Bugünkü şansınız :

Sen bari uzaktan sev beni (*)

Hiç yorum yok:

Elimi tuttuğun gün, beni sevmeyi bıraktığın gün olmasın.
Tenime dokunduğun gün, ayrılık yolunda ilk adımı atanlardan olma sakın.

Kapıma getirdiğin güller o gün tükenmesin.
Alışılmışlık ve elde edilmişlik sendeki beni tüketmesin sevgilim.

Ağla demiştim benim için hatırlıyor musun? Acı bir itiraf ama evet benim için kimse ağlamadı ki. Hep gülsünler istedim sevdiklerim. Hep mutlu olsunlar benimle.
Sevdim. Çekinmedim söyledim. Sevdim tutkuyla bağlandım. Sonra benden çalanlar çaldıklarıyla çekip gittiler hayatımdan.
En çok istedikleri ben, üçbuçuk günde bıktırıverdim onları.

O kadar kolay terk edenlerden olma sen e mi. O kadar kolay terk edilen beni sen bari kolay terk etme…
O yüzden uzaktan sev beni… Tutma ellerimi, bayramdan bayrama gör yüzümü ya da gördüğün gün bayram olsun e mi?
Sen bilmiyorsun. Derin acıları var yüreğimin. Kibir değil bu gördüğün sevgilim. Senden saklanmak hiç değil.

Belki tutkunu görme arzusu, belki yine terk edilme korkusu…
Sen beni uzaktan sev… Tutma ellerimi öyle uzun uzun dalıp gitme gözlerime. Yüreğime akma ılık ılık.
Mektup yaz, mail at, sms gönder, sıcak çikolata içelim kışın son kalan gecelerinde sahil kafelerinde…

Sonra yanıma gel, dizlerimin dibine.
Öylece dur. Işığı açık bırak, kapatma perdeleri…
Bir yudum öp, bir yudum da demlediğim çaydan iç. Bisküvi, pasta, kurabiye… Ye ve git.

Yok, öyle rakı şişesinde balık olmak, masa da mum ve şarap.

Hadi evine git… Uslu çocuk ol e mi?
Yakın olanların hepsi çekip gitti.
Ne olur sen bari uzaktan sev beni…
-



(* tio'dan empati denemeleri - http://ebruliaksamlar.blogspot.com - leyla)




Elimi tuttuğun gün, beni sevmeyi bıraktığın gün olmasın.
Tenime dokunduğun gün, ayrılık yolunda ilk adımı atanlardan olma sakın.

Kapıma getirdiğin güller o gün tükenmesin.
Alışılmışlık ve elde edilmişlik sendeki beni tüketmesin sevgilim.

Ağla demiştim benim için hatırlıyor musun? Acı bir itiraf ama evet benim için kimse ağlamadı ki. Hep gülsünler istedim sevdiklerim. Hep mutlu olsunlar benimle.
Sevdim. Çekinmedim söyledim. Sevdim tutkuyla bağlandım. Sonra benden çalanlar çaldıklarıyla çekip gittiler hayatımdan.
En çok istedikleri ben, üçbuçuk günde bıktırıverdim onları.

O kadar kolay terk edenlerden olma sen e mi. O kadar kolay terk edilen beni sen bari kolay terk etme…
O yüzden uzaktan sev beni… Tutma ellerimi, bayramdan bayrama gör yüzümü ya da gördüğün gün bayram olsun e mi?
Sen bilmiyorsun. Derin acıları var yüreğimin. Kibir değil bu gördüğün sevgilim. Senden saklanmak hiç değil.

Belki tutkunu görme arzusu, belki yine terk edilme korkusu…
Sen beni uzaktan sev… Tutma ellerimi öyle uzun uzun dalıp gitme gözlerime. Yüreğime akma ılık ılık.
Mektup yaz, mail at, sms gönder, sıcak çikolata içelim kışın son kalan gecelerinde sahil kafelerinde…

Sonra yanıma gel, dizlerimin dibine.
Öylece dur. Işığı açık bırak, kapatma perdeleri…
Bir yudum öp, bir yudum da demlediğim çaydan iç. Bisküvi, pasta, kurabiye… Ye ve git.

Yok, öyle rakı şişesinde balık olmak, masa da mum ve şarap.

Hadi evine git… Uslu çocuk ol e mi?
Yakın olanların hepsi çekip gitti.
Ne olur sen bari uzaktan sev beni…
-



(* tio'dan empati denemeleri - http://ebruliaksamlar.blogspot.com - leyla)



Akıllı adam işi değildir sevmek

Hiç yorum yok:

Bendeniz herkesten çok daha geç anlamış olabilirim. Bu da  evvel zamanda bize verilen eğitimin, uslu ol çocuğum denmesinin bir dezavantajı belki.  Ama zamanla yaşayıp öğreniyor ki insan, akılla sevilmiyor.

Hani aşk bir delilik halidir derler ya. Sürsün sürebildiği kadar mümkünse. Çünkü
bildiğim, öğrendiğim kadarıyla kesinlikle akıllı adam işi değil şu aşk denilen, sevmek denilen acayip şey.

Zaten hesaba kitaba uymadığı kesin de, iş orda kalsa iyi.  Benim zihnim puştluğa da çalışır bir kere. İçinde bir şeytan barındırıyor. Çok düz bakılması gereken şeylere tıpkı akıl oyunlarındaki gibi girift bilmeceler halinde bakıyor. Böyle olunca da aşık olmak ya da bir aşkı sürdürebilmek imkansız hale geliyor. Öküzün altına buzağı saklamaktan ya da öküzün altında buzağı aramaktan yoruluyorum bir müddet sonra.

Peki bunda tek suçlu biz miyiz. Aşık olduklarımızın, ya da bize aşık  olanların hiç mi kabahati yok? Örneğin tüm sevdiklerim vakti zamanında bana deli dedi, demek ki ben deliyim  orası  kesin. Ama şahsen ben de onların pek de akıllı olmadıklarına hükmettim. Zaten akıllı insanın benim gibi bir deliyle  ne işi olabilirdi değil mi?

Yine de  benden size bir tavsiye: istikrarsız, dengesiz, takıntılı insanlarla  aşk ne kadar yıpratıcı olursa olsun, bir o kadar da keyif vericidir. Hani kararında olursa yemeğin sosu, tuzu biberi gibidir. Fazlası ise bünyeye zarardır. Kolestroldür, tansiyondur şekerdir, kalp ve baş ağrısıdır. Uzak durun. Herşeyin kararınca olanı iyidir, güzeldir.

Yani bu işin aslı, rakı nasıl şişede durduğu gibi durmuyorsa ve nasıl aslan sütü varken inek sütüyle sarhoş olunamıyorsa, aşık olunacak adamlar ve kadınlar içinde birazıcık çatlak, takıntılı, muhteris, deli dolu, neşeli, uçuk kaçık olanları daha iyidir. Tercih sebebidir.

En azından geçmişte benim rastladığım ve keyif aldığım modeller öyleydi...

Bendeniz herkesten çok daha geç anlamış olabilirim. Bu da  evvel zamanda bize verilen eğitimin, uslu ol çocuğum denmesinin bir dezavantajı belki.  Ama zamanla yaşayıp öğreniyor ki insan, akılla sevilmiyor.

Hani aşk bir delilik halidir derler ya. Sürsün sürebildiği kadar mümkünse. Çünkü
bildiğim, öğrendiğim kadarıyla kesinlikle akıllı adam işi değil şu aşk denilen, sevmek denilen acayip şey.

Zaten hesaba kitaba uymadığı kesin de, iş orda kalsa iyi.  Benim zihnim puştluğa da çalışır bir kere. İçinde bir şeytan barındırıyor. Çok düz bakılması gereken şeylere tıpkı akıl oyunlarındaki gibi girift bilmeceler halinde bakıyor. Böyle olunca da aşık olmak ya da bir aşkı sürdürebilmek imkansız hale geliyor. Öküzün altına buzağı saklamaktan ya da öküzün altında buzağı aramaktan yoruluyorum bir müddet sonra.

Peki bunda tek suçlu biz miyiz. Aşık olduklarımızın, ya da bize aşık  olanların hiç mi kabahati yok? Örneğin tüm sevdiklerim vakti zamanında bana deli dedi, demek ki ben deliyim  orası  kesin. Ama şahsen ben de onların pek de akıllı olmadıklarına hükmettim. Zaten akıllı insanın benim gibi bir deliyle  ne işi olabilirdi değil mi?

Yine de  benden size bir tavsiye: istikrarsız, dengesiz, takıntılı insanlarla  aşk ne kadar yıpratıcı olursa olsun, bir o kadar da keyif vericidir. Hani kararında olursa yemeğin sosu, tuzu biberi gibidir. Fazlası ise bünyeye zarardır. Kolestroldür, tansiyondur şekerdir, kalp ve baş ağrısıdır. Uzak durun. Herşeyin kararınca olanı iyidir, güzeldir.

Yani bu işin aslı, rakı nasıl şişede durduğu gibi durmuyorsa ve nasıl aslan sütü varken inek sütüyle sarhoş olunamıyorsa, aşık olunacak adamlar ve kadınlar içinde birazıcık çatlak, takıntılı, muhteris, deli dolu, neşeli, uçuk kaçık olanları daha iyidir. Tercih sebebidir.

En azından geçmişte benim rastladığım ve keyif aldığım modeller öyleydi...

Allah belanı vermesin diye

Hiç yorum yok:

Bu sene ramazan dilencileri daha mı agresif bana mı öyle geliyor bilmiyorum. Ya artık sizler akıllandınız da vermiyorsunuz doğru düzgün üçbeş kuruş. Haliyle onlar da bizim gibi salaklara sarıyor.

Dilenci dediğim maddi durumu zorda olup da, istemek zorunda kalan insanlar değil. İşi resmen ticarete dökmüş olanlar. Profesyoneller yani. Ancak kendilerine acıktırmayı da iyi biliyorlar.

Kimi gelip boynunu büküyor, kimi karnı burnunda, kiminin yanında ufak bir çocuk, kimisi ise işi deliliğe vurmuş direk elini uzatıyor. Ver! diyor. Kimisi 5 milyon versene, kimi sen eskiden verirdin diyor.
Ayrıca cemaatlerin, özellikle birkaç cemaatin organize davrandığına hükmettiğim elemanları hergün bir başka ilçe adı ve dernek adı vererek para istiyorlar.

Ne diyeyim, neredeyse bela okuyacaklar. Damarın da bu kadarı olmaz ki. Buyrun bu sene yaşadığımız diyaloglar:

-benden büyük bi abi-

-Abi iki lira ver ordan.
~yok birader
-bir lira da mı yok.
~yok birader
-Abi sen beni bilmeyen adam değilsin. Bozma kafamı 1 lira bari ver ordan.
~Al birader


-genç bir kadın dilenci-

-Abi işler çok zor di mi?
~Zor kardeş
-Biz de de öyle, kimse para vermiyo. Sen vercen ama di mi?
~Al sana 1 lira
-Fitreleri vermedin mi abi sen?
~ Vermedim daha
-Fitreler benim ona göre. Kimseye verme tamam mı.
~ Tamam. Para kazanalım bi.

-orta yaşlı bir kadın-
-Allah rızası için bir sadaka
~….. (ceplere bozuk para bakıyom)
-Allah kaza bela vermesin
-Allah dert verip derman aratmasın
-Allah yağmurdan beladan tufandan…
-Allah çoluğuna çocuğuna, yedi sülalene….
-Allah.....

~Oha Tamam teyze tamam al şu parayı...



Bu sene ramazan dilencileri daha mı agresif bana mı öyle geliyor bilmiyorum. Ya artık sizler akıllandınız da vermiyorsunuz doğru düzgün üçbeş kuruş. Haliyle onlar da bizim gibi salaklara sarıyor.

Dilenci dediğim maddi durumu zorda olup da, istemek zorunda kalan insanlar değil. İşi resmen ticarete dökmüş olanlar. Profesyoneller yani. Ancak kendilerine acıktırmayı da iyi biliyorlar.

Kimi gelip boynunu büküyor, kimi karnı burnunda, kiminin yanında ufak bir çocuk, kimisi ise işi deliliğe vurmuş direk elini uzatıyor. Ver! diyor. Kimisi 5 milyon versene, kimi sen eskiden verirdin diyor.
Ayrıca cemaatlerin, özellikle birkaç cemaatin organize davrandığına hükmettiğim elemanları hergün bir başka ilçe adı ve dernek adı vererek para istiyorlar.

Ne diyeyim, neredeyse bela okuyacaklar. Damarın da bu kadarı olmaz ki. Buyrun bu sene yaşadığımız diyaloglar:

-benden büyük bi abi-

-Abi iki lira ver ordan.
~yok birader
-bir lira da mı yok.
~yok birader
-Abi sen beni bilmeyen adam değilsin. Bozma kafamı 1 lira bari ver ordan.
~Al birader


-genç bir kadın dilenci-

-Abi işler çok zor di mi?
~Zor kardeş
-Biz de de öyle, kimse para vermiyo. Sen vercen ama di mi?
~Al sana 1 lira
-Fitreleri vermedin mi abi sen?
~ Vermedim daha
-Fitreler benim ona göre. Kimseye verme tamam mı.
~ Tamam. Para kazanalım bi.

-orta yaşlı bir kadın-
-Allah rızası için bir sadaka
~….. (ceplere bozuk para bakıyom)
-Allah kaza bela vermesin
-Allah dert verip derman aratmasın
-Allah yağmurdan beladan tufandan…
-Allah çoluğuna çocuğuna, yedi sülalene….
-Allah.....

~Oha Tamam teyze tamam al şu parayı...


Kadın olmanın dayanılmaz cazibesi (memeler)

Hiç yorum yok:


Birçok erkek aynaya baktığında bir kadının bakıp da kendisinde olmasından büyük haz aldığı, iyi ki kadınım dediği çok güzel iki şeyi göremez. Memeler. Bazı erkekleri yoldan çıkarıp travestilikten, transseksüelliğe kadar götüren süreç hep o memeler yüzünden başlamıyor mu zaten?

Uff! Lan memelere bak deyip, sonra bunlardan bende niye yok diye hayıflanmaya giden süreç. Gerçekten kadını her açıdan erkeğe göre daha cazip kılan, çekicileştiren o iki yol tümseğinden, o iki küçük dağ tepesinden daha güzel ne var ki?

Ne kadar ruhsuz yazıyorum değil mi? Oysa dahasını yazmak isterdim. Hani nice şairleri baştan çıkarmış, nice erkeklerin aklını baştan almış o iki güzel çıkıntı nasıl anlatılabilir ki? Kadın vücudu zaten hoş yaratılmış. Ancak dekolte, göğüs çatalı, meme uçları derken erkeğin aklını baştan alan birçok şey de o noktada toplanmış.

Hani öküz gibi baktığımız o çıkıntılar, baktıkça aklımızı karıştıran kum tepecikleri. Baktıkça bakmaya doyamadığımız, dokundukça kıyamadığımız, Freud’a sorulsa belki anne sütünden erken kesilmekten diye tarif edebileceği, ama benim  bu görüşe katılmadığım, insanın içinde dudaklarını uzatıp; bazen emme, bazen canını yaka yaka ısırma, bazen uçlarıyla oynama hissi uyandıran o güzel memeler.

Ressamların çizerken, şairlerin yazarken mest olduğu, üzerine düşmüş bir damla tere fotoğraf makinesi objektiflerinin odaklanıp kilitlendiği, kadını baştan çıkarıcı hale dönüştürmeye yeten iki nükleer füze gibi olan o çıkıntılar. Uyandırdığı şehvetle, şefkati harmanlayan adına türküler yakılmış, şarkılar bestelenmiş dam üstünde un eleyen memeler.

Adı, argoda meyveye benzetilip portakalla, ayvayla, armutla, uçları üzümle özdeşleştirilmiş, tanımlamada erkeklerin kifayetsiz kaldığı memeler.

Erkeklerin şımarıklık ve tembelliğinde küçük birer yastık gibi başını yaslamaktan, sevdiği kadının kalbinin atışlarında kendini aramaktan mutluluk duyduğu, gözlerden sonra günaha davetin baştan çıkarıcı ikinci durağı olan, cennet vaatleri içine “turunç memeli kızlar” kategorisinden giren memeler.

Küçük kızların ergenliğe erişirken gözüküyor diye utana sıkıla sakladığı, erişkinlerin niye küçük diye takviye kullanmaya kalktığı, sutyen diye kimine göre gereksiz kimine göre olmazsa olmaz bir aksesuarın icad sebebi olmuş memeler.

Kapı zili gibi düğmelerine dokunmaktan kendinizi alamadığınız, düşlediğinizde utanmadığınız, annesini emen bir çocuğunki gibi dokunduğunuzda dudaklarınıza gülümseme yayan memeler.

Kadına annelik duygusunu ve şefkatini doyasıya yaşatan,  emzirmek, anne sütü, sütüm haram olsun gibi kavramları dilimize kazandıran, erkek için o kadar cazip çekici olmasına rağmen (çocuğunu emziren bir anne görüntüsünde) insanın içindeki bütün uyanışları bertaraf edip masumiyet ve şefkat, merhamet hissini uyandıran memeler.

İşte gerek biz erkeklerin gerek aynada kadınların bakmaya doyamadığı ancak adıyla bir kanser türünün de var olduğu ve bunun her kadının korkulu rüyası olduğu memeler.

Belli bir yaşın üzerinde her kadın için riskin arttığı o yüzden her yetişkin kadının belirli aralıklarla gerek kendinin elle dokunarak, gerek mamografi ile kanser riskine karşı erken teşhisinin önemsenmesi gereken memeler.

Lütfen sevgili kadınlar. Sizi gerçekten üstün kılan memelerinize iyi bakın. Hatta kontrol etmenize biz de her şekilde:) gönüllü yardımcı olalım. Sevelim, sevilelim. Memesiz bir hayat dünyanın sonu değil ama inanın dünya memelerinizle çok daha güzel…

Meme kanseri ile ilgili ayrıntılı bilgi için:






Birçok erkek aynaya baktığında bir kadının bakıp da kendisinde olmasından büyük haz aldığı, iyi ki kadınım dediği çok güzel iki şeyi göremez. Memeler. Bazı erkekleri yoldan çıkarıp travestilikten, transseksüelliğe kadar götüren süreç hep o memeler yüzünden başlamıyor mu zaten?

Uff! Lan memelere bak deyip, sonra bunlardan bende niye yok diye hayıflanmaya giden süreç. Gerçekten kadını her açıdan erkeğe göre daha cazip kılan, çekicileştiren o iki yol tümseğinden, o iki küçük dağ tepesinden daha güzel ne var ki?

Ne kadar ruhsuz yazıyorum değil mi? Oysa dahasını yazmak isterdim. Hani nice şairleri baştan çıkarmış, nice erkeklerin aklını baştan almış o iki güzel çıkıntı nasıl anlatılabilir ki? Kadın vücudu zaten hoş yaratılmış. Ancak dekolte, göğüs çatalı, meme uçları derken erkeğin aklını baştan alan birçok şey de o noktada toplanmış.

Hani öküz gibi baktığımız o çıkıntılar, baktıkça aklımızı karıştıran kum tepecikleri. Baktıkça bakmaya doyamadığımız, dokundukça kıyamadığımız, Freud’a sorulsa belki anne sütünden erken kesilmekten diye tarif edebileceği, ama benim  bu görüşe katılmadığım, insanın içinde dudaklarını uzatıp; bazen emme, bazen canını yaka yaka ısırma, bazen uçlarıyla oynama hissi uyandıran o güzel memeler.

Ressamların çizerken, şairlerin yazarken mest olduğu, üzerine düşmüş bir damla tere fotoğraf makinesi objektiflerinin odaklanıp kilitlendiği, kadını baştan çıkarıcı hale dönüştürmeye yeten iki nükleer füze gibi olan o çıkıntılar. Uyandırdığı şehvetle, şefkati harmanlayan adına türküler yakılmış, şarkılar bestelenmiş dam üstünde un eleyen memeler.

Adı, argoda meyveye benzetilip portakalla, ayvayla, armutla, uçları üzümle özdeşleştirilmiş, tanımlamada erkeklerin kifayetsiz kaldığı memeler.

Erkeklerin şımarıklık ve tembelliğinde küçük birer yastık gibi başını yaslamaktan, sevdiği kadının kalbinin atışlarında kendini aramaktan mutluluk duyduğu, gözlerden sonra günaha davetin baştan çıkarıcı ikinci durağı olan, cennet vaatleri içine “turunç memeli kızlar” kategorisinden giren memeler.

Küçük kızların ergenliğe erişirken gözüküyor diye utana sıkıla sakladığı, erişkinlerin niye küçük diye takviye kullanmaya kalktığı, sutyen diye kimine göre gereksiz kimine göre olmazsa olmaz bir aksesuarın icad sebebi olmuş memeler.

Kapı zili gibi düğmelerine dokunmaktan kendinizi alamadığınız, düşlediğinizde utanmadığınız, annesini emen bir çocuğunki gibi dokunduğunuzda dudaklarınıza gülümseme yayan memeler.

Kadına annelik duygusunu ve şefkatini doyasıya yaşatan,  emzirmek, anne sütü, sütüm haram olsun gibi kavramları dilimize kazandıran, erkek için o kadar cazip çekici olmasına rağmen (çocuğunu emziren bir anne görüntüsünde) insanın içindeki bütün uyanışları bertaraf edip masumiyet ve şefkat, merhamet hissini uyandıran memeler.

İşte gerek biz erkeklerin gerek aynada kadınların bakmaya doyamadığı ancak adıyla bir kanser türünün de var olduğu ve bunun her kadının korkulu rüyası olduğu memeler.

Belli bir yaşın üzerinde her kadın için riskin arttığı o yüzden her yetişkin kadının belirli aralıklarla gerek kendinin elle dokunarak, gerek mamografi ile kanser riskine karşı erken teşhisinin önemsenmesi gereken memeler.

Lütfen sevgili kadınlar. Sizi gerçekten üstün kılan memelerinize iyi bakın. Hatta kontrol etmenize biz de her şekilde:) gönüllü yardımcı olalım. Sevelim, sevilelim. Memesiz bir hayat dünyanın sonu değil ama inanın dünya memelerinizle çok daha güzel…

Meme kanseri ile ilgili ayrıntılı bilgi için:




Kadın olmanın dayanılmaz cazibesi (Bulaşık - ütü)

Hiç yorum yok:


İş olsun diye yazıyorum sanıyorsunuz değil mi. Oysa Ramazan’dan bu yana bulaşık makinesine koymuyoruz bardakları. Sırf stres atmak için ben yıkıyorum hepsini. Tanrım neden bilmiyormuşum ben bu olayın güzelliğini.

Bir kere sıcak sudan elini soğuk suya sokuyorsun sokmasına ama o durulama keyfine değer be azizim. Bardakları alıyorum evyenin altına tutuyorum. İçine biraz su doluyor “şorrr” sonra azıcık çalkalıyorum “cok cok cok” sanki müzik yapar gibi serin serin oh! Birkaç tur bardağın içinde döndürüyorum suyu. Böyle dış çeperinden çıkarak ellerime çarpıyor. Ne hoş bir duygu yarabbim.

Sonra tabaklara girişiyorum. O süngerin bulaşık deterjanı ve su ile karışıp elinle sıktığındaki “fışşş hışşş” sesi inanılmaz büyüleyici. Bir tur çeviriyorsun inatçı lekeler bile ne kadar kolay çıkıyor. Hele tabakların birbirine değip “tın” laması, bardakların “çın”laması. İnanılmaz keyif verici.

Sonra elimde tabakları durularken o “vrakkk” kurbağa sesi gibi çıkan ses. Temizliğin sesi. Ne kadar etkileyici. Bardakları, Tabakları dizerken o damlayan sular. Sanki serin bir duş almışsın da teninden süzülen su damlacıkları gibi. Müthiş bir ferahlık.

Eldiven bile kullanmak gelmedi içimden. Gerçi elimi bir çay bardağı kesebilir, bir tabak düşüp kırılabilir. Bir inatçı kir lekesi canımı sıkabilirdi ama bu keyif için değer. Bir de kadınlar bulaşıktan dert yanıyorlar değil mi. Oysa ben olsam bu keyfi yaşamak için bulaşık makinesi bile kullanmam.

Şimdi biraz da ütü yapmalı. Radyosuz ütü düşünemiyorum. Daha doğrusu, müziksiz demek lazım. Hava biraz sıcak o zaman pencereleri açıp serinlemeli. Oh lala! Ütü yaparken alacağım zevki düşünüyorum, gülümsüyorum.

Sadece beyazları yıkadım makinede. Aslında bana kalsa elimle çitilemek vardı. Miss gibi leğenin içinde böyle birini gırtlaklar ya da döver gibi ite kaka yıkamak ne kadar hoş olabilirdi. Çömeldiğim yerden, arada donu falan ıslatarak.

Bir de bunu köylerde teyzeler gibi çamaşırhanelerde, dere kenarlarında miss gibi havada yapmak var ama olmadı. Kısmet değilmiş. Sadece makinede yıkayıp çamaşırlar dönerkenki o müthiş sesi ve ahengi izlemekle yetindim şimdilik.

Ütü zaten ayrı bir zevk. Bir kere o buhar fışkırtmak ne kadar güzel bir şey “pıst pıstt” üstüne hiç evin içinde gömleğini çıkarıp, don, fanila dolaşmayan biri olarak ilginç bir tecrübe olacak benim için. Renkliler ayrı ütüleniyormuş ya da her kumaşın ayrı bir derecesi varmış o beni ilgilendirmiyor çünkü beyazlarla başladım işe .Gerçi biraz sıcak oldu ortam, vantilatörü de çalıştırmalı.

Alnımdan süzülen boncuk boncuk ter, fanilamdan  içeri de süzülüyor. Islak fanilayla çok da seksi gözükmeye başladım galiba. Dur bir aynaya bakayım. Nasıl olmuşum? Hep zaten Amerika’ya gidip ıslak t-shirt yarışmasına jüri olmak istemişimdir.

Neyse ütüye dönelim. Çocukken yerde "vınn" araba sürdüğümüz oyunlar gibi. "Vınnn, eeenennn" nasıl da kayıp gidiyor fanilaların üzerinde. Zaten oyun gibi bir şey. Arada iki "fıss fıss". Omuz askıları ve dikiş yerlerinde biraz dikkatli olmak gerek. Bir de ütüyü bırakıp bir yere gitmiyoruz haliyle, ne olur olmaz.

Bu işler bana kalsa askerde öğrendiğim usulde yatak ütüsü yapar hallederdim hepsini. Hafif çamaşırları fiskeleyerek ıslıyorsun. Pantolon ve gömlekleri ütü izlerinden katlayıp o izlerini de ıslatıp yatağın altına düzgünce yerleştiriyorsun. Sonra mı, sonra sana kalan vurup kafayı yatmak. Sabaha miss gibi ütülenmiş pantolon ve gömlekleri alıyorsun yatağın altından.

Eskiden düşünürdüm, kadınlar bulaşık, çamaşır, ütü ile ne çok yoruluyorlar diye. Oysa bu iş ne  zevkliymiş, eğlenceliymiş. Strese birebirmiş, moral neşe kaynağıymış. Ütü yaparken kaç türkü söyledim, kaç kere küfredip sinirlerimi deşarj ettim ben bile bilmiyorum.

Üstelik ütünün üstüne duş da çok güzel oluyor. İnsan kendini saunadan çıkmış gibi hissediyor. Ey erkek kardeşlerim! Hepimize tavsiye ederim. Kadın milletine bıdı bıdı yaptırmayın. Kendi işinizi kendiniz yapın. Hatta kapın ütüyü ellerinden, dur sana yardım edeyim de dünya erkek görsün diyin…

Biraz da biz stres atalım ama değil mi?


İş olsun diye yazıyorum sanıyorsunuz değil mi. Oysa Ramazan’dan bu yana bulaşık makinesine koymuyoruz bardakları. Sırf stres atmak için ben yıkıyorum hepsini. Tanrım neden bilmiyormuşum ben bu olayın güzelliğini.

Bir kere sıcak sudan elini soğuk suya sokuyorsun sokmasına ama o durulama keyfine değer be azizim. Bardakları alıyorum evyenin altına tutuyorum. İçine biraz su doluyor “şorrr” sonra azıcık çalkalıyorum “cok cok cok” sanki müzik yapar gibi serin serin oh! Birkaç tur bardağın içinde döndürüyorum suyu. Böyle dış çeperinden çıkarak ellerime çarpıyor. Ne hoş bir duygu yarabbim.

Sonra tabaklara girişiyorum. O süngerin bulaşık deterjanı ve su ile karışıp elinle sıktığındaki “fışşş hışşş” sesi inanılmaz büyüleyici. Bir tur çeviriyorsun inatçı lekeler bile ne kadar kolay çıkıyor. Hele tabakların birbirine değip “tın” laması, bardakların “çın”laması. İnanılmaz keyif verici.

Sonra elimde tabakları durularken o “vrakkk” kurbağa sesi gibi çıkan ses. Temizliğin sesi. Ne kadar etkileyici. Bardakları, Tabakları dizerken o damlayan sular. Sanki serin bir duş almışsın da teninden süzülen su damlacıkları gibi. Müthiş bir ferahlık.

Eldiven bile kullanmak gelmedi içimden. Gerçi elimi bir çay bardağı kesebilir, bir tabak düşüp kırılabilir. Bir inatçı kir lekesi canımı sıkabilirdi ama bu keyif için değer. Bir de kadınlar bulaşıktan dert yanıyorlar değil mi. Oysa ben olsam bu keyfi yaşamak için bulaşık makinesi bile kullanmam.

Şimdi biraz da ütü yapmalı. Radyosuz ütü düşünemiyorum. Daha doğrusu, müziksiz demek lazım. Hava biraz sıcak o zaman pencereleri açıp serinlemeli. Oh lala! Ütü yaparken alacağım zevki düşünüyorum, gülümsüyorum.

Sadece beyazları yıkadım makinede. Aslında bana kalsa elimle çitilemek vardı. Miss gibi leğenin içinde böyle birini gırtlaklar ya da döver gibi ite kaka yıkamak ne kadar hoş olabilirdi. Çömeldiğim yerden, arada donu falan ıslatarak.

Bir de bunu köylerde teyzeler gibi çamaşırhanelerde, dere kenarlarında miss gibi havada yapmak var ama olmadı. Kısmet değilmiş. Sadece makinede yıkayıp çamaşırlar dönerkenki o müthiş sesi ve ahengi izlemekle yetindim şimdilik.

Ütü zaten ayrı bir zevk. Bir kere o buhar fışkırtmak ne kadar güzel bir şey “pıst pıstt” üstüne hiç evin içinde gömleğini çıkarıp, don, fanila dolaşmayan biri olarak ilginç bir tecrübe olacak benim için. Renkliler ayrı ütüleniyormuş ya da her kumaşın ayrı bir derecesi varmış o beni ilgilendirmiyor çünkü beyazlarla başladım işe .Gerçi biraz sıcak oldu ortam, vantilatörü de çalıştırmalı.

Alnımdan süzülen boncuk boncuk ter, fanilamdan  içeri de süzülüyor. Islak fanilayla çok da seksi gözükmeye başladım galiba. Dur bir aynaya bakayım. Nasıl olmuşum? Hep zaten Amerika’ya gidip ıslak t-shirt yarışmasına jüri olmak istemişimdir.

Neyse ütüye dönelim. Çocukken yerde "vınn" araba sürdüğümüz oyunlar gibi. "Vınnn, eeenennn" nasıl da kayıp gidiyor fanilaların üzerinde. Zaten oyun gibi bir şey. Arada iki "fıss fıss". Omuz askıları ve dikiş yerlerinde biraz dikkatli olmak gerek. Bir de ütüyü bırakıp bir yere gitmiyoruz haliyle, ne olur olmaz.

Bu işler bana kalsa askerde öğrendiğim usulde yatak ütüsü yapar hallederdim hepsini. Hafif çamaşırları fiskeleyerek ıslıyorsun. Pantolon ve gömlekleri ütü izlerinden katlayıp o izlerini de ıslatıp yatağın altına düzgünce yerleştiriyorsun. Sonra mı, sonra sana kalan vurup kafayı yatmak. Sabaha miss gibi ütülenmiş pantolon ve gömlekleri alıyorsun yatağın altından.

Eskiden düşünürdüm, kadınlar bulaşık, çamaşır, ütü ile ne çok yoruluyorlar diye. Oysa bu iş ne  zevkliymiş, eğlenceliymiş. Strese birebirmiş, moral neşe kaynağıymış. Ütü yaparken kaç türkü söyledim, kaç kere küfredip sinirlerimi deşarj ettim ben bile bilmiyorum.

Üstelik ütünün üstüne duş da çok güzel oluyor. İnsan kendini saunadan çıkmış gibi hissediyor. Ey erkek kardeşlerim! Hepimize tavsiye ederim. Kadın milletine bıdı bıdı yaptırmayın. Kendi işinizi kendiniz yapın. Hatta kapın ütüyü ellerinden, dur sana yardım edeyim de dünya erkek görsün diyin…

Biraz da biz stres atalım ama değil mi?

Kadın olmanın dayanılmaz cazibesi -3 (Kuaför-ağda)

Hiç yorum yok:


Saçım, sakalım uzamış. Bir süredir berbere gitmemiştim. Kendi işimi kendim görüyordum. Ben gitmeyeli bizim berber de çağ atlamış. Koltukta otomatik sırt masajı bile yapıyor...

Ben genelde oturduğumda kes diyorum o da kafasına göre kesiyordu ama artık adet haline gelmiş soruyor "nasıl keseyim" hımm ya benim tarzımı unutmuş ya da dediğimce bir şeyler değişmiş. Bildiğin gibi diyerek geçiştiriyorum bu soruyu. Yanlardan alayım mı? Önde biraz fazla bırakayım mı diye sorulara devam ediyor traş sürerken. Kelime doğru tara saçları başka da bir şey yapma istemem diyorum.

Pek kelin yok da beyazlar artmış abi, dilersen boyayalım diyor. Yok, istemem "karı" mıyım lan ben saç boyayacak diye çıkışıyorum. Oysa kınalı kızıl boyayan abiler bile varmış. Benim olaydan haberim yok. Saçlarım kesilirken içeriye göz atıyorum.

Çeşit çeşit kremler, jöleler saç boyaları, ortam klimalı ve serin, bir kaç gazete dergi bekleyenlerin okuması için. Neredeyse doktor muayenehanesi olmuş burası, içerisinin miss gibi kokması da cabası.

Değişmiş azizim çok değişmiş. Kulaklarımı ayrı bir aletle temizliyor, burun tüylerini ayrı. Oysa eskiden tek jiletle kaç sakal kesmişliği vardır onun. Hımm ilerleme kaydetmiş bir hayli. Elini yüzüme kapatıp çakmakla bir yerleri tütsülüyor.

Aslında buralara ağda yapmak lazım abi diyor. Hadi len, napıyosun oğlum sen demeye kalmadan saçları tarayıp jölelemeye niyetlendiğinde. Noluyoruz ya diyerek durduruyorum kendisini. Yüzüme traş losyonu, bir krem, pudra ile bir şeyler yapıyor. Yeter ulan deyip kalkacağım sırada iki düğmemi çözüp parfüm sıkıyor göğsüme.

Daha fazla bir şeyler yapmadan kalkayım diyorum koltuktan yoksa mayışıp kalıcam. Abi şöyle alına ve omuzlara bir masaj yapalım en azından diyor. Oh miss. Tüm bunları yaparken havadan, sudan, konu komşudan işlerden güçlerden konuşuyor. Referandum sonucunu tahmin etmeye çalışıp, memleket kurtarıyoruz.

Aklıma kadınlar geliyor. Kuaför lükslerini düşünüyorum. Berber bile bana kralmışım gibi davrandı ulan. Onlar saçlarının rengiyle en az yarım saat uğraşıyorlardır. Manikürü pedikürü ve en çok da ağdasına hastayım arkadaş.

Gerçi ben adam göğsümden iki düğme açtığında kıllanıyorum ama bacaklarını şöyle açıp her şey dâhil komple demek oldukça zevkli bir iş olsa gerek. Gerçi ben bizim berbere güvenemem elinde ustura var, kılınla tüyünle mi uğraşıcam der kesip atar velinimeti belli olmaz. O yüzden bu lüks kadınlarda kalsın.

İşin dedikodu muhabbet kısmına hiç girmiyorum. Başkalarından güzel olma, şıklık yarışını hiç düşünmüyorum bile. Saçlarım benim için sadece kafam üşümesin diye işe yararken bir kadın için saçın önemini zaten biliyorum. O kuaförlere ne paralar gidiyor falan da demiyorum.

Akacak kan damarda durmaz ama tahmin ediyorum ki kuaförler de kadınların stres atmak için kullandıkları bir adres. Hani derler ki bir kadın saçını kestiriyorsa bir sorun var demektir. Ama kuaförden çıkmıyorsa geyiğe sarmıştır. Muhabbetin dibine vuruyordur.

E ben bile berber koltuğunda bu kadar rahatlamışsam. Daha bunu manikürü, pedikürü var. Önünde diz çökmüş bir hemcinsine ayağını uzatmak, öptürür gibi ellerini maniküre bırakıvermek az bir şey mi? Zaten bu kadın milleti saçıyla oynamadan duramaz. Kuaförlerde vaktimi tükettim demez de saçımı sana süpürge ettim der.

Ama siz bunu bir de kadınlara sorun şimdi. Ah, offf yine saçlarım bozulmuş kuaföre gitmem lazım. İşin yoksa ağdacıyla uğraş, canın yansın bir de üste para ver. Kaç günde geçmez şimdi bu kızarıklıklar. Keşke küçükken annem karınca yumurtası kullansaymış. Tüylerim çıkmasaymış. Mış Mış da, mış mış... Oysa kuaför ve ağda bahane, muhabbet, keyif, stres atmaca şahane. Değil mi?



Saçım, sakalım uzamış. Bir süredir berbere gitmemiştim. Kendi işimi kendim görüyordum. Ben gitmeyeli bizim berber de çağ atlamış. Koltukta otomatik sırt masajı bile yapıyor...

Ben genelde oturduğumda kes diyorum o da kafasına göre kesiyordu ama artık adet haline gelmiş soruyor "nasıl keseyim" hımm ya benim tarzımı unutmuş ya da dediğimce bir şeyler değişmiş. Bildiğin gibi diyerek geçiştiriyorum bu soruyu. Yanlardan alayım mı? Önde biraz fazla bırakayım mı diye sorulara devam ediyor traş sürerken. Kelime doğru tara saçları başka da bir şey yapma istemem diyorum.

Pek kelin yok da beyazlar artmış abi, dilersen boyayalım diyor. Yok, istemem "karı" mıyım lan ben saç boyayacak diye çıkışıyorum. Oysa kınalı kızıl boyayan abiler bile varmış. Benim olaydan haberim yok. Saçlarım kesilirken içeriye göz atıyorum.

Çeşit çeşit kremler, jöleler saç boyaları, ortam klimalı ve serin, bir kaç gazete dergi bekleyenlerin okuması için. Neredeyse doktor muayenehanesi olmuş burası, içerisinin miss gibi kokması da cabası.

Değişmiş azizim çok değişmiş. Kulaklarımı ayrı bir aletle temizliyor, burun tüylerini ayrı. Oysa eskiden tek jiletle kaç sakal kesmişliği vardır onun. Hımm ilerleme kaydetmiş bir hayli. Elini yüzüme kapatıp çakmakla bir yerleri tütsülüyor.

Aslında buralara ağda yapmak lazım abi diyor. Hadi len, napıyosun oğlum sen demeye kalmadan saçları tarayıp jölelemeye niyetlendiğinde. Noluyoruz ya diyerek durduruyorum kendisini. Yüzüme traş losyonu, bir krem, pudra ile bir şeyler yapıyor. Yeter ulan deyip kalkacağım sırada iki düğmemi çözüp parfüm sıkıyor göğsüme.

Daha fazla bir şeyler yapmadan kalkayım diyorum koltuktan yoksa mayışıp kalıcam. Abi şöyle alına ve omuzlara bir masaj yapalım en azından diyor. Oh miss. Tüm bunları yaparken havadan, sudan, konu komşudan işlerden güçlerden konuşuyor. Referandum sonucunu tahmin etmeye çalışıp, memleket kurtarıyoruz.

Aklıma kadınlar geliyor. Kuaför lükslerini düşünüyorum. Berber bile bana kralmışım gibi davrandı ulan. Onlar saçlarının rengiyle en az yarım saat uğraşıyorlardır. Manikürü pedikürü ve en çok da ağdasına hastayım arkadaş.

Gerçi ben adam göğsümden iki düğme açtığında kıllanıyorum ama bacaklarını şöyle açıp her şey dâhil komple demek oldukça zevkli bir iş olsa gerek. Gerçi ben bizim berbere güvenemem elinde ustura var, kılınla tüyünle mi uğraşıcam der kesip atar velinimeti belli olmaz. O yüzden bu lüks kadınlarda kalsın.

İşin dedikodu muhabbet kısmına hiç girmiyorum. Başkalarından güzel olma, şıklık yarışını hiç düşünmüyorum bile. Saçlarım benim için sadece kafam üşümesin diye işe yararken bir kadın için saçın önemini zaten biliyorum. O kuaförlere ne paralar gidiyor falan da demiyorum.

Akacak kan damarda durmaz ama tahmin ediyorum ki kuaförler de kadınların stres atmak için kullandıkları bir adres. Hani derler ki bir kadın saçını kestiriyorsa bir sorun var demektir. Ama kuaförden çıkmıyorsa geyiğe sarmıştır. Muhabbetin dibine vuruyordur.

E ben bile berber koltuğunda bu kadar rahatlamışsam. Daha bunu manikürü, pedikürü var. Önünde diz çökmüş bir hemcinsine ayağını uzatmak, öptürür gibi ellerini maniküre bırakıvermek az bir şey mi? Zaten bu kadın milleti saçıyla oynamadan duramaz. Kuaförlerde vaktimi tükettim demez de saçımı sana süpürge ettim der.

Ama siz bunu bir de kadınlara sorun şimdi. Ah, offf yine saçlarım bozulmuş kuaföre gitmem lazım. İşin yoksa ağdacıyla uğraş, canın yansın bir de üste para ver. Kaç günde geçmez şimdi bu kızarıklıklar. Keşke küçükken annem karınca yumurtası kullansaymış. Tüylerim çıkmasaymış. Mış Mış da, mış mış... Oysa kuaför ve ağda bahane, muhabbet, keyif, stres atmaca şahane. Değil mi?

Kadın olmanın dayanılmaz cazibesi-2 (Alışveriş)

Hiç yorum yok:

Dün akşamdan aldım. Kısmet işte her ramazan oluyor böyle. E millet kafayı çekip akşamdan kalıyor da çakırkeyif oluyor ben de oruç keyfi olayım dedim müsaadenizle. Hani yemek bişi değil de susuzluk koyuyor gerçekten. Hele bu sene zaten su içmeye yetişemediğimiz kadar sıcak olunca hava bir de üstüne akşamdan kalınca oruç koyuyor.

Önce biraz fazlaca yattım. Çünkü sinir tepemde. Cep telefonum çalmış ama ben kapattığım için kendimden başka kızacak kimse yok evde. Sonra geldim işe elimi yüzümü yıkayıp. Hava sıcak, klima çalışsa da susuzluğu kesmiyor ki. Zar zor akşamüstü oldu. Kaldı bir kaç saat ama o zamana kadar azimle kimse ile hırlaşmadım. Sadece bir personeli işten çıkardım hepsi o. Bir de Türk Telekom görevlisiyle kapıştım. Tekme tokat birbirimize girmediğimiz için de vukuattan saymıyorum.

Akşamüstü yürüyüşe çıktım hem stres atarım diye. Binaların gölgelerinden gide gide bir süpermarkete dadandım. Aman efendim şu patlıcan közleme enfes, mezelerden de almalı. Çiğ köfteyle oruç açılabilir mi acaba. Hurma gibi yerim nolcak. İce tea buz gibi iyi gider. Sosis pişiririm, salam yerim, kavurma alsam içine yumurta kırsam. Oh!

Cola'nın reklamı var belki ramazan keyfi olur alayım. İftar sahur arası atıştırmalık çerez, minik keklerden de alayım. Aaa! kaymaklı ekmek kadayıfı... Peynirsiz olmaz peynir, yoğurt, tavukgöğsü. Ne iğrenç mide var bende de ya. Ah canımmm içli köfteyle, barbunya pilakiyi es geçmişim. Dondurma da alsam buz gibi yerim içim ferahlar. Yaprak sarma almadan olmaz. Maden suyu da almalı bu kadar şey üzerine. Noluyor oğlum İbram kendine gel. Bu ne oğlum? Hadi şimdi 2şer paket aldıklarının birerlerini geri koy. Yok, bazıları iki kalsın. Çikolata almadım daha.

Derken 1 saat geçivermiş. İçerisi de klimalı serin. Market arabasıyla gezdim Turist Ömer gibi. Tabi kasada aynı gülümseme olmuyor insanın yüzünde ancak bunların hepsi yenilecek şeyler oğlum diye kendimi teselli ettim. Şöyle bir baktım poşetler elimde, hem alışveriş keyfi, hem strese atmıştım hem de vakit geçirmiştim. Üstelik yiyeceğim şeyleri düşünürken bile karnım doymuştu.

Aldım elime poşetleri çıktım. Yan taraftaki giyim mağazasının vitrinindeki ramazan indirimine gözüm takıldı. Sonra içeriye şöyle bir göz attım. Ablalar teyzeler yengeler dolmuş. Didik didik ediyorlar her şeyi. Biri üstünde deniyor. Biri diğerinin elinden kapıyor. Oh miss dedim içimden. Aslında ben çarşı pazar gezmekten ve alışverişten pek hoşlanmam ama standart mutfak alışverişinden bu kadar zevk aldıysam kadınlar nasıl zevk alıyor olmalılar bu elbise, fanila don gömlek işlerinden.

Yoksa çarşı pazar neden bu kadar kadınla dolu olsun. O sıcakta 2 metre bez için sokaklara dökülsünler. Az uyanık değiller vallahi. Sorsan ay kardeş, gez gez yorulduk. Oğlana don aldım, kıza fistan. Kendime bir şey bakayım dedim, bulamadım bile diye dert yananı mı ararsın. Doğru düzgün üstüme giyecek bir şey mi yok diyeni ararsın. Öf sinir oldum stres oldum diyeni mi ararsın. Daha bunun ayakkabısı, iç giyimi, kozmetiği var. Oh yavrum keyfe bak... 

Anlayacağınız kadınların ikinci gizli rahatlama silahı da alışveriş. Üstelik benim anlatamadığımca inanılmaz keyif alıyorlar bundan. Yalan mı?

Dün akşamdan aldım. Kısmet işte her ramazan oluyor böyle. E millet kafayı çekip akşamdan kalıyor da çakırkeyif oluyor ben de oruç keyfi olayım dedim müsaadenizle. Hani yemek bişi değil de susuzluk koyuyor gerçekten. Hele bu sene zaten su içmeye yetişemediğimiz kadar sıcak olunca hava bir de üstüne akşamdan kalınca oruç koyuyor.

Önce biraz fazlaca yattım. Çünkü sinir tepemde. Cep telefonum çalmış ama ben kapattığım için kendimden başka kızacak kimse yok evde. Sonra geldim işe elimi yüzümü yıkayıp. Hava sıcak, klima çalışsa da susuzluğu kesmiyor ki. Zar zor akşamüstü oldu. Kaldı bir kaç saat ama o zamana kadar azimle kimse ile hırlaşmadım. Sadece bir personeli işten çıkardım hepsi o. Bir de Türk Telekom görevlisiyle kapıştım. Tekme tokat birbirimize girmediğimiz için de vukuattan saymıyorum.

Akşamüstü yürüyüşe çıktım hem stres atarım diye. Binaların gölgelerinden gide gide bir süpermarkete dadandım. Aman efendim şu patlıcan közleme enfes, mezelerden de almalı. Çiğ köfteyle oruç açılabilir mi acaba. Hurma gibi yerim nolcak. İce tea buz gibi iyi gider. Sosis pişiririm, salam yerim, kavurma alsam içine yumurta kırsam. Oh!

Cola'nın reklamı var belki ramazan keyfi olur alayım. İftar sahur arası atıştırmalık çerez, minik keklerden de alayım. Aaa! kaymaklı ekmek kadayıfı... Peynirsiz olmaz peynir, yoğurt, tavukgöğsü. Ne iğrenç mide var bende de ya. Ah canımmm içli köfteyle, barbunya pilakiyi es geçmişim. Dondurma da alsam buz gibi yerim içim ferahlar. Yaprak sarma almadan olmaz. Maden suyu da almalı bu kadar şey üzerine. Noluyor oğlum İbram kendine gel. Bu ne oğlum? Hadi şimdi 2şer paket aldıklarının birerlerini geri koy. Yok, bazıları iki kalsın. Çikolata almadım daha.

Derken 1 saat geçivermiş. İçerisi de klimalı serin. Market arabasıyla gezdim Turist Ömer gibi. Tabi kasada aynı gülümseme olmuyor insanın yüzünde ancak bunların hepsi yenilecek şeyler oğlum diye kendimi teselli ettim. Şöyle bir baktım poşetler elimde, hem alışveriş keyfi, hem strese atmıştım hem de vakit geçirmiştim. Üstelik yiyeceğim şeyleri düşünürken bile karnım doymuştu.

Aldım elime poşetleri çıktım. Yan taraftaki giyim mağazasının vitrinindeki ramazan indirimine gözüm takıldı. Sonra içeriye şöyle bir göz attım. Ablalar teyzeler yengeler dolmuş. Didik didik ediyorlar her şeyi. Biri üstünde deniyor. Biri diğerinin elinden kapıyor. Oh miss dedim içimden. Aslında ben çarşı pazar gezmekten ve alışverişten pek hoşlanmam ama standart mutfak alışverişinden bu kadar zevk aldıysam kadınlar nasıl zevk alıyor olmalılar bu elbise, fanila don gömlek işlerinden.

Yoksa çarşı pazar neden bu kadar kadınla dolu olsun. O sıcakta 2 metre bez için sokaklara dökülsünler. Az uyanık değiller vallahi. Sorsan ay kardeş, gez gez yorulduk. Oğlana don aldım, kıza fistan. Kendime bir şey bakayım dedim, bulamadım bile diye dert yananı mı ararsın. Doğru düzgün üstüme giyecek bir şey mi yok diyeni ararsın. Öf sinir oldum stres oldum diyeni mi ararsın. Daha bunun ayakkabısı, iç giyimi, kozmetiği var. Oh yavrum keyfe bak... 

Anlayacağınız kadınların ikinci gizli rahatlama silahı da alışveriş. Üstelik benim anlatamadığımca inanılmaz keyif alıyorlar bundan. Yalan mı?

Kadın olmanın dayanılmaz cazibesi -1 (Temizlik)

Hiç yorum yok:


Evet... Hep söylerim, kadın olmak bu dünyaya birkaç sıfır avantajlı gelmek demektir. Kendi sorunlarını kendin çözebilmek demektir. Bakmayın ülkemizde bizim gibi bazı erkeklerin öküzlüğü yüzünden kadınlarımızın bazıları mağdur ama kadın olmak özünde avantajlı ve iyi birşeydir. İbne olmak için sıraya giren bu kadar erkek yanılmış olamaz di mi efendim.

İşte bugünlerde İbrahim abiniz yine kadınların bir sırrını  daha keşfetti.  Bu kadın milleti hani işten güçten yakınır. Of oram buram tutuldu. Temizlik yaptım derler ama yapma kuşum yapma canım yorma kendini deseniz de yine de temizlikten geri durmazlar ya. Maksat başkaymış anacım.

Meğer temizlik kadınların olmazsa olmazıymış. Nasıl mı öğrendim. Geçenlerde keyifsizim. Hatta bayağı da moralim bozuk. Tepem atık elemanlara kızmışım falan. Pazar günü kimse yok. Adsl de arızalı internette yok. Napim napim derken dur şu işyerinde bir temizlik yapayım dedim. Bir giriştim işlere…

Önce yıllanmış faturaları tek tek inceledim attım. Ardından kredi kartı extrelerini. Hızımı alamadım elektrik su faturaları. Not defterleri. Eskiden verilerimi yedeklediğim bir sürü CD vardı. İnternet ve Google amca çıkınca birçok şey anlamsızlaştı. Cdlerde çöpe atılacaklar içinde yerini aldı böylece.

Atılacaklar bitince silinip tozu alınacaklara giriştim. Masa, pencere, cam, çerçeve. Üstünkörü bile olsa iyi geldi tozunu almak her şeyin. Arada afakanlar bastı içimden elemanlara saydım döktürdüm. Bu buraya böyle mi konur, hep ben mi düzelticem? Ulan ben olmasam kim yapacak bu işleri diye. Oh miss. Çok bunalınca klimayı dibe vurdurup serinledim.

Bu kadarla kalır mı? Kalmadı tabi. Başlamışken bilgisayarımdaki gerekli gereksiz dosyaları, çöpleri spamları, bir gün gerekir belki diye bir kenara koyduğum notları sildim. Resim arşivime baktım. Ramazan geliyor diye gözünün ucunu, eteğinin kıyısı gözüken hatun resimlerini ve software arşivimi de bir güzel sildim. Üstüne bir de cila çektim.

Yetti mi yetmedi. Baktım internet gelmiş. Girdim maillere bu mail nerden gelmiş, bu kimmiş. Adres defterimde kimler varmış. Salak gmailin bir selam vereni bile arkadaş listinize ekleme özelliği var. Sil sil, sil, msn listime dadanmış spamları, tarih olmuş insanları, küsüp somurtanları bir güzel temizledim. Zaten yoktunuz, şimdi tamamen yoksunuz diyerek iyi gün dostlarının da icabına baktım.

Sonra oturdum pencere camlarını ve gözlüğümün camını sildikten sonra, ne eksik kaldı ne eksik kaldı diye düşünürken aklıma geldi. Bu temizlik esnasında bile bir sürü şey için ağzımı bozup sayıp dökmüştüm. Düşündüm neler kaldı diye, geri kalanların da cümlesine bir çırpıda sayıp döküp içimdeki öfkeyi temizledim.

En sonunda yorulup şöyle bir oh çekerken düşündüm de kadınlar ne uyanıkmış, hem iş yapıp hem de stres atıyorlar. Bakmayın siz onların yoruldum of, puff dediklerine temizlik denen şey süper stres attırıyor. Rahatlatıp dinlendiriyor insanı. İbram abi demedi demeyin, bizzat siz de deneyin.


Evet... Hep söylerim, kadın olmak bu dünyaya birkaç sıfır avantajlı gelmek demektir. Kendi sorunlarını kendin çözebilmek demektir. Bakmayın ülkemizde bizim gibi bazı erkeklerin öküzlüğü yüzünden kadınlarımızın bazıları mağdur ama kadın olmak özünde avantajlı ve iyi birşeydir. İbne olmak için sıraya giren bu kadar erkek yanılmış olamaz di mi efendim.

İşte bugünlerde İbrahim abiniz yine kadınların bir sırrını  daha keşfetti.  Bu kadın milleti hani işten güçten yakınır. Of oram buram tutuldu. Temizlik yaptım derler ama yapma kuşum yapma canım yorma kendini deseniz de yine de temizlikten geri durmazlar ya. Maksat başkaymış anacım.

Meğer temizlik kadınların olmazsa olmazıymış. Nasıl mı öğrendim. Geçenlerde keyifsizim. Hatta bayağı da moralim bozuk. Tepem atık elemanlara kızmışım falan. Pazar günü kimse yok. Adsl de arızalı internette yok. Napim napim derken dur şu işyerinde bir temizlik yapayım dedim. Bir giriştim işlere…

Önce yıllanmış faturaları tek tek inceledim attım. Ardından kredi kartı extrelerini. Hızımı alamadım elektrik su faturaları. Not defterleri. Eskiden verilerimi yedeklediğim bir sürü CD vardı. İnternet ve Google amca çıkınca birçok şey anlamsızlaştı. Cdlerde çöpe atılacaklar içinde yerini aldı böylece.

Atılacaklar bitince silinip tozu alınacaklara giriştim. Masa, pencere, cam, çerçeve. Üstünkörü bile olsa iyi geldi tozunu almak her şeyin. Arada afakanlar bastı içimden elemanlara saydım döktürdüm. Bu buraya böyle mi konur, hep ben mi düzelticem? Ulan ben olmasam kim yapacak bu işleri diye. Oh miss. Çok bunalınca klimayı dibe vurdurup serinledim.

Bu kadarla kalır mı? Kalmadı tabi. Başlamışken bilgisayarımdaki gerekli gereksiz dosyaları, çöpleri spamları, bir gün gerekir belki diye bir kenara koyduğum notları sildim. Resim arşivime baktım. Ramazan geliyor diye gözünün ucunu, eteğinin kıyısı gözüken hatun resimlerini ve software arşivimi de bir güzel sildim. Üstüne bir de cila çektim.

Yetti mi yetmedi. Baktım internet gelmiş. Girdim maillere bu mail nerden gelmiş, bu kimmiş. Adres defterimde kimler varmış. Salak gmailin bir selam vereni bile arkadaş listinize ekleme özelliği var. Sil sil, sil, msn listime dadanmış spamları, tarih olmuş insanları, küsüp somurtanları bir güzel temizledim. Zaten yoktunuz, şimdi tamamen yoksunuz diyerek iyi gün dostlarının da icabına baktım.

Sonra oturdum pencere camlarını ve gözlüğümün camını sildikten sonra, ne eksik kaldı ne eksik kaldı diye düşünürken aklıma geldi. Bu temizlik esnasında bile bir sürü şey için ağzımı bozup sayıp dökmüştüm. Düşündüm neler kaldı diye, geri kalanların da cümlesine bir çırpıda sayıp döküp içimdeki öfkeyi temizledim.

En sonunda yorulup şöyle bir oh çekerken düşündüm de kadınlar ne uyanıkmış, hem iş yapıp hem de stres atıyorlar. Bakmayın siz onların yoruldum of, puff dediklerine temizlik denen şey süper stres attırıyor. Rahatlatıp dinlendiriyor insanı. İbram abi demedi demeyin, bizzat siz de deneyin.

Kara Murat Pucca mı Siminya'mı?

Hiç yorum yok:


Eh sonunda o da oldu. Şöhretin bedeli işte. Bu kadar dilden dile gezerse insanlar iş olacağı yere varır. Sonunda biri çıktı Pucca ile Siminya'yı blog âlemine ifşa etti. Son dedikoduları çakma son kraliçe adıyla fenomenleştirilmeye çalışılan siteden ve Pucca ile Siminya'nın paylaşımlarından bulabilirsiniz.

Fitili biraz Siminya'nın ateşlediği söyleniyor ama yorumlara bakarsak Siminya'yı da Pucca'yı da tanımayan kalmamış. Herkes bir şeyler yazmış. Eee şimdi benim kafam karıştı bu işlerden kopalı bir hayli oldu. Eskiden bir kara murat hanginiz esprisi vardı şimdi olay Kara Pucca hanginiz, Kara Siminya hanginize döndü...


E biliyorum bu internet işleri böyledir. Gizli saklı yazmaya gelmez. Bir molla kasım gelip Yunus Emre'yi bulmuşsa sizi de biri bulacaktır. Demek ki neymiş internet âleminden madam ya da adam alırken yanına dikkat edecekmişsin. Belalının ya da bel altından vuran birinin eline, diline düşmeyeceksin.


Şahsen ben bu tür lüzumsuz işlere muhatap olmamak adına geçen yıllarda kendi kendimi ifşa etmeyi tercih ettim. Anonim yazmanın bir cazibesi olduğu inkâr edilemez. Netice de daha rahat ve sözünüzü sakınmadan, Ali Veli  alınır, Ayşe, Fatma darılır demeden rahatça yazabiliyorsunuz. Ancak zamanla bazı insanlar EX sevgilisinin cep telini helâya yazan ibneler gibi değişik tavırlar sergileyip çamur atma yoluna gidebiliyor.

Eh bunlara da hazır olmanız gerek. Şahsen ben erkek olduğumdan böyle bir şeye muhatap olmadım, olsam da pek umurumda olmaz ama haliyle Siminya ve Pucca'nın en azından kat ve kat yayılmış şöhretleri ve bir o kadar da korunması gereken kimlikleri olabilir. Neticede gizem, büyü bozulmadan yollarına devam etmeliler.


Efendim madem dedikodu lazım. Ben de Siminya ve Pucca'yı tanırım. Üstelik benden alacağınız bilgiler kesin ve doğrudur. Eksik olabilir ama yalan dolan değildir.

Bendeniz Pucca'yı iki cümlecik tanırım. O da sanırım bir sohbette internet üzerinden viral reklam teklifleri konusunda konuşmuşluğumuz var. Kendisine bir marka olduğunu, bu fırsatı değerlendirmesini ileride şansının yaver gideceğini söylemiştim. Biraz gaz vermiştim yani. Haksız da çıkmadım. Bugün Pucca "yırtmış" sayılır. Hatırı sayılır şöhretini bir kaç kat daha arttırdı ve sanırım biraz da mali durumunu düzeltti.


Şahsen ben kitabını alıp okumadım, pdf formatında dolaşıyor ortalıkta dediler onu da okumayı pek doğru bulmadım. Blogunu okumak bana yetiyordu fazlasında gözüm yoktu. Bütçesine katkıda bulunamadım ama mazur görsün artık...

Ancak sanal âlemden bildiğimce Pucca kim ne derse desin, iyi bir kızdır bence vesselam... Ben de bu âleme girerken kendisine şaka yollu takılan yazılar yazdım ve gülüp geçecek olgunluğu gösterdi. Bu herkesin harcı değildir. Onca insan blogunda sana her türlü iyi kötü lafı söylerken sindirebilmek herkesin yapabileceği bir iş değil.


Siminya ise, sözünü daldan budaktan esirgemeyen bir gacımızdır. Aynı şekilde geçmiş zamanlarda kendisine takıldığım yazılar olmuştur. Sanal âlemde Pucca'dan biraz fazla da olsa çok uzun olmayan bir kaç sohbetimiz olmuştur. Resmini görmedim. sesini duymadım, telefonunu bilmem ama bu kısa sohbetlerden edindiğim intiba kadarıyla kendisini de mert bir insan olarak tanırım. Ha dili sivridir, gözü karadır. Orası ona bulaşanların bileceği iş...


Sözün özü kendilerince bir fenomen olmuş bu insanlar üzerinden sanal âlemde bir takım işler çevrilmesi çok da alışılmadık ve beklenmedik bir durum değil. Ben şahsen ne Pucca'nın yüzünü göreyim, ne de gidip Siminya ile tanışayım derdinde oldum. Bilmem içinizde meraklısı var mıdır ama gerçekten bu insanları merak ediyorsanız yazdıklarını okumaya çalışın derim.


Evet, medyatik oldukları için, genelde ilgi alanlarınıza uygun hoşunuza gidecek yazılar yazıyorlar ama kaçımız Pucca'nın diğer bloglarını da okuduk. Düşüncelerine değer verdik. Ya da kaç tanemiz Siminya'nın işi geyiğe vurmuş satırlarındaki yergileri, dikkat çektiği konuları yakalayabildik.


Sanal âlem, yalan âlem der geçeriz ancak burada anonim ya da gerçek isimleri ile var olan insanların duygu düşünce ve fikirlerini okuyup bir şeyler anlayabiliyorsanız kendilerini tanımasanız da çok bir şey kaybetmezsiniz.


Kara Murat'ın Pucca ya da Siminya olması fark etmez. O Fatih'in fedaisidir ve çocukluğumuzun fenomenidir. Bugün de adı Pucca olsun Siminya olsun.
Okumaya değer!


Eh sonunda o da oldu. Şöhretin bedeli işte. Bu kadar dilden dile gezerse insanlar iş olacağı yere varır. Sonunda biri çıktı Pucca ile Siminya'yı blog âlemine ifşa etti. Son dedikoduları çakma son kraliçe adıyla fenomenleştirilmeye çalışılan siteden ve Pucca ile Siminya'nın paylaşımlarından bulabilirsiniz.

Fitili biraz Siminya'nın ateşlediği söyleniyor ama yorumlara bakarsak Siminya'yı da Pucca'yı da tanımayan kalmamış. Herkes bir şeyler yazmış. Eee şimdi benim kafam karıştı bu işlerden kopalı bir hayli oldu. Eskiden bir kara murat hanginiz esprisi vardı şimdi olay Kara Pucca hanginiz, Kara Siminya hanginize döndü...


E biliyorum bu internet işleri böyledir. Gizli saklı yazmaya gelmez. Bir molla kasım gelip Yunus Emre'yi bulmuşsa sizi de biri bulacaktır. Demek ki neymiş internet âleminden madam ya da adam alırken yanına dikkat edecekmişsin. Belalının ya da bel altından vuran birinin eline, diline düşmeyeceksin.


Şahsen ben bu tür lüzumsuz işlere muhatap olmamak adına geçen yıllarda kendi kendimi ifşa etmeyi tercih ettim. Anonim yazmanın bir cazibesi olduğu inkâr edilemez. Netice de daha rahat ve sözünüzü sakınmadan, Ali Veli  alınır, Ayşe, Fatma darılır demeden rahatça yazabiliyorsunuz. Ancak zamanla bazı insanlar EX sevgilisinin cep telini helâya yazan ibneler gibi değişik tavırlar sergileyip çamur atma yoluna gidebiliyor.

Eh bunlara da hazır olmanız gerek. Şahsen ben erkek olduğumdan böyle bir şeye muhatap olmadım, olsam da pek umurumda olmaz ama haliyle Siminya ve Pucca'nın en azından kat ve kat yayılmış şöhretleri ve bir o kadar da korunması gereken kimlikleri olabilir. Neticede gizem, büyü bozulmadan yollarına devam etmeliler.


Efendim madem dedikodu lazım. Ben de Siminya ve Pucca'yı tanırım. Üstelik benden alacağınız bilgiler kesin ve doğrudur. Eksik olabilir ama yalan dolan değildir.

Bendeniz Pucca'yı iki cümlecik tanırım. O da sanırım bir sohbette internet üzerinden viral reklam teklifleri konusunda konuşmuşluğumuz var. Kendisine bir marka olduğunu, bu fırsatı değerlendirmesini ileride şansının yaver gideceğini söylemiştim. Biraz gaz vermiştim yani. Haksız da çıkmadım. Bugün Pucca "yırtmış" sayılır. Hatırı sayılır şöhretini bir kaç kat daha arttırdı ve sanırım biraz da mali durumunu düzeltti.


Şahsen ben kitabını alıp okumadım, pdf formatında dolaşıyor ortalıkta dediler onu da okumayı pek doğru bulmadım. Blogunu okumak bana yetiyordu fazlasında gözüm yoktu. Bütçesine katkıda bulunamadım ama mazur görsün artık...

Ancak sanal âlemden bildiğimce Pucca kim ne derse desin, iyi bir kızdır bence vesselam... Ben de bu âleme girerken kendisine şaka yollu takılan yazılar yazdım ve gülüp geçecek olgunluğu gösterdi. Bu herkesin harcı değildir. Onca insan blogunda sana her türlü iyi kötü lafı söylerken sindirebilmek herkesin yapabileceği bir iş değil.


Siminya ise, sözünü daldan budaktan esirgemeyen bir gacımızdır. Aynı şekilde geçmiş zamanlarda kendisine takıldığım yazılar olmuştur. Sanal âlemde Pucca'dan biraz fazla da olsa çok uzun olmayan bir kaç sohbetimiz olmuştur. Resmini görmedim. sesini duymadım, telefonunu bilmem ama bu kısa sohbetlerden edindiğim intiba kadarıyla kendisini de mert bir insan olarak tanırım. Ha dili sivridir, gözü karadır. Orası ona bulaşanların bileceği iş...


Sözün özü kendilerince bir fenomen olmuş bu insanlar üzerinden sanal âlemde bir takım işler çevrilmesi çok da alışılmadık ve beklenmedik bir durum değil. Ben şahsen ne Pucca'nın yüzünü göreyim, ne de gidip Siminya ile tanışayım derdinde oldum. Bilmem içinizde meraklısı var mıdır ama gerçekten bu insanları merak ediyorsanız yazdıklarını okumaya çalışın derim.


Evet, medyatik oldukları için, genelde ilgi alanlarınıza uygun hoşunuza gidecek yazılar yazıyorlar ama kaçımız Pucca'nın diğer bloglarını da okuduk. Düşüncelerine değer verdik. Ya da kaç tanemiz Siminya'nın işi geyiğe vurmuş satırlarındaki yergileri, dikkat çektiği konuları yakalayabildik.


Sanal âlem, yalan âlem der geçeriz ancak burada anonim ya da gerçek isimleri ile var olan insanların duygu düşünce ve fikirlerini okuyup bir şeyler anlayabiliyorsanız kendilerini tanımasanız da çok bir şey kaybetmezsiniz.


Kara Murat'ın Pucca ya da Siminya olması fark etmez. O Fatih'in fedaisidir ve çocukluğumuzun fenomenidir. Bugün de adı Pucca olsun Siminya olsun.
Okumaya değer!

Şeyhim, pirim, efendim!

Hiç yorum yok:


Ramazan geldi. İbram abiniz blog yazısı yazmasa olmaz dedim ve kalemi elime alıverdim.


Ağır ol molla desinler derler ya. Mollalık artık eskisi kadar ağır bir meslek değil ne yazık ki. Hani böyle benim gibi saçına sakalına bakıp da efendi sandığınız adamlar KALKANCI çıktıkları günden beri de bu işler düzelmiyor.

Mevla'nın güzel kullarını tenzih ederim de hala bu işler rating yapıyor, halk nazarında yer buluyor ya ona yanarım. Söylemekte fayda var "Efendiler Türkiye cumhuriyeti, şeyhler mollalar mekânı değildir" diyen M.Kemal boşuna dememiş sanırım. Gerçi paşa, bey vs gibi unvanları da yasaklamış ama paşalar bu işi  pek kabullenememiş. Malum bugünlerde yaşayıp görüyoruz.

Geçenlerde ağır ol molla denilesinin biri "kızlarınızı okutmayın" demiş. Bir diğeri vaaz ettiği kadın cemaatin yanına gelirken "kıçını dönerek" geliyormuş. Etme hocam etme, kıçını cemaate döneceksen vaaz da etme, kasetten dinlesinler seni.

Hele bazıları var ki akrabası, eşi dostu ile mahrem diye birlikte oturmaz ama hocası ile umreye gider. Ee ne diyeyim ben kızım sana yasak olmayan Hoca'n değil Kocan. Bu kadar dinine düşkünsen hoca’nla da gidemezsin ancak koca'nla gidebilirsin o uzun yollara.

Bir de internet âleminde gözlemlediğim şeyler var. Mevla yaratmış ama bazı salak kulları dine küfretmeyi matah sayıyor. Herkes kendini deccal sanıyor. Yavrucum Mehdi sananlar bitti de başımıza deccal sananlar mı türedi. Küfrünüz ancak kendinizi ateşe atar. Başkasının dinine küfretmekle elde edeceğin bir şey yok, ama sizi de anlıyorum. Küfrettiğiniz bir dinin adı yazıyor nüfus kâğıtlarınızda sildiremiyorsunuz. Ne diyeyim halletsin yetkililer biz de %99 u Müslüman laflarından kurtulalım.

Ha bir de millet oruçken sıcak havada elde kornet inadına dondurma yalaya yalaya gitmeyi seven gençlerimiz var. Ne diyeyim inanmadığın bir şeye de saygı duymak zor olmasa gerek, ama yapmıyorlar.

Efendim meraklısına söyleyeyim bendenizin iki tane şeyhi vardır. Biri Yunus Emre'dir. Biri de Nasrettin hoca. İkisinin üstüne hoca tanımam bu âlemde. Tabi ki herkesin beğenip, peşinden gitmeye meraklı olduğu insanlar olabilir. Saygı duyarım, karışmam ama yine de dikkatli olmalarını öneririm.

Hele Elif ŞAFAK’IN Aşk kitabını okuyup da kendini kanatsız melek sayanların sayısında ciddi artış olmuş, Hacivat'la Karagöz gibi kendini kitabın diyaloglarına adayan sevdalılar türemiş olabilir. Ama ben Yunus'un arı duru sadeliğine vurgunumdur. Nasrettin Hoca'nın da zekâsına, hazır cevaplığına. O kadar...

Bu konudaki görüşümü düşüncemi merak edenler Ramazan Pidesi'nde yarınki yazımda bulabilirler.



Ramazan geldi. İbram abiniz blog yazısı yazmasa olmaz dedim ve kalemi elime alıverdim.


Ağır ol molla desinler derler ya. Mollalık artık eskisi kadar ağır bir meslek değil ne yazık ki. Hani böyle benim gibi saçına sakalına bakıp da efendi sandığınız adamlar KALKANCI çıktıkları günden beri de bu işler düzelmiyor.

Mevla'nın güzel kullarını tenzih ederim de hala bu işler rating yapıyor, halk nazarında yer buluyor ya ona yanarım. Söylemekte fayda var "Efendiler Türkiye cumhuriyeti, şeyhler mollalar mekânı değildir" diyen M.Kemal boşuna dememiş sanırım. Gerçi paşa, bey vs gibi unvanları da yasaklamış ama paşalar bu işi  pek kabullenememiş. Malum bugünlerde yaşayıp görüyoruz.

Geçenlerde ağır ol molla denilesinin biri "kızlarınızı okutmayın" demiş. Bir diğeri vaaz ettiği kadın cemaatin yanına gelirken "kıçını dönerek" geliyormuş. Etme hocam etme, kıçını cemaate döneceksen vaaz da etme, kasetten dinlesinler seni.

Hele bazıları var ki akrabası, eşi dostu ile mahrem diye birlikte oturmaz ama hocası ile umreye gider. Ee ne diyeyim ben kızım sana yasak olmayan Hoca'n değil Kocan. Bu kadar dinine düşkünsen hoca’nla da gidemezsin ancak koca'nla gidebilirsin o uzun yollara.

Bir de internet âleminde gözlemlediğim şeyler var. Mevla yaratmış ama bazı salak kulları dine küfretmeyi matah sayıyor. Herkes kendini deccal sanıyor. Yavrucum Mehdi sananlar bitti de başımıza deccal sananlar mı türedi. Küfrünüz ancak kendinizi ateşe atar. Başkasının dinine küfretmekle elde edeceğin bir şey yok, ama sizi de anlıyorum. Küfrettiğiniz bir dinin adı yazıyor nüfus kâğıtlarınızda sildiremiyorsunuz. Ne diyeyim halletsin yetkililer biz de %99 u Müslüman laflarından kurtulalım.

Ha bir de millet oruçken sıcak havada elde kornet inadına dondurma yalaya yalaya gitmeyi seven gençlerimiz var. Ne diyeyim inanmadığın bir şeye de saygı duymak zor olmasa gerek, ama yapmıyorlar.

Efendim meraklısına söyleyeyim bendenizin iki tane şeyhi vardır. Biri Yunus Emre'dir. Biri de Nasrettin hoca. İkisinin üstüne hoca tanımam bu âlemde. Tabi ki herkesin beğenip, peşinden gitmeye meraklı olduğu insanlar olabilir. Saygı duyarım, karışmam ama yine de dikkatli olmalarını öneririm.

Hele Elif ŞAFAK’IN Aşk kitabını okuyup da kendini kanatsız melek sayanların sayısında ciddi artış olmuş, Hacivat'la Karagöz gibi kendini kitabın diyaloglarına adayan sevdalılar türemiş olabilir. Ama ben Yunus'un arı duru sadeliğine vurgunumdur. Nasrettin Hoca'nın da zekâsına, hazır cevaplığına. O kadar...

Bu konudaki görüşümü düşüncemi merak edenler Ramazan Pidesi'nde yarınki yazımda bulabilirler.

Referandumda Hayır çıkarmak, Lotoda 6 tutturmaktan zor

Hiç yorum yok:

Siyaseti sevmem ama akıllı olması gereken insanların  körü körüne, hesapsız kitapsız esip gürlemesini de sevmiyorum.  Bazı arkadaşlara bakıyorum, bloglarda sosyal medyada mangalda kül bırakmıyorlar. Onların yazıp çizdiklerine bakarsak referandumda Hayır çıktı bile. Ama kazın ayağı öyle değil işte. Bakalım nasılmış.

Hükümetin aldığı oy oranı ortada. Referanduma destek vereceğini açıklayan kesimlerin içinde sanatçılar vs'nin de olduğunu da biliyoruz. Bir kısım sol partiler, aydınlar, yetmez ama evet platformları da hesaba katıldığında referandumda evet çıkması neredeyse garanti gibi gözüküyor.

Başbakanın kişisel performansı ile dere tepe gezmesini hiç hesaba katmıyoruz. Devlet imkanlarını falan. Halkın 12 eylül anayasına bile evet dediğini, yani her önüne gelene Evet deme teamülünü de. Üstelik bu işin iyi birşey olduğuna inananların sayısı bir hayli fazla. Çünkü Hayırcı parti kadrolarından bile sapır sapır fireler oluyor.

Şimdi İbram abi de Evetçi oldu falan demeyin efendim. Başbakan ne diyor. 3 çocuk yapacaksınız. Bizim aydınlar ne diyor. Ne demiyor lar ki, hakaretin bini bi para, söylemedikleri laf bırakmıyorlar. Üç çocuk ne demek, 3 seçmen demek ileride. Peki başbakanın 3 çocuk sözünü kimler tutacak, ona inanan insanlar. Yani şu an onu iktidara getiren seçmenler. Yani gelecek seçimleri de garantiliyor adam.

Peki başka kimler 3 çocuk yapıyor. Belli bir etnik kesimin bu konuda gözle görülür şekilde çoğalma içgüdüsü ile hareket ettiğini söyleyebiliriz. Irkçı değilim ama 5-10 seçim sonrasında DTP'nin hükümet ortağı ya da tek başına iktidar olması sürpriz sayılmaz. Neden, sayısal veriler onu gösteriyor da ondan. Aklını kullanıp bazı siyasilerin kürtlerin ya gönlünü alması ya da seçmen yetiştirip önlem alması gerek. Başbakan da onu yapmaya çalışıyor.

Adama ne derler, ya hesap bilmiyorsun ya da  hiç dayak yememişsin. Hayır, hayır diye esip gürleyelim bakalım ne değişecek. Hiç bir şey tabi ki. Bloglarımızın yüzlerce, binlerce izleyicisi olabilir, sosyal medyada esip gürleyip Hayır! diye çığlıklar atsak da sanal izleyicilerimiz sandığa üçer beşer gitmiyor. Sandığa gidenler, siz onlara koyun psikolojisi ile hareket ediyor desenizde bizlerden çok daha bilinçli hareket ediyor.

Özetle, DTP'liler boykot yönünde karar aldılar çünkü kaç kişiler görmek istiyorlar, belli bi oranda da görecekler. Başbakan seçmen yaşını düşürdü, kendince 12 eylül karşıtlığından da nemalanıyor. Samimi ya da değil ama aydınlardan bile ilk defa bir sağ iktidar destek buldu. Siz Sezen AKSU ile Teoman'ın EVET söylemlerinden hiç kimse etkilenmeyecek mi sanıyorsunuz.  Başbakanın karşısında Kemal Bey'in sanal ve çakma kahramanlığını hiç saymıyorum.

Hesap basit, sol düşünceye sahip, kendince aydın geçinen arkadaşlarımız bir an önce evlenip 3 er çocuk (3 er potansiyel seçmen) yapmadıkları müddetçe, ancak ordu darbe yaparsa farklı bir seçim sonucu alıp iktidar yüzü görebilecekler. Zaten de görülemiyor bildiğinizce.

Ya da kendine sol diyen partiler, daha ilerici, toplumsal sorunlara karşı akılcı, ilerici çözüm önerileri sunan politikalar üretip,  getirecekler. Ya da sittin sene, bilmem kaç seçim, bilmem kaç referandum da olsa istedikleri cevabı seçmenden alamayacaklar. Bunu kafalarına sokup kendi içlerinde bir değişimde onlar başlatsalar iyi olur.

Hiç kimse kendini kandırıp da referandumdan HAYIR çıkacağı yönünde rüyalar görüp, ertesi gün iflah olmaz bu millet, müstehak bu millet diye yazılar yazmasın.

Hadi benden bir de alternatif ipucu gibi öneri size. Eğer 3 çocuk yapmayı uzun vadede düşünmüyorsanız (kısa vadede zaten işe yaramayacak), her Hayır diyen arkadaş klasik söylemleri aşıp, Evet demeye dünden angaje olmuş insanlara (öcü geliyo öcü demekten başka) mantıklı öneriler sunup,  kendisi gibi oy verecek 3 kanka seçmen yapsın...

Siyaseti sevmem ama akıllı olması gereken insanların  körü körüne, hesapsız kitapsız esip gürlemesini de sevmiyorum.  Bazı arkadaşlara bakıyorum, bloglarda sosyal medyada mangalda kül bırakmıyorlar. Onların yazıp çizdiklerine bakarsak referandumda Hayır çıktı bile. Ama kazın ayağı öyle değil işte. Bakalım nasılmış.

Hükümetin aldığı oy oranı ortada. Referanduma destek vereceğini açıklayan kesimlerin içinde sanatçılar vs'nin de olduğunu da biliyoruz. Bir kısım sol partiler, aydınlar, yetmez ama evet platformları da hesaba katıldığında referandumda evet çıkması neredeyse garanti gibi gözüküyor.

Başbakanın kişisel performansı ile dere tepe gezmesini hiç hesaba katmıyoruz. Devlet imkanlarını falan. Halkın 12 eylül anayasına bile evet dediğini, yani her önüne gelene Evet deme teamülünü de. Üstelik bu işin iyi birşey olduğuna inananların sayısı bir hayli fazla. Çünkü Hayırcı parti kadrolarından bile sapır sapır fireler oluyor.

Şimdi İbram abi de Evetçi oldu falan demeyin efendim. Başbakan ne diyor. 3 çocuk yapacaksınız. Bizim aydınlar ne diyor. Ne demiyor lar ki, hakaretin bini bi para, söylemedikleri laf bırakmıyorlar. Üç çocuk ne demek, 3 seçmen demek ileride. Peki başbakanın 3 çocuk sözünü kimler tutacak, ona inanan insanlar. Yani şu an onu iktidara getiren seçmenler. Yani gelecek seçimleri de garantiliyor adam.

Peki başka kimler 3 çocuk yapıyor. Belli bir etnik kesimin bu konuda gözle görülür şekilde çoğalma içgüdüsü ile hareket ettiğini söyleyebiliriz. Irkçı değilim ama 5-10 seçim sonrasında DTP'nin hükümet ortağı ya da tek başına iktidar olması sürpriz sayılmaz. Neden, sayısal veriler onu gösteriyor da ondan. Aklını kullanıp bazı siyasilerin kürtlerin ya gönlünü alması ya da seçmen yetiştirip önlem alması gerek. Başbakan da onu yapmaya çalışıyor.

Adama ne derler, ya hesap bilmiyorsun ya da  hiç dayak yememişsin. Hayır, hayır diye esip gürleyelim bakalım ne değişecek. Hiç bir şey tabi ki. Bloglarımızın yüzlerce, binlerce izleyicisi olabilir, sosyal medyada esip gürleyip Hayır! diye çığlıklar atsak da sanal izleyicilerimiz sandığa üçer beşer gitmiyor. Sandığa gidenler, siz onlara koyun psikolojisi ile hareket ediyor desenizde bizlerden çok daha bilinçli hareket ediyor.

Özetle, DTP'liler boykot yönünde karar aldılar çünkü kaç kişiler görmek istiyorlar, belli bi oranda da görecekler. Başbakan seçmen yaşını düşürdü, kendince 12 eylül karşıtlığından da nemalanıyor. Samimi ya da değil ama aydınlardan bile ilk defa bir sağ iktidar destek buldu. Siz Sezen AKSU ile Teoman'ın EVET söylemlerinden hiç kimse etkilenmeyecek mi sanıyorsunuz.  Başbakanın karşısında Kemal Bey'in sanal ve çakma kahramanlığını hiç saymıyorum.

Hesap basit, sol düşünceye sahip, kendince aydın geçinen arkadaşlarımız bir an önce evlenip 3 er çocuk (3 er potansiyel seçmen) yapmadıkları müddetçe, ancak ordu darbe yaparsa farklı bir seçim sonucu alıp iktidar yüzü görebilecekler. Zaten de görülemiyor bildiğinizce.

Ya da kendine sol diyen partiler, daha ilerici, toplumsal sorunlara karşı akılcı, ilerici çözüm önerileri sunan politikalar üretip,  getirecekler. Ya da sittin sene, bilmem kaç seçim, bilmem kaç referandum da olsa istedikleri cevabı seçmenden alamayacaklar. Bunu kafalarına sokup kendi içlerinde bir değişimde onlar başlatsalar iyi olur.

Hiç kimse kendini kandırıp da referandumdan HAYIR çıkacağı yönünde rüyalar görüp, ertesi gün iflah olmaz bu millet, müstehak bu millet diye yazılar yazmasın.

Hadi benden bir de alternatif ipucu gibi öneri size. Eğer 3 çocuk yapmayı uzun vadede düşünmüyorsanız (kısa vadede zaten işe yaramayacak), her Hayır diyen arkadaş klasik söylemleri aşıp, Evet demeye dünden angaje olmuş insanlara (öcü geliyo öcü demekten başka) mantıklı öneriler sunup,  kendisi gibi oy verecek 3 kanka seçmen yapsın...