırdım mı diye düşüncek kadar ince narin düşünceli. çok fazla tanımıyorum hızlı giriş yaptı, sonra sakinleşti mi ne. daha sık okumalıyım onu.

Orijinal Delikanlı: Yüzük kardeşi olabilcem bi genç. Net konusundaki bilgisinden faydalanmam gerek. Hala delikanlı olduğu için hayat biraz daha olgunlaştırırsa tadından yenmez.

Pusarık: pek tanımıyorum. iyi bir izlenimi var bende. ff'den de anımsıyorum. daha iyi okumalıyım onu. söz veriyorum.

Cache: Sıkı yazar. okunası insan. KALP (^) değil, yürek taşıdığı kanısındayım. Az kendini beğenmiş sanki.

Qutunthiyişi:
Sağlam arkadaş. Tesbitleri yerinde. Okunur, faydalanılır bir blogger. Tavsiyelik ama her konuda hemfikir değilim kendisiyle. İşin güzel tarafı da bu.

Such: ilk göz ağrılarımdan. Ben onu takip edemiyorum ama o RsS'den okur, yorumunu yapar-dı.

La78'ers: FF'den laf paslaştığım bir arkadaş. çok tanımam ama severim.

Damat Ferit:
Birlikte herşey yapılabilecek bir insan hissi veren adam. Tarık Akan:) kanka gibi sevdim uzaktan.

Pilli Cadı:
Bizden yorum hakkını esirgese de. Arada okumaktan ve atışmaktan zevk aldığım bir blogger.

Bidost: kendimi hakikatten abisiymişim hissi verebilen güzel şahsiyet. Bi gün kendi elimle gelin etcem.

Siyah Kelebek: Tanıdığım günden beri yaşını bilmesem de hürmette kusur ederim diye titrediğim, abla hissi veren (afedersin kelebek) hoş bir anne, hanım kadın.

Devenin_bale_pabucu: Vicdanımın sesi. Gıpta ettiğim bir güzellik.

Yejades: şirin, tatlı cadı gibi algıladığım bir blogger. bilmem belki avatarındandır.

Missipipi: Tehlikeli yaratık. Güzel insan. Deli kız. çizagrafiker, işssiz, hıııh..

Siminya: Kola tenekesinden bu dünyaya armağan edilmiş güzellik. İnsan

delininbiri: sanki aynısından iki tane, biri bizim evde olduğunu düşündüğüm blogger. İçimde ona karşı garip bir sevgi var. Ailemizin kızı.

Yosun: Kayboldu gitti sanki, bi ziyaretine gitmeli hocamın.

Hevesli bardak: Özledim onu da. iyiydi. Arada dokundururdu yorumları. severdim.

Serzeniş Meraklısı: Sıkı çocuktur, okurum.

Balböcüğü:
nerdesin kız?

Pucca: Matruşka. En içindekilerden korksam da merak ediyorum. İpuçlarını gizlememiş ama genel ilgi kaportaya..

Ateş Böceği: delinin biri bi dost'la üçünü aynı kızlar yurdunun bir odasında istihdam etsem iyi arkadaş olurlardı dediğim. Aileden gibi hissettiğim bi kız. Samimi ve dokunaklı yazıyor arada.

Efsa: bezelyenin annesi, isterse güzel yazıyor, az daha isterse daha güzel de yazacak.

Emine ALBAYRAK:
Hoş ve güzel insan. O bir melek...

Hayal Meyal: Özlediklerimden

Ramazan: O bir beyefendi.

Ceset İzleri: üretken biri.... benim bir arkadaş risaleleri yazarı.

Ay Işığı : gizemli biri, merak uyandırmıştı bende. Arada kayboluyor.

Yesari: hiç bulaşmam. ikizi evlerden ırak:) sağlam yazıyor. beğeni ile izliyorum. Taşıyıcı:p

Kediye kafa atan psikopat fare: kızlar yurduna 4ncü olabilir. sırf avatarındaki eşek için bile sevebilirim onu.

Lolla: Şiir gibi yazar. Samimidir. Mimseverdir. Okunası bir blogger...

Evren: Güzel yazıyor... Okumak lazım

nebenolabildimnebaşkası: okunması gerekli biri, daha çok okunmalı. çözemedim...

Serra Demirci: Okumayı ihmal ettiklerimden. yeniden okumalı... napıyo acaba?

Sarhoş Kedi:
Arada bir geliyorlar ona ama sıkı yazar. Severim uzaktan...

Uzağa giden kadın:
Derin yazıyor, dokunaklı cümleleri var. Bazen algıda zorlanıyorum. Az erişilmez ve soğuk dursa da, gizli bir hüzün var yazdıklarında.

Zennube: Müstesna kişilik. Resimlerine hastayım. daha sıkı yazıyor şimdilerde...