Birkaç Blog Hikayesi

Buralar eskiden hep dutluktu. Sonra taze çiçeğe konan kelebekler gibi, gelenler bir üşüştüler ki; sorma gitsin.
Tabi her güzel şeyin sonu geldiği gibi, gidenler gitti, kalan sağlarla artık burada başbaşayız. Neler yazmışız, çizmişiz haydi birlikte okuyalım. Bakalım neler varmış...

tio yazar
blog etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
blog etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

İyi ki vaktiyle ölmüşsün be dede

4 yorum:
Hiç dedem olmadı benim. İyi ki de olmamış, daha doğrusu ben doğmadan iyi ki ikisi de ölmüşler. Çünkü ben ninelerimi çok severdim ve elimde imkan olsa dedelerimi döverdim.

Her ikisi de talihsiz ama benim için, talih olan kadınlardı çünkü ninelerim.

Ninelerimin ellerinde büyüdüm. Anlattıkları öyküleri dinledim. Sonra aklım biraz erdiğinde yaşam hikayelerini, çektikleri sıkıntıları dinleyerek hüzünlendim.

Bir dedem, oldukça varlıklıymış. Bu yüzden de para ya da huzur batmış olmalı ki ikinci bir eş almış. Bu yeni eşe muhabbeti çok fazla olduğundan ve ninemi çok üzdüğünden olsa gerek, bir gün ninem oturduğu yerden kalkamamış.

O günden sonra da ancak ev içinde bastonla gezerken gördüm onu. Hiç evden dışarı çıkmadı ölene kadar. Onu hep elinde bastonu ve Mona Lisa gibi oturuşuyla hatırladım.

Dedeme dair en sevmediğim öykü ise "Ramazan'da sofraya oturup, orucunu açar açmaz bir bahane bulup sofraya bir tekme atar, öbür eşinin yanına koşarmış." Geride kalanlara sofranın zehir olduğunu söylemeye gerek yok tabi. Bu yüzden, babam dedemi uzun yıllar affetmemiş, kabrine bile gitmemişti.

Diğer dedeme ait anneannemin anlattıklarından hatırladığım ise, dedemin biraz yaramaz olan dayımı "köpeğin doğurduğu" diye azarladığı. Hiç hoş bir söylem değil. Dedem eşi ölmüş yaşlı bir adamken, ikinci eş olarak aneannemi almış. Zaten dayım ve son çocuk olarak annem doğduktan sonra,  pek de uzun yaşamamış.

Anneannemin anlattıklarından hatırladığım en kötü anı ise, dedemin ilk eşinden olan oğullarının miras bölünecek diye ninemi öldüresiye dövmeleri neticesinde ninemin hayata ancak yeni kesilmiş bir koyun derisine sarılarak tutunabildiği ve yıllarca sızıntı halinde akan bir yara ile yaşadığı.

Bugünlerde hemen hemen her gün kadın cinayetlerini okuyoruz gazetelerde. İnternette ve diğer sosyal medya ortamlarında vahşet dolu haberleri duymaya alıştık artık.

Çocuğunun, anne babasının yanında, mahallesinde, çarşıda, pazarda öldürülen kadınlar. Zaten cinnet-cinayet öncesinde de o çocukların yanında dövülüyor olmalılar ki kendini erkek sanan insancıklar kadınlarına uluorta şiddet uygulamaktan, hatta çocuklarının gözü önünde öldürmekten kaçınmıyorlar eşlerini.

Herkesin bir öyküsü var. Acı, tatlı. Ama ne yazık ki bu ülkede hala kadın öyküleri daha dramatik, daha hüzün dolu ve hala çok benzer ya da aynı acılarla dolu.

Bir gün düzelmesi umuduyla...
Hiç dedem olmadı benim. İyi ki de olmamış, daha doğrusu ben doğmadan iyi ki ikisi de ölmüşler. Çünkü ben ninelerimi çok severdim ve elimde imkan olsa dedelerimi döverdim.

Her ikisi de talihsiz ama benim için, talih olan kadınlardı çünkü ninelerim.

Ninelerimin ellerinde büyüdüm. Anlattıkları öyküleri dinledim. Sonra aklım biraz erdiğinde yaşam hikayelerini, çektikleri sıkıntıları dinleyerek hüzünlendim.

Bir dedem, oldukça varlıklıymış. Bu yüzden de para ya da huzur batmış olmalı ki ikinci bir eş almış. Bu yeni eşe muhabbeti çok fazla olduğundan ve ninemi çok üzdüğünden olsa gerek, bir gün ninem oturduğu yerden kalkamamış.

O günden sonra da ancak ev içinde bastonla gezerken gördüm onu. Hiç evden dışarı çıkmadı ölene kadar. Onu hep elinde bastonu ve Mona Lisa gibi oturuşuyla hatırladım.

Dedeme dair en sevmediğim öykü ise "Ramazan'da sofraya oturup, orucunu açar açmaz bir bahane bulup sofraya bir tekme atar, öbür eşinin yanına koşarmış." Geride kalanlara sofranın zehir olduğunu söylemeye gerek yok tabi. Bu yüzden, babam dedemi uzun yıllar affetmemiş, kabrine bile gitmemişti.

Diğer dedeme ait anneannemin anlattıklarından hatırladığım ise, dedemin biraz yaramaz olan dayımı "köpeğin doğurduğu" diye azarladığı. Hiç hoş bir söylem değil. Dedem eşi ölmüş yaşlı bir adamken, ikinci eş olarak aneannemi almış. Zaten dayım ve son çocuk olarak annem doğduktan sonra,  pek de uzun yaşamamış.

Anneannemin anlattıklarından hatırladığım en kötü anı ise, dedemin ilk eşinden olan oğullarının miras bölünecek diye ninemi öldüresiye dövmeleri neticesinde ninemin hayata ancak yeni kesilmiş bir koyun derisine sarılarak tutunabildiği ve yıllarca sızıntı halinde akan bir yara ile yaşadığı.

Bugünlerde hemen hemen her gün kadın cinayetlerini okuyoruz gazetelerde. İnternette ve diğer sosyal medya ortamlarında vahşet dolu haberleri duymaya alıştık artık.

Çocuğunun, anne babasının yanında, mahallesinde, çarşıda, pazarda öldürülen kadınlar. Zaten cinnet-cinayet öncesinde de o çocukların yanında dövülüyor olmalılar ki kendini erkek sanan insancıklar kadınlarına uluorta şiddet uygulamaktan, hatta çocuklarının gözü önünde öldürmekten kaçınmıyorlar eşlerini.

Herkesin bir öyküsü var. Acı, tatlı. Ama ne yazık ki bu ülkede hala kadın öyküleri daha dramatik, daha hüzün dolu ve hala çok benzer ya da aynı acılarla dolu.

Bir gün düzelmesi umuduyla...

Gevşeklik

Hiç yorum yok:
"Şemseddin vidaları gevşettin" diye bir tekerleme vardı eskiden. Arkadaşın birini "ti" ye alırken kullanır, o kızarken biz eğlenirdik.

Gevşek insanları severim aslında. Kendim de öyle olduğumdan belki. Her ne kadar tanışmalarda "ciddi" ya da "pısırık" bulunsam da samimiyet kurulduktan sonra "esprili" ve "gevşek" biri olduğum anlaşılır kısa zamanda.

Tabi bu gevşeklik "
sululuk" ya da rahatsız edici olduğunu fark edemeyen insanların gevşekliği gibi değildir. Gevşek olmaktan kasdım argo sözlüğündeki manası ile "ilkesizlik" de değildir.

Ben şahsen samimi sohbetlerde bile uyarmaya gerek kalmadan toparlanır ama bir o kadar da kolayca yeniden cıvıyabilirim. Ne anlatıyorum ki size o kadar. Bilenler bilir işte benim bu halimi.

Aslında ben bürokrat bir ailede yetiştim. Yok yok. Ne annem ne de babam bürokrattı ama evimizin yerleşmiş kuralları vardı, demek istiyorum. Büyüklerden önce çorba kaşıklanmaz. Sofrada diz kaldırılmaz, bağdaş kurulmaz. Yemeğin ortasında "etler" salınsa bile, önünden yenir. Yüksek sesle konuşulmaz. Büyükler hep haklıdır, itiraz edilmez, sözü kesilmez bla bla.

Yazdığımdan çok daha katısını yaşadığım bu kurallara "ipe, ipe" uysam da, içten içe hep isyan etmişimdir. Yine de bugünkü duruma bakıyorum, bu kuralların hiç de fena şeyler olmadığını düşünmeye başlamışım bile. Neden ki?

Çünkü kendinden küçüklerin çenesinden sofrada nefes almaya, iki kelam etmeye zaman kalmıyor. İnsanlar haklı, haksız konuşmayı, hırçınlığı, karşısındaki insanı umarsızca hırpalamayı matah sayıyor. Hatta bazen bunu sevgiye, aşka, sahiplenmeye bağlıyor.

Ya da kendi egosuna kılıf bulup, "ben böyleyim", huyum suyum böyle diyip yırtmayı umuyor. Yani diktatörlükten bıkıp demokrasiyi getirdiğiniz bir iklimde, baskı görenlerin içinden yeni yeni diktatörler çıkmasını engelleyemiyorsunuz.

Evet ben gevşek bir adamım. Neşeli, komik görünmeyi, insanları mutlu etmeyi seven biriyim. Ama bu insanların küstahlaşmasından hoşlandığım, mazoşist olduğum anlamına da gelmiyor. M. Akif'in dediği gibi "kim dedi ki uysal koyunum"

Heyt ulan Monica!
Önünden ye bakim...

"Şemseddin vidaları gevşettin" diye bir tekerleme vardı eskiden. Arkadaşın birini "ti" ye alırken kullanır, o kızarken biz eğlenirdik.

Gevşek insanları severim aslında. Kendim de öyle olduğumdan belki. Her ne kadar tanışmalarda "ciddi" ya da "pısırık" bulunsam da samimiyet kurulduktan sonra "esprili" ve "gevşek" biri olduğum anlaşılır kısa zamanda.

Tabi bu gevşeklik "
sululuk" ya da rahatsız edici olduğunu fark edemeyen insanların gevşekliği gibi değildir. Gevşek olmaktan kasdım argo sözlüğündeki manası ile "ilkesizlik" de değildir.

Ben şahsen samimi sohbetlerde bile uyarmaya gerek kalmadan toparlanır ama bir o kadar da kolayca yeniden cıvıyabilirim. Ne anlatıyorum ki size o kadar. Bilenler bilir işte benim bu halimi.

Aslında ben bürokrat bir ailede yetiştim. Yok yok. Ne annem ne de babam bürokrattı ama evimizin yerleşmiş kuralları vardı, demek istiyorum. Büyüklerden önce çorba kaşıklanmaz. Sofrada diz kaldırılmaz, bağdaş kurulmaz. Yemeğin ortasında "etler" salınsa bile, önünden yenir. Yüksek sesle konuşulmaz. Büyükler hep haklıdır, itiraz edilmez, sözü kesilmez bla bla.

Yazdığımdan çok daha katısını yaşadığım bu kurallara "ipe, ipe" uysam da, içten içe hep isyan etmişimdir. Yine de bugünkü duruma bakıyorum, bu kuralların hiç de fena şeyler olmadığını düşünmeye başlamışım bile. Neden ki?

Çünkü kendinden küçüklerin çenesinden sofrada nefes almaya, iki kelam etmeye zaman kalmıyor. İnsanlar haklı, haksız konuşmayı, hırçınlığı, karşısındaki insanı umarsızca hırpalamayı matah sayıyor. Hatta bazen bunu sevgiye, aşka, sahiplenmeye bağlıyor.

Ya da kendi egosuna kılıf bulup, "ben böyleyim", huyum suyum böyle diyip yırtmayı umuyor. Yani diktatörlükten bıkıp demokrasiyi getirdiğiniz bir iklimde, baskı görenlerin içinden yeni yeni diktatörler çıkmasını engelleyemiyorsunuz.

Evet ben gevşek bir adamım. Neşeli, komik görünmeyi, insanları mutlu etmeyi seven biriyim. Ama bu insanların küstahlaşmasından hoşlandığım, mazoşist olduğum anlamına da gelmiyor. M. Akif'in dediği gibi "kim dedi ki uysal koyunum"

Heyt ulan Monica!
Önünden ye bakim...

Yalanın bünyede kişisel gelişimi - II

2 yorum:

Yalan ve korku, insan bünyesinde can ciğer kuzu sarması iki arkadaş gibi güçlü bir ilişki içerisindedir. Genelde d".t korkusu" yüzünden yalan söylersiniz ama korktuğunuz şey başınıza da en çok yalan söylediğiniz için gelir.

"_derse geç kaldım diye korkup, geç kağıdı alırken öğretmen sınıfa almadı deyivermiştim müdür yardımcısına. o da teneffüste öğretmeni fırçalamış:) 2.derste fırçayı ben yedim.

_tembih edildiği halde eve ekmek almayı unuttuğumda babam fırça atmasın diye "bakkalda ekmek kalmamış" dediğim gibi... bla bla"

Kısa süre sonra yalan bünyeye o kadar işler ki, neredeyse doğru söylediğiniz her an zarar göreceğinizi düşünürsünüz. "Trafik polisine, vergi memuruna, sevgiliye, eşe dosta" yalan söyler durursunuz.

Bazen de çektiğiniz acılar öyle yüreğinizi sızlatir ki, bir yalana ihtiyaç duyar ve uydurursunuz. Kendinizi kendi yalanlarınızla avutur durursunuz. Mutlu olursunuz. "O da beni çok seviyor" gibi.

Zamanla doğru söylemenin işe yaramadığını ya da bünyenize zarar verdiğini, doğruluk ve aptallığın genelde aynı kapıya çıktığını görünce yalana olan ihtiyacınız daha da artar. "askerlik ve angarya" terimlerinin içeriği bunun sayısız örnekleri ile doludur.

_Ardından yalana bir kutsallık atfedilen "bir aileyi kurtarmak" iki dosta yardımcı olmak, bazı arkadaşların vaziyeti kurtarması adına söylenen yalanlar gelir. Bu belki de en masum biçimidir yalan söylemenin. -"Yenge İbram abi akşam bizdeydi. Sonra halı sahaya maça gittik falan." gibi gibi.

Ne şişi, ne de kebabı yakmak istememektir, bir başka sebep. "Alime gücenmesin halime de" derken, bazen her ikisinin de gücenmesi ile biter macera.

Ancak tüm bunlar bir yana, bir erkek kendisine "bana asla yalan söyleme, ne olursa olsun doğruyu söyle" diyen kadınların kahir ekseriyetine bir kaç kez doğru söyleyip, söylediğine bin pişman olunca tamamlar, yalan konusundaki kişisel gelişimini.

Bana asla yalan söyleme diyen kadınların aslında "bana işime gelen, güzel yalanlar söyle, gerçeği aratmasın" demek istediğini ve yalandan nefret eden kadınların da aslında "yalandan" bir eylem içerisinde olduklarını öğrenir "ufo gören" masum erkeğimiz.

İşin aslı çoğu zaman sizden doğruluk, dürüstlük bekleyenler "gırtlağına kadar" yalanın içerisindedir. Bunu bir şekilde yaşar öğrenir, ondan sonra şu yalan dünyada "gerçeğin peşinden koşmaya pek de değer bir matah olmadığına karar verirsiniz.

 Sonra ne mi olur? Ne olacak sevip, sevildiklerinizle "gül gibi" geçinir gider, yalan dünyada artık işinize geldiğince "dosdoğru" yaşamayı öğrenirsiniz...
Hamiş: "Onlara o kadar çok yalan söylemiştim ki, aklıma artık doğrudan başka söyleyecek bir yalan gelmiyordu" -Prag'da Bahar- filminden

Yalan ve korku, insan bünyesinde can ciğer kuzu sarması iki arkadaş gibi güçlü bir ilişki içerisindedir. Genelde d".t korkusu" yüzünden yalan söylersiniz ama korktuğunuz şey başınıza da en çok yalan söylediğiniz için gelir.

"_derse geç kaldım diye korkup, geç kağıdı alırken öğretmen sınıfa almadı deyivermiştim müdür yardımcısına. o da teneffüste öğretmeni fırçalamış:) 2.derste fırçayı ben yedim.

_tembih edildiği halde eve ekmek almayı unuttuğumda babam fırça atmasın diye "bakkalda ekmek kalmamış" dediğim gibi... bla bla"

Kısa süre sonra yalan bünyeye o kadar işler ki, neredeyse doğru söylediğiniz her an zarar göreceğinizi düşünürsünüz. "Trafik polisine, vergi memuruna, sevgiliye, eşe dosta" yalan söyler durursunuz.

Bazen de çektiğiniz acılar öyle yüreğinizi sızlatir ki, bir yalana ihtiyaç duyar ve uydurursunuz. Kendinizi kendi yalanlarınızla avutur durursunuz. Mutlu olursunuz. "O da beni çok seviyor" gibi.

Zamanla doğru söylemenin işe yaramadığını ya da bünyenize zarar verdiğini, doğruluk ve aptallığın genelde aynı kapıya çıktığını görünce yalana olan ihtiyacınız daha da artar. "askerlik ve angarya" terimlerinin içeriği bunun sayısız örnekleri ile doludur.

_Ardından yalana bir kutsallık atfedilen "bir aileyi kurtarmak" iki dosta yardımcı olmak, bazı arkadaşların vaziyeti kurtarması adına söylenen yalanlar gelir. Bu belki de en masum biçimidir yalan söylemenin. -"Yenge İbram abi akşam bizdeydi. Sonra halı sahaya maça gittik falan." gibi gibi.

Ne şişi, ne de kebabı yakmak istememektir, bir başka sebep. "Alime gücenmesin halime de" derken, bazen her ikisinin de gücenmesi ile biter macera.

Ancak tüm bunlar bir yana, bir erkek kendisine "bana asla yalan söyleme, ne olursa olsun doğruyu söyle" diyen kadınların kahir ekseriyetine bir kaç kez doğru söyleyip, söylediğine bin pişman olunca tamamlar, yalan konusundaki kişisel gelişimini.

Bana asla yalan söyleme diyen kadınların aslında "bana işime gelen, güzel yalanlar söyle, gerçeği aratmasın" demek istediğini ve yalandan nefret eden kadınların da aslında "yalandan" bir eylem içerisinde olduklarını öğrenir "ufo gören" masum erkeğimiz.

İşin aslı çoğu zaman sizden doğruluk, dürüstlük bekleyenler "gırtlağına kadar" yalanın içerisindedir. Bunu bir şekilde yaşar öğrenir, ondan sonra şu yalan dünyada "gerçeğin peşinden koşmaya pek de değer bir matah olmadığına karar verirsiniz.

 Sonra ne mi olur? Ne olacak sevip, sevildiklerinizle "gül gibi" geçinir gider, yalan dünyada artık işinize geldiğince "dosdoğru" yaşamayı öğrenirsiniz...
Hamiş: "Onlara o kadar çok yalan söylemiştim ki, aklıma artık doğrudan başka söyleyecek bir yalan gelmiyordu" -Prag'da Bahar- filminden

Yalanın bünyede kişisel gelişimi - I

4 yorum:
İlk ne zaman yalan söylediğimi hatırlamaya çalışıyorum.

Sanırım küçükken yatağı ıslatıp durduğum zamanlardı. Annemin sabrının tükenip "bir daha yatağa işersen yakarım onu" dediği günlerde "şeyi" kurtarmak için sabah "anne daha uykum var yeaaa" diyerek çarşafın kurumasını beklediğim zamanlardı yalanla ilk tanışmam.

Demek ki neymiş ; "En değerli hazinenden mahrum kalma korkusu" insanı yalana iten başlıca sebepmiş.

Pek kronolojik gitmese de annemin bakkala ekmek almak için camdan attığı kağıt paranın asma yaprakları arasında kayboluk gittiği gün de ikinci yalan söyleyişim olsa gerek. Daha doğrusu ne hikmettir bilmem o para iki kat yukarıdaki pencerenin camından aşağı hiç inmedi ve ben ne kadar arasam da hiç bulamadım ama annem hep o parayı iç ettiğime inandı. Ben de sonunda karakol tipi baskılara dayanamayıp "iç ettiğimi" itiraf ettim. 

Demek ki neymiş ; "doğru söylemek işe yaramadığı zamanlarda" yalan bir kurtuluş reçetesiymiş. Ben o gün bugün ilk sorulduğunda doğruyu söylerim insanlara ona inanmazlarsa ki inanmazlar; "artık istediğim kadar" yalan söyleyebilirim.

İlkokulda zengin arkadaşlar okula bir ton harçlıkla gelip, ona buna hediyeler alarak karizma yaptığında kızlara duyulan eziklik duygusunu bastırmak için babamın cebine daldığımı hatırlıyorum. Ancak şanslıymışım ki o gün, o cepte para sayılı bir miktarmış ve saçıp savurup, kızlara hediye almama rağmen harcayamadığım o paranın (üstünü saklayacak yer de bulamadığımdan) bir kaç tokatta yakayı ele vermişim. Yoksa bugünlerde profesyonel bir "hırsız" olmak işten değil di belki de. Bir de dua ettiğim o gün "dergi parası" yalanımın iyi ki doğru olmadığı. Yoksa doğru söyleyip, sopa yemek bünyede tahribata yol açabilirdi.

Demek ki neymiş; "zor oyunu bozar, insan sopayı yediğinde doğruyu bulur ya da en yakın yalanı doğru kabulleniverirmiş."

Çamaşırın kalmadı körolmayasıca, "bu gün de okula kilotsuz git bakalım" denilip, beyaz sünnet pantalonuyla okula gittiğinde "Şşi.. İbram senin içinde don mu yok? " diyen kız arkadaşına "Ne alaka kızım, süper ince kilot bu, İzmir'den hediye geldi" yersen, numarasını çekip ondan sonra teneffüslere çıkmadan, sıradan kalkmadan günü bitirdiğinde; yalanını sağlam kazığa bağlamak gerektiğini öğreniyor insan.



Demek ki neymiş; "insanın içi görünecek kadar şeffafsa, yalan söylememeliymiş. Ya da içini veya kıçını örtecek güzel yalanlar bulabilmeliymiş."

Yine günlerden bir gün okulda sigara içen çocuklar yakalanıp tahtaya dizildiğinde, "İbram'da aramızdaydı" o niye sopa yemiyor diye sorulduğunda canla başla "-Hayııııır İbram yoktu" diyen kızların gazı ile "Ben içmedim Örtmenim!" desem de dişimin arkasındaki "sarı leke"yi gizleyemediğimden yediğim sopa ile gerçeği bulmuştum. 

Demek ki "Kızlar için yalan söylenir miş" Hele onlar motive ederse insan bülbül gibi yalan söyleyebilirmiş. Ancak ayak izleri ve "sarı leke"leri gizlemek pek mümkün olmayabilirmiş.

Sevgili takıldığın kız ortaokulda seni ekip üst sınıflarla çıkmaya başladığında yutkunarak "biz ayrıldık yeaa" demek zorunda kalınabiliyor. Nispet olsun diye alelacele bulduğun kara kuru bir kız arkadaşla çıkıp, "Sevim çok daha güzel oluumm" diyebiliyorsun. Yalanına kargalar bile gülse de, insan o acıyı ve ezikliği üstünden atabilmek için buna kendini inandırmak istiyor..

Demek ki "eziklik duygusu" insanı yalana itebilirmiş. Yalan biraz da, güzeli çirkin, çirkini güzel gösterebilmekmiş.

Duygusal bir çocuk olduğumu ve iyi kompozisyonlar yazdığımı keşfettiğimde; "Başınızdan geçen ilginç bir anı" konu başlıklı ödeve, "Yeşilçam" filmlerini aratmayacak bir senaryo ile cevap vermiştim. Öyle beğenilmişti ki; ödevim ve ben bütün okulda sınıf sınıf gezdirilip, bunu okumam istenmişti.  Bu erken ulaşılmış şöhret, beni daha güzel yalanlarla kurgulanmış öyküler yazmaya itmişti. Öyle ki, "bu yalan kompozisyonu nasıl yazdığımı anlatan" bir başka kompozisyon bu kez Lise'de aynı ilgiyi görerek beni bile şaşırtmıştı.

Demek ki "yalan sanat içindir" denilebilirmiş. İnsan yalan söyleyip durdukça, yüzü yırtılıp, kendini "sanatçı" gibi hissedebilirmiş.

                                                                                                                                                SÜRECEK
İlk ne zaman yalan söylediğimi hatırlamaya çalışıyorum.

Sanırım küçükken yatağı ıslatıp durduğum zamanlardı. Annemin sabrının tükenip "bir daha yatağa işersen yakarım onu" dediği günlerde "şeyi" kurtarmak için sabah "anne daha uykum var yeaaa" diyerek çarşafın kurumasını beklediğim zamanlardı yalanla ilk tanışmam.

Demek ki neymiş ; "En değerli hazinenden mahrum kalma korkusu" insanı yalana iten başlıca sebepmiş.

Pek kronolojik gitmese de annemin bakkala ekmek almak için camdan attığı kağıt paranın asma yaprakları arasında kayboluk gittiği gün de ikinci yalan söyleyişim olsa gerek. Daha doğrusu ne hikmettir bilmem o para iki kat yukarıdaki pencerenin camından aşağı hiç inmedi ve ben ne kadar arasam da hiç bulamadım ama annem hep o parayı iç ettiğime inandı. Ben de sonunda karakol tipi baskılara dayanamayıp "iç ettiğimi" itiraf ettim. 

Demek ki neymiş ; "doğru söylemek işe yaramadığı zamanlarda" yalan bir kurtuluş reçetesiymiş. Ben o gün bugün ilk sorulduğunda doğruyu söylerim insanlara ona inanmazlarsa ki inanmazlar; "artık istediğim kadar" yalan söyleyebilirim.

İlkokulda zengin arkadaşlar okula bir ton harçlıkla gelip, ona buna hediyeler alarak karizma yaptığında kızlara duyulan eziklik duygusunu bastırmak için babamın cebine daldığımı hatırlıyorum. Ancak şanslıymışım ki o gün, o cepte para sayılı bir miktarmış ve saçıp savurup, kızlara hediye almama rağmen harcayamadığım o paranın (üstünü saklayacak yer de bulamadığımdan) bir kaç tokatta yakayı ele vermişim. Yoksa bugünlerde profesyonel bir "hırsız" olmak işten değil di belki de. Bir de dua ettiğim o gün "dergi parası" yalanımın iyi ki doğru olmadığı. Yoksa doğru söyleyip, sopa yemek bünyede tahribata yol açabilirdi.

Demek ki neymiş; "zor oyunu bozar, insan sopayı yediğinde doğruyu bulur ya da en yakın yalanı doğru kabulleniverirmiş."

Çamaşırın kalmadı körolmayasıca, "bu gün de okula kilotsuz git bakalım" denilip, beyaz sünnet pantalonuyla okula gittiğinde "Şşi.. İbram senin içinde don mu yok? " diyen kız arkadaşına "Ne alaka kızım, süper ince kilot bu, İzmir'den hediye geldi" yersen, numarasını çekip ondan sonra teneffüslere çıkmadan, sıradan kalkmadan günü bitirdiğinde; yalanını sağlam kazığa bağlamak gerektiğini öğreniyor insan.



Demek ki neymiş; "insanın içi görünecek kadar şeffafsa, yalan söylememeliymiş. Ya da içini veya kıçını örtecek güzel yalanlar bulabilmeliymiş."

Yine günlerden bir gün okulda sigara içen çocuklar yakalanıp tahtaya dizildiğinde, "İbram'da aramızdaydı" o niye sopa yemiyor diye sorulduğunda canla başla "-Hayııııır İbram yoktu" diyen kızların gazı ile "Ben içmedim Örtmenim!" desem de dişimin arkasındaki "sarı leke"yi gizleyemediğimden yediğim sopa ile gerçeği bulmuştum. 

Demek ki "Kızlar için yalan söylenir miş" Hele onlar motive ederse insan bülbül gibi yalan söyleyebilirmiş. Ancak ayak izleri ve "sarı leke"leri gizlemek pek mümkün olmayabilirmiş.

Sevgili takıldığın kız ortaokulda seni ekip üst sınıflarla çıkmaya başladığında yutkunarak "biz ayrıldık yeaa" demek zorunda kalınabiliyor. Nispet olsun diye alelacele bulduğun kara kuru bir kız arkadaşla çıkıp, "Sevim çok daha güzel oluumm" diyebiliyorsun. Yalanına kargalar bile gülse de, insan o acıyı ve ezikliği üstünden atabilmek için buna kendini inandırmak istiyor..

Demek ki "eziklik duygusu" insanı yalana itebilirmiş. Yalan biraz da, güzeli çirkin, çirkini güzel gösterebilmekmiş.

Duygusal bir çocuk olduğumu ve iyi kompozisyonlar yazdığımı keşfettiğimde; "Başınızdan geçen ilginç bir anı" konu başlıklı ödeve, "Yeşilçam" filmlerini aratmayacak bir senaryo ile cevap vermiştim. Öyle beğenilmişti ki; ödevim ve ben bütün okulda sınıf sınıf gezdirilip, bunu okumam istenmişti.  Bu erken ulaşılmış şöhret, beni daha güzel yalanlarla kurgulanmış öyküler yazmaya itmişti. Öyle ki, "bu yalan kompozisyonu nasıl yazdığımı anlatan" bir başka kompozisyon bu kez Lise'de aynı ilgiyi görerek beni bile şaşırtmıştı.

Demek ki "yalan sanat içindir" denilebilirmiş. İnsan yalan söyleyip durdukça, yüzü yırtılıp, kendini "sanatçı" gibi hissedebilirmiş.

                                                                                                                                                SÜRECEK

Ne gülüyon ooolum?

2 yorum:
Ulan oğlum memlekette bir sürü dert var sen oturmuş komik blog yazısı yazıyosun. Vatana ihanet sayılabilir bu durum. Hain misin nesin? der diye sayın Baştanbakan! yazmayalım mı? Yok öyle olmadı durum o kadar gerilimli ve kırılgan hale geldi ki ülke gündemi gülmeyi unuttuk resmen.

Mizah dergileri kan kaybetti, mizah programları neredeyse yok sayılır. Asık suratlı bir millet olduk yani bir süredir. Gak denince azarlanan, guk diyince yuhalanan bir milletin evlatları olarak bunu haliyle bize biz ya da sevgili büyüklerimiz yaptı.

Tamam bir çok sıkıntı ile birlikte yaşıyoruz ama hayat devam ediyor ve bizler,  gülmek değilse de gülümsemek zorundayız. Sakin olalım biraz, gevşeyelim. Haydi hep birlikte... Relax


Ulan oğlum memlekette bir sürü dert var sen oturmuş komik blog yazısı yazıyosun. Vatana ihanet sayılabilir bu durum. Hain misin nesin? der diye sayın Baştanbakan! yazmayalım mı? Yok öyle olmadı durum o kadar gerilimli ve kırılgan hale geldi ki ülke gündemi gülmeyi unuttuk resmen.

Mizah dergileri kan kaybetti, mizah programları neredeyse yok sayılır. Asık suratlı bir millet olduk yani bir süredir. Gak denince azarlanan, guk diyince yuhalanan bir milletin evlatları olarak bunu haliyle bize biz ya da sevgili büyüklerimiz yaptı.

Tamam bir çok sıkıntı ile birlikte yaşıyoruz ama hayat devam ediyor ve bizler,  gülmek değilse de gülümsemek zorundayız. Sakin olalım biraz, gevşeyelim. Haydi hep birlikte... Relax


Ölmeye geldik ya zaten

4 yorum:

  

Gel de neşeli bir yazı yaz. 
Bir süredir içimizi gam kasavet kapladı. Gündem nası olduysa birden bire öyle değişti ki. Ne eğlence, sanat, ne ekonomi, borsa, döviz, ne de spor'un tadı tuzu kaldı.

   Birden bire terör ve üçüncü sayfa haberleri ülke gündemini belirler oldu. 2012 yılı ülkemizde insanların tam anlamıyla kim vurduya gittiği bir yıl oldu. Şehit haberleri her gün yürekleri dağlarken; yağmur yağdı, sel oldu TOKİ konutlarını bastı insanlar boğularak öldü. Askeri cephanelikte el bombası patladı, cephanelik havaya uçtu, 25 can öldü gitti.

   Toplum siyasilerin elinden ve dilinden dolayı gerildikçe gerildi. Muhalefet ağzını açamaz oldu. Açsa da "hainin önde gideni" ilan edildi. İktidar sahipleri güç neredeyse tamamen ellerinde olmasına rağmen, yönetimde bocalamaya başladılar. 

Kendilerini eleştiren kişi aynı siyasi düşüncede bile olsa en ufak eleştiri getireni azarlamaktan, müfteri ya da hain ilan etmekten geri durmadılar. Ama sorunlar bu yolla da çözülmedi.Ustalık dönemi ne yazık ki "hastalık" dönemine dönüştü.

   Komşularla sıfır sorun politikası ise malum olduğu üzere çöpe gitti. Komşu ülkelerin neredeyse hepsi ile kavgalı hale geldiğimiz için "sıfır komşu" gibi bir sorunumuz oldu. Adı üstünde zaten konu komşuyla iyi geçinir insan. Yapamadık, olmadı. Neredeyse herkesle takışarak, hepsini karşımızda birleştirdik.

  Üçüncü sayfa haberlerinde "kadın cinayetleri" ve "sübyan tacizleri-tecavüzleri" aldı başını gitti. Basın olayları abarttı diye mazeret uydurmanın bir kolayını bulsak da işin aslı öyle olmadı. Suç işlemekten ve cezasından çekinmeden birileri meydanı boş bulup gemi azıya aldı, sapıttılar iyice sanki...

   Sosyal medya ise, tuhaf bir mecra olarak hayatını sürdürüyor. Ünlüler twitter'de hayranları ile iletişim kurar, kimileri aforizma yumurtlarken, Facebook'ta yaşayan bir takım insanlar ise gruplaşmalar ve birbirine saldırmalar, hakaret etmeler, asparagas haberler, feyk hesaplarla gündem oluşturulmaya çalışıyor.

Yani buralar eskiden hep dutluktu ama noldu, naptıksa hayatın tadını tuzunu kaçırdık biraz sanki. Bunda toplumda yaşanan kutuplaşmanın, siyasiler arasındaki sert sözlerin ve terör olaylarının çok önemli bir katkısı olduğu aşikar.


Oysa bir insan ne zorluklarla dünyaya geliyor.  Nasıl büyüyüp, nasıl binbir güçlükle yetişiyor. "Trafikte hatalı solladı kaza yaptı öldü. Teroristti, ıslah olmadı öldü. Güvenlik gücüydü, askerdi, polisti şehit edildi. Kadın'dı şiddet gördü, evden kaçtı, öldürüldü. Çocuktu tacize ve tecavüze uğradı öldürüldü." 


Birbirimizle savaşmak ve öldürmek için ne çok sebebimiz var. Ne kolayca elimiz tetiğe gidiyor. Oysa hayat çok güzel. Esas olan yaşamak. Yazık değil mi bize ey insanlar?



-- Bu güne kadar  dünyada savaşarak çözülmüş hiç bir sorun yok. Lütfen bir de sevişerek deneyin... 

  

Gel de neşeli bir yazı yaz. 
Bir süredir içimizi gam kasavet kapladı. Gündem nası olduysa birden bire öyle değişti ki. Ne eğlence, sanat, ne ekonomi, borsa, döviz, ne de spor'un tadı tuzu kaldı.

   Birden bire terör ve üçüncü sayfa haberleri ülke gündemini belirler oldu. 2012 yılı ülkemizde insanların tam anlamıyla kim vurduya gittiği bir yıl oldu. Şehit haberleri her gün yürekleri dağlarken; yağmur yağdı, sel oldu TOKİ konutlarını bastı insanlar boğularak öldü. Askeri cephanelikte el bombası patladı, cephanelik havaya uçtu, 25 can öldü gitti.

   Toplum siyasilerin elinden ve dilinden dolayı gerildikçe gerildi. Muhalefet ağzını açamaz oldu. Açsa da "hainin önde gideni" ilan edildi. İktidar sahipleri güç neredeyse tamamen ellerinde olmasına rağmen, yönetimde bocalamaya başladılar. 

Kendilerini eleştiren kişi aynı siyasi düşüncede bile olsa en ufak eleştiri getireni azarlamaktan, müfteri ya da hain ilan etmekten geri durmadılar. Ama sorunlar bu yolla da çözülmedi.Ustalık dönemi ne yazık ki "hastalık" dönemine dönüştü.

   Komşularla sıfır sorun politikası ise malum olduğu üzere çöpe gitti. Komşu ülkelerin neredeyse hepsi ile kavgalı hale geldiğimiz için "sıfır komşu" gibi bir sorunumuz oldu. Adı üstünde zaten konu komşuyla iyi geçinir insan. Yapamadık, olmadı. Neredeyse herkesle takışarak, hepsini karşımızda birleştirdik.

  Üçüncü sayfa haberlerinde "kadın cinayetleri" ve "sübyan tacizleri-tecavüzleri" aldı başını gitti. Basın olayları abarttı diye mazeret uydurmanın bir kolayını bulsak da işin aslı öyle olmadı. Suç işlemekten ve cezasından çekinmeden birileri meydanı boş bulup gemi azıya aldı, sapıttılar iyice sanki...

   Sosyal medya ise, tuhaf bir mecra olarak hayatını sürdürüyor. Ünlüler twitter'de hayranları ile iletişim kurar, kimileri aforizma yumurtlarken, Facebook'ta yaşayan bir takım insanlar ise gruplaşmalar ve birbirine saldırmalar, hakaret etmeler, asparagas haberler, feyk hesaplarla gündem oluşturulmaya çalışıyor.

Yani buralar eskiden hep dutluktu ama noldu, naptıksa hayatın tadını tuzunu kaçırdık biraz sanki. Bunda toplumda yaşanan kutuplaşmanın, siyasiler arasındaki sert sözlerin ve terör olaylarının çok önemli bir katkısı olduğu aşikar.


Oysa bir insan ne zorluklarla dünyaya geliyor.  Nasıl büyüyüp, nasıl binbir güçlükle yetişiyor. "Trafikte hatalı solladı kaza yaptı öldü. Teroristti, ıslah olmadı öldü. Güvenlik gücüydü, askerdi, polisti şehit edildi. Kadın'dı şiddet gördü, evden kaçtı, öldürüldü. Çocuktu tacize ve tecavüze uğradı öldürüldü." 


Birbirimizle savaşmak ve öldürmek için ne çok sebebimiz var. Ne kolayca elimiz tetiğe gidiyor. Oysa hayat çok güzel. Esas olan yaşamak. Yazık değil mi bize ey insanlar?



-- Bu güne kadar  dünyada savaşarak çözülmüş hiç bir sorun yok. Lütfen bir de sevişerek deneyin... 

Facebooktan işler

4 yorum:
Bloggerin yasaklanması ile başladı herşey. Önce insanların hevesi kursağında kaldı. Ardından iştahları kesilip gitti. Sonra Facebook ve Twitter hızla yayıldı ve blog yazıp çizen insanlar birden sosyal medya canavarı oldular.

Uzun süre dirensem de sonunda sürüye ben de katıldım. Gel gör ki her an online olmaya, her an aforizma yumurtlamaya çalışmak yorucu ve insanı tüketen bir durum. Üstelik yazıp çizdiklerinizin su üstüne yazı yazmaktan pek farkı olmuyor.

Hal böyle olunca, dönüp dolaşıp kürkçü dükkanına dönmek en güzeli dedim. Kısa ve öz de olsa blogda birşeyler yazıp çizmeli ve olabildiğince Facebooktan ortamlardan uzak durmalı.

Sizi bilmem ama iletişimin bu denli hızlı olduğu ortamlar benim bünyede ters etki yapıyor. İşten güçten kalmak da işin cabası.

Tekrar buralarda paylaşımdayım...
Bloggerin yasaklanması ile başladı herşey. Önce insanların hevesi kursağında kaldı. Ardından iştahları kesilip gitti. Sonra Facebook ve Twitter hızla yayıldı ve blog yazıp çizen insanlar birden sosyal medya canavarı oldular.

Uzun süre dirensem de sonunda sürüye ben de katıldım. Gel gör ki her an online olmaya, her an aforizma yumurtlamaya çalışmak yorucu ve insanı tüketen bir durum. Üstelik yazıp çizdiklerinizin su üstüne yazı yazmaktan pek farkı olmuyor.

Hal böyle olunca, dönüp dolaşıp kürkçü dükkanına dönmek en güzeli dedim. Kısa ve öz de olsa blogda birşeyler yazıp çizmeli ve olabildiğince Facebooktan ortamlardan uzak durmalı.

Sizi bilmem ama iletişimin bu denli hızlı olduğu ortamlar benim bünyede ters etki yapıyor. İşten güçten kalmak da işin cabası.

Tekrar buralarda paylaşımdayım...

Bakın daha neler neler oldu

2 yorum:

Uzun süredir blog yazısı yazmıyorum. Bir çok blogger'de öyle sanırım. Arada bir günlük modunda blog tutan arkadaşları saymazsak durum bu. Ya vaktiyle çok yazdım ya da sosyal medya, Facebook şeysinde hergün aforizma yumurtlamaktan vakit bulamıyorum.

Bakın neler oldu geçen süre zarfında. Ülke gündemi malum. Bi adamı üstüste 3-5kere seçersen ister istemez kendisi ve çevresi havalanıyor. Kendi havası başımızın üstüne bir yere kadar da, iktidara oy veren %51 seçmenin hepsi sen benim kim olduğumu biliyor musun havasına girerse iyi olmuyor be abi. Demokrasi bu değil sanki. (buraya gündem de hoşunuza gitmeyen gelişmeleri ekleyebilirsiniz)


Başka neler mi oldu, siz onları biliyorsunuz. Aziz YILDIRIM hüküm giymeden hapis yattı, hüküm giydi suçlu bulunduğu halde serbest kaldı falan filan. Tabi biz bu işten birşey anlamadık bir Fenerbahçe'li olarak bile. Milletvekilleri hala içerde, yasama dönemini orda kapatacaklar sanırım ama iyi tarafı maaşlar çalışacak sanki. Öte yandan PKK'ya pembe gözlüklerle bakanlarda malum örgütün "kan" kırmızısına meraklı olduğunu görmüşlerdir sanırım. Ha bir de uçağımız düşürüldü Suriye tarafından. Ancak üstüste gelen çelişkili haberlerden biz yine ne olduğunu anlayamadık. Neyse her zamanki gibi Vatan Sağolsun.



Sonra beklenen sıcaklar geldi. Hem de bayağı iyi geldi hani. 48derece ve üstü rekorlara imza atarak. Haliyle donuyoruz nidalarının yerini yanıyoruz türünde şikayetler aldı ama yine de keyfi yerinde olanlar sosyal medya da "uzanmışım kumsala" tarzı görüntülerini paylaşmaya devam ettiler. Bu arada ben de tatile giden bir kaç arkadaşın angaryasına katlanınca dünyanın en zor işinin hatır gönül için "zoraki yapılan işler" olduğunu öğrendim.

Özgürlük kavramının da içi boşaltıldı ya da değişti. Bir zamanlar amerikan kotu ile solculuk yapma geleneğinin yerini "özgürlük=alkol" tarzı söylemler aldı. Özgür kalmak istiyorsan "birana sahip çık" türü söylemler, One Love gençlik festivali dolayısıyla bolca dile getirildi. Artık günümüzün özgürlük söylemleri, "alkol", "etnik ayrımcılık" ve bir de "cezaevindeki ergenekoncular"la sınırlı. Hani benim ekmeğim anne...

İşler güçler dersen, hiçbir zaman yandaş olmayı beceremediğimizden bu devirde de çok değişen birşey olmadı. Gerçi genel anlamda iyiye gidiş trendinden etkilendik ve biraz toparlandık ama hala delik büyük, yara derin. Bir iletimde dediğim gibi "Mutlu mesut yaşayıp gidiyorduk, sonra geldi bankanın biri kredi kartı verdi."Gerçekten de bankacılık ve iletişim sektörü sütün kaymağını yerken, bizim de iliğimizi kemiğimizi sömürüyor...

Derken Ramazan'da geliverdi. Ruhu ve bedeni yenileme mevsimi. Hayatın alışılagelmiş düzeni ya da düzensizliğine bir nefeslik ara verme zamanı. Umarım bunu isteyen herkes başarır ve gönlünce bir Ramazan geçirir. Benim de balkonu biraz küçültme şansım olur. Her ne kadar erkeğin ve marulun göbeklisi makbul dense de, bir yerden sonra iyi olmuyor. Hazır bakanlıkta sigaradan sonra, göbeğe de savaş açmışken bu fırsatı değerlendirmeli.

Bu aralar canım çok sıkılır oldu. Kendim de dahil herşeyden çabucak bıkar oldum. Sanırım havalardan. Artık çalışmak istemiyorum. Tatile çıkasım var. Ramazan gelmeden bayram hesabı yapar oldum. İhtiyarladım ya ondan. Biraz klavyeyi fareyi bırakıp, çapayı tırmığı ele alarak tarla bahçe ile uğraşmalı. Toprağa yaklaştıkça, toprağa basarak hem stresi azaltmalı, hem de havasına girmeli gidişlerin...

İşte öyle....

Not: Siminya dostumuz da kitap bastırdı. Alın okuyun. Fırsat bu fırsat.

Uzun süredir blog yazısı yazmıyorum. Bir çok blogger'de öyle sanırım. Arada bir günlük modunda blog tutan arkadaşları saymazsak durum bu. Ya vaktiyle çok yazdım ya da sosyal medya, Facebook şeysinde hergün aforizma yumurtlamaktan vakit bulamıyorum.

Bakın neler oldu geçen süre zarfında. Ülke gündemi malum. Bi adamı üstüste 3-5kere seçersen ister istemez kendisi ve çevresi havalanıyor. Kendi havası başımızın üstüne bir yere kadar da, iktidara oy veren %51 seçmenin hepsi sen benim kim olduğumu biliyor musun havasına girerse iyi olmuyor be abi. Demokrasi bu değil sanki. (buraya gündem de hoşunuza gitmeyen gelişmeleri ekleyebilirsiniz)


Başka neler mi oldu, siz onları biliyorsunuz. Aziz YILDIRIM hüküm giymeden hapis yattı, hüküm giydi suçlu bulunduğu halde serbest kaldı falan filan. Tabi biz bu işten birşey anlamadık bir Fenerbahçe'li olarak bile. Milletvekilleri hala içerde, yasama dönemini orda kapatacaklar sanırım ama iyi tarafı maaşlar çalışacak sanki. Öte yandan PKK'ya pembe gözlüklerle bakanlarda malum örgütün "kan" kırmızısına meraklı olduğunu görmüşlerdir sanırım. Ha bir de uçağımız düşürüldü Suriye tarafından. Ancak üstüste gelen çelişkili haberlerden biz yine ne olduğunu anlayamadık. Neyse her zamanki gibi Vatan Sağolsun.



Sonra beklenen sıcaklar geldi. Hem de bayağı iyi geldi hani. 48derece ve üstü rekorlara imza atarak. Haliyle donuyoruz nidalarının yerini yanıyoruz türünde şikayetler aldı ama yine de keyfi yerinde olanlar sosyal medya da "uzanmışım kumsala" tarzı görüntülerini paylaşmaya devam ettiler. Bu arada ben de tatile giden bir kaç arkadaşın angaryasına katlanınca dünyanın en zor işinin hatır gönül için "zoraki yapılan işler" olduğunu öğrendim.

Özgürlük kavramının da içi boşaltıldı ya da değişti. Bir zamanlar amerikan kotu ile solculuk yapma geleneğinin yerini "özgürlük=alkol" tarzı söylemler aldı. Özgür kalmak istiyorsan "birana sahip çık" türü söylemler, One Love gençlik festivali dolayısıyla bolca dile getirildi. Artık günümüzün özgürlük söylemleri, "alkol", "etnik ayrımcılık" ve bir de "cezaevindeki ergenekoncular"la sınırlı. Hani benim ekmeğim anne...

İşler güçler dersen, hiçbir zaman yandaş olmayı beceremediğimizden bu devirde de çok değişen birşey olmadı. Gerçi genel anlamda iyiye gidiş trendinden etkilendik ve biraz toparlandık ama hala delik büyük, yara derin. Bir iletimde dediğim gibi "Mutlu mesut yaşayıp gidiyorduk, sonra geldi bankanın biri kredi kartı verdi."Gerçekten de bankacılık ve iletişim sektörü sütün kaymağını yerken, bizim de iliğimizi kemiğimizi sömürüyor...

Derken Ramazan'da geliverdi. Ruhu ve bedeni yenileme mevsimi. Hayatın alışılagelmiş düzeni ya da düzensizliğine bir nefeslik ara verme zamanı. Umarım bunu isteyen herkes başarır ve gönlünce bir Ramazan geçirir. Benim de balkonu biraz küçültme şansım olur. Her ne kadar erkeğin ve marulun göbeklisi makbul dense de, bir yerden sonra iyi olmuyor. Hazır bakanlıkta sigaradan sonra, göbeğe de savaş açmışken bu fırsatı değerlendirmeli.

Bu aralar canım çok sıkılır oldu. Kendim de dahil herşeyden çabucak bıkar oldum. Sanırım havalardan. Artık çalışmak istemiyorum. Tatile çıkasım var. Ramazan gelmeden bayram hesabı yapar oldum. İhtiyarladım ya ondan. Biraz klavyeyi fareyi bırakıp, çapayı tırmığı ele alarak tarla bahçe ile uğraşmalı. Toprağa yaklaştıkça, toprağa basarak hem stresi azaltmalı, hem de havasına girmeli gidişlerin...

İşte öyle....

Not: Siminya dostumuz da kitap bastırdı. Alın okuyun. Fırsat bu fırsat.

erkeklerden öğrenilecek faydasız bilgiler

4 yorum:

sözüm meclisten dışarı.
bakıyorum bazı bloglarda hanım hanımcık yazarlarımız küfürler savurarak yazıyor herşeyi.

tamam çıtı pıtı, şeker kız kıvamında satırlar beklemiyorum da; gel vatandaş gel! argonun kralı burda tarzında yazılar biraz abartı olmuyor mu? azıcık argo her eve lazım kabul şekerim de, nedir bu kızlarda erkeksi yazma merakı. en ağır abla ben konuşurum. bak ben ..... şunu da dedim, bak ben ...mı yedim tarzında argoyu blog yazarlığının vazgeçilmez nüvesi olarak kullanmak.

tamam yaş otuzbeş yolun yarısını geçtik. genç kuşakların işine aklımız ermez o kadar, ama kızların erkeklerden rol çalması ya da öğrenebilecekleri en güzel şeylerden biri midir argo?
kimse kusura bakmasın kızlar!
erkeklerden argo küfürler dışında öğrenilebilecek daha faydalı şeyler bulunabilir:

top sektirmek, zincir çevirmek, pantalonda ayakkabı parlatmak, bıyık burmak, yere tükürmek, kafa kaşımak, burun karıştırmak gibi.

sözüm meclisten dışarı.
bakıyorum bazı bloglarda hanım hanımcık yazarlarımız küfürler savurarak yazıyor herşeyi.

tamam çıtı pıtı, şeker kız kıvamında satırlar beklemiyorum da; gel vatandaş gel! argonun kralı burda tarzında yazılar biraz abartı olmuyor mu? azıcık argo her eve lazım kabul şekerim de, nedir bu kızlarda erkeksi yazma merakı. en ağır abla ben konuşurum. bak ben ..... şunu da dedim, bak ben ...mı yedim tarzında argoyu blog yazarlığının vazgeçilmez nüvesi olarak kullanmak.

tamam yaş otuzbeş yolun yarısını geçtik. genç kuşakların işine aklımız ermez o kadar, ama kızların erkeklerden rol çalması ya da öğrenebilecekleri en güzel şeylerden biri midir argo?
kimse kusura bakmasın kızlar!
erkeklerden argo küfürler dışında öğrenilebilecek daha faydalı şeyler bulunabilir:

top sektirmek, zincir çevirmek, pantalonda ayakkabı parlatmak, bıyık burmak, yere tükürmek, kafa kaşımak, burun karıştırmak gibi.

insanlık mirası bloglar

1 yorum:

ilk maddenin ardından ~salak demeden önce 2ncisini okumanızı rica ediyorum. canımdan çok değerli aziz ve muhterem okuyucularım.

1
-bendenizin mail şifrelerimi ve bazı sitelerimin şifrelerini yazıp kasama koydum efendim. kazara ölürsem (sezeryan olması şart değil normal ölüm de olabilir) vasiyetnamemin digital bölümü hazır.

2
- bu digital vasiyetnamem sadece ticari veya sosyal amaçlı yayınladığım web sitelerine ait bilgileri içeriyor efendim. kişisel mail ve blog şifrelerim şu ana kadar içeriğe dahil değildir:)

bu konuların benim gibi kafasına takılan arkadaşların da var olabileceğini farzederek yazmayı düşündüğüm bir yazıydı. Siminya da kafaya takıyormuş anladım ki en azından bir kişi daha varmış benim gibi kafayı boşa yoran.

şahsen ben az daha ileri giderek kredi kartı ve telefon borçlarımı da vasiyetime ekledim. kime ne kadar düşeceğini (miktar değişken olduğu için) %lik dilimler halinde ifade ettim. telefon borçlarımı hallettim gibi (1 tanem ekstreyi görmek şartıyla ödemeyi kabul etti:) yani büyük ihtimalle telefon borçlarım ödenmeyecek...

kredi kartlarım konusunda ise uzak yakın tüm aile fertlerinin reddi miras talebinde bulunacaklarından eminim... bankalara ve gsm operatörlerine şimdiden geçmiş olsun dileklerimi iletirim.

bence tek sorun kişisel blog ve maillerimde. blogger hesabıma ben yeniden online olana kadar vekaleten bakacak bir blogger bulabilirim. (reenkarnasyona zerre kadar inanmasam da belki gittiğim yerde wi-fi çekiyordur diye umut ediyorum:). ve düşündüm vekalet vereceğim blogger dişi bir kişi olmalı diye karar verdim. (hay allah hemcinslerime ben bile güvenemiyorum kadınlar nasıl güvensin)

blogger hesabım yeni ve az kullanılmış olduğu için vekaleten alan kişiye pek zahmet olacağını sanmıyorum. tabi bu aynı zamanda 5 para etmez de demek oluyor ama 4 de mi etmez canım.

birmilyon pixel'den bile köşenin dönüldüğü dünyada henüz blog zenginleri türemediğinden mirasımın yenileceğine, har vurup harman savrulacağına dair bir kaydım da yok.

mail listime sarkmamak
dışında (lezbiyen bloogerlere de devretmem:) bir şartım daha var :

o da bolca spam gelen mail adreslerim. sevgili bloggerci varisim özenle mailime bakacak. yurtdışından para transfer etmek isteyen keriz avcısı maillerden, ara beni sor beni, anında uzaktan seni mutlu edeyim seni türü mail tuzaklarına kadar hepsini itina ile inceliyecek. internetten köşeyi dönme tüyosu veren ama kendisi bir türlü köşeyi dönemeyen tavsiye web adreslerine uğrayacak. (ben öyle yapıyorum da ayıp olmasın adamlara:P)

Özellikle bayan bir blogger varis istedim çünkü; neden bana gönderdiklerini bir türlü bilmediğim tales karınca yumurtası, tüy dökücü krem ve bilimum yeni çıkmış kozmetik ürünlerin spamleriyle de ilgilenmeli. (performans ve xshop ürünlerine ait spamler gözardı edilebilir, sonra ben bi ara bakarım:)

Hakikatten ben kendi mirasımı boşverdim ama insanlık mirasının hali de içler acısı.
beni okuduktan sonra vekalet verebileceğim kadar kafayı sıyırmış bir blogger çıkacağını da sanmıyorum. 500 mailden 496sının spam çıktığı bir posta kutum var. henüz yeni yeni mail adresi almadıysa birçok arkadaş da aynı konumda.

gelecek kuşaklara amma süper bir insanlık mirası bırakıyoruz ha
...
oku oku bitmez a.q

ilk maddenin ardından ~salak demeden önce 2ncisini okumanızı rica ediyorum. canımdan çok değerli aziz ve muhterem okuyucularım.

1
-bendenizin mail şifrelerimi ve bazı sitelerimin şifrelerini yazıp kasama koydum efendim. kazara ölürsem (sezeryan olması şart değil normal ölüm de olabilir) vasiyetnamemin digital bölümü hazır.

2
- bu digital vasiyetnamem sadece ticari veya sosyal amaçlı yayınladığım web sitelerine ait bilgileri içeriyor efendim. kişisel mail ve blog şifrelerim şu ana kadar içeriğe dahil değildir:)

bu konuların benim gibi kafasına takılan arkadaşların da var olabileceğini farzederek yazmayı düşündüğüm bir yazıydı. Siminya da kafaya takıyormuş anladım ki en azından bir kişi daha varmış benim gibi kafayı boşa yoran.

şahsen ben az daha ileri giderek kredi kartı ve telefon borçlarımı da vasiyetime ekledim. kime ne kadar düşeceğini (miktar değişken olduğu için) %lik dilimler halinde ifade ettim. telefon borçlarımı hallettim gibi (1 tanem ekstreyi görmek şartıyla ödemeyi kabul etti:) yani büyük ihtimalle telefon borçlarım ödenmeyecek...

kredi kartlarım konusunda ise uzak yakın tüm aile fertlerinin reddi miras talebinde bulunacaklarından eminim... bankalara ve gsm operatörlerine şimdiden geçmiş olsun dileklerimi iletirim.

bence tek sorun kişisel blog ve maillerimde. blogger hesabıma ben yeniden online olana kadar vekaleten bakacak bir blogger bulabilirim. (reenkarnasyona zerre kadar inanmasam da belki gittiğim yerde wi-fi çekiyordur diye umut ediyorum:). ve düşündüm vekalet vereceğim blogger dişi bir kişi olmalı diye karar verdim. (hay allah hemcinslerime ben bile güvenemiyorum kadınlar nasıl güvensin)

blogger hesabım yeni ve az kullanılmış olduğu için vekaleten alan kişiye pek zahmet olacağını sanmıyorum. tabi bu aynı zamanda 5 para etmez de demek oluyor ama 4 de mi etmez canım.

birmilyon pixel'den bile köşenin dönüldüğü dünyada henüz blog zenginleri türemediğinden mirasımın yenileceğine, har vurup harman savrulacağına dair bir kaydım da yok.

mail listime sarkmamak
dışında (lezbiyen bloogerlere de devretmem:) bir şartım daha var :

o da bolca spam gelen mail adreslerim. sevgili bloggerci varisim özenle mailime bakacak. yurtdışından para transfer etmek isteyen keriz avcısı maillerden, ara beni sor beni, anında uzaktan seni mutlu edeyim seni türü mail tuzaklarına kadar hepsini itina ile inceliyecek. internetten köşeyi dönme tüyosu veren ama kendisi bir türlü köşeyi dönemeyen tavsiye web adreslerine uğrayacak. (ben öyle yapıyorum da ayıp olmasın adamlara:P)

Özellikle bayan bir blogger varis istedim çünkü; neden bana gönderdiklerini bir türlü bilmediğim tales karınca yumurtası, tüy dökücü krem ve bilimum yeni çıkmış kozmetik ürünlerin spamleriyle de ilgilenmeli. (performans ve xshop ürünlerine ait spamler gözardı edilebilir, sonra ben bi ara bakarım:)

Hakikatten ben kendi mirasımı boşverdim ama insanlık mirasının hali de içler acısı.
beni okuduktan sonra vekalet verebileceğim kadar kafayı sıyırmış bir blogger çıkacağını da sanmıyorum. 500 mailden 496sının spam çıktığı bir posta kutum var. henüz yeni yeni mail adresi almadıysa birçok arkadaş da aynı konumda.

gelecek kuşaklara amma süper bir insanlık mirası bırakıyoruz ha
...
oku oku bitmez a.q

türkçe & türkçe sözlük

2 yorum:


kendimi olayın dışında tutmadan söylüyorum. konuşma ve yazma dilimiz iyice bozuldu. zaten konuşma dilimize yöresel renkler, lehçeler diyerek bir kılıf uydurmuştuk da konuştuğumuz gibi yazmaya başlayınca bir sürü dilimiz daha doğrusu lehçemiz ortaya çıktı.
ircce
blogca
rapçe
smsçe
18+
ne bileyim işte, ekleyin kafanıza göre bir sürü lehçe daha. hatta iş o kadar ileri gitti ki sadece amerikan filmlerinde gördüğümüz diyaloglar gibi "mahmut nası yazılıyor kodlar mısın?" a kadar götürdük işi. oğlum mahmut'un nasıl yazılacağı mı sorulur? niye öle diyosun abi bak:
mahmut (insanca)
mahmuuuuutt(fettanca-yellozca)
mhmt (nettirikçe)
mamııııttt (emmioğluca)
mamud (ayıca)
yani olayın cacığı çıkıyor giderek. dünyada inanmam mı diyorsunuz. olur sizi inanmanız için aya götürürüz. inanmaktan kastımız iman getirmek değil ki. benim bakış açımdan durum böyle.
yine biliyorsunuz. (siz de herşeyi biliyorsunuz hani) ingilizce türkçe sözlüklerin yerini bir çok online web sitesi aldı. babylonu unutmadık ama google'nın bu sayfayı çevir hizmeti cabası. herkesin bloglarına eklediği küçük translate gadgetleri de var.
kahraman türk programcıları az gayret edip bizler için bir gadget geliştirseler diyorum hani türkçe den türkçeye blog sözlüğü hiç fena olmaz gibime geliyor.
bu gün olmazsa bir gün işe yarayacağı kesin.


kendimi olayın dışında tutmadan söylüyorum. konuşma ve yazma dilimiz iyice bozuldu. zaten konuşma dilimize yöresel renkler, lehçeler diyerek bir kılıf uydurmuştuk da konuştuğumuz gibi yazmaya başlayınca bir sürü dilimiz daha doğrusu lehçemiz ortaya çıktı.
ircce
blogca
rapçe
smsçe
18+
ne bileyim işte, ekleyin kafanıza göre bir sürü lehçe daha. hatta iş o kadar ileri gitti ki sadece amerikan filmlerinde gördüğümüz diyaloglar gibi "mahmut nası yazılıyor kodlar mısın?" a kadar götürdük işi. oğlum mahmut'un nasıl yazılacağı mı sorulur? niye öle diyosun abi bak:
mahmut (insanca)
mahmuuuuutt(fettanca-yellozca)
mhmt (nettirikçe)
mamııııttt (emmioğluca)
mamud (ayıca)
yani olayın cacığı çıkıyor giderek. dünyada inanmam mı diyorsunuz. olur sizi inanmanız için aya götürürüz. inanmaktan kastımız iman getirmek değil ki. benim bakış açımdan durum böyle.
yine biliyorsunuz. (siz de herşeyi biliyorsunuz hani) ingilizce türkçe sözlüklerin yerini bir çok online web sitesi aldı. babylonu unutmadık ama google'nın bu sayfayı çevir hizmeti cabası. herkesin bloglarına eklediği küçük translate gadgetleri de var.
kahraman türk programcıları az gayret edip bizler için bir gadget geliştirseler diyorum hani türkçe den türkçeye blog sözlüğü hiç fena olmaz gibime geliyor.
bu gün olmazsa bir gün işe yarayacağı kesin.

Çok okunan yazılar