Birkaç Blog Hikayesi

Buralar eskiden hep dutluktu. Sonra taze çiçeğe konan kelebekler gibi, gelenler bir üşüştüler ki; sorma gitsin.
Tabi her güzel şeyin sonu geldiği gibi, gidenler gitti, kalan sağlarla artık burada başbaşayız. Neler yazmışız, çizmişiz haydi birlikte okuyalım. Bakalım neler varmış...

tio yazar

Bugünkü şansınız :

Kapıyı çalan kimdir?

Hiç yorum yok:
Tamam, biliyoruz bazı yazar ağabeylerimiz müstear (takma ad)larla şair ağabeylerimiz (mahlas)larla yazıp çiziyorlar. Yazarlar farklı bir üslupla yazarak farklı bir kimlik oluştururken, şairler mahlası genelde bir nam (unvan) olarak kullanıyorlar.
Ancak internet âlemi ile birlikte artık
başka kelimeler kavramlar da girdi kültürümüze. Avı- Avatar - Nick- Nickname de normal
kullanıcıların bu amaçla kullandıkları kimlikler. Avatarlar farklı isimde olabildikleri gibi kendi adınızla da açıp bir takıp şekil ve ifadelerle de tanımlanırken nickler bir çeşit takma ad görevi görüyor.

Bir de ortalığı karıştırmak için üretilen sahte kimlikler var. Kısaca "trol" denilen bu sanal karakterler medeni cesareti olmayan insanlarca oto boka yorum yapmak, milleti gaza getirmek kandırmak amacı ile de kullanılıyor. Bazen Fake' de denilen bu kimlikler internette oluşturduğunuz kimliğinizin sanalı, çakması Çin işi olanı. Kısaca tavşanın suyunun suyu. Fakeler her zaman "trol"ler gibi hareket etmiyor. Bulunduğu ortamdan bunalan insanlar bazen farklı kimliklerle biraz daha rahat sohbet edebilmek için bu yola başvurabiliyor.

Eminim daha birçok yeni terim girmiştir hayatımıza. Kim bilir hangisi ne anlama geliyor. Ben de zaman zaman farklı sanal kimlikler oluşturup çeşitli blog yazıları yazdım. Nitekim İbrahim Ortaç bunlardan en popüleriydi bir zamanlar. "Sazan efendi" ve "Leyla Metin" de buna örnek verilebilir.

Aynı şekilde Facebook'da bana şaka yapan bir kaç arkadaşa şaka öyle değil böyle yapılır diyerek yüklendiğim "Kürşad Efendi - Murat Bey" tiplemeleri de boş vaktin nasıl katledildiğine örnek teşkil edebilecek fuzuli işlerdendir.

Zaman zaman yazılarıma yorup yapıp, bana da çeşitli Ali Cengiz oyunlarıyla yaklaşan, kafa bulmaya uğraşan insanlar ya da kendini özenle saklayan gizli hayranlar (eski veya yeni dostlar) olmuştur.
Nitekim bunlardan varlığına bir türlü inanmadığım "Ziynet Hanım"ı TC kimlik numarası ve hüviyet fotokopisi isteyecek kadar üzmüşlüğüm var.

Ancak yazılarıma ilginç yorumlar yapan, sohbeti keyif veren öğretmen "Esma Hoca"nın eski bir arkadaş olduğunu öğrendiğimde kendisine söylediğim bir söz var. "Yahu ben Esma'dan hoşlanmıştım, keşke söylemeseydin..."

Sohbet buraya neden mi geldi? Ne bileyim, bayram öncesi bir şeyler yazmak isterken söz uzadı da uzadı işte. Bugünlerde, yine kimliğinde şüpheye düştüğüm hoş sohbet bir arkadaş var. Tanıdık birine benziyor. Bak gözüm hanginiz iseniz çıkın ortaya. Kızmıcam söz, ya da iş uzadıkça fena kızıcam ha!.. Söylemedi demeyin...
Tamam, biliyoruz bazı yazar ağabeylerimiz müstear (takma ad)larla şair ağabeylerimiz (mahlas)larla yazıp çiziyorlar. Yazarlar farklı bir üslupla yazarak farklı bir kimlik oluştururken, şairler mahlası genelde bir nam (unvan) olarak kullanıyorlar.
Ancak internet âlemi ile birlikte artık
başka kelimeler kavramlar da girdi kültürümüze. Avı- Avatar - Nick- Nickname de normal
kullanıcıların bu amaçla kullandıkları kimlikler. Avatarlar farklı isimde olabildikleri gibi kendi adınızla da açıp bir takıp şekil ve ifadelerle de tanımlanırken nickler bir çeşit takma ad görevi görüyor.

Bir de ortalığı karıştırmak için üretilen sahte kimlikler var. Kısaca "trol" denilen bu sanal karakterler medeni cesareti olmayan insanlarca oto boka yorum yapmak, milleti gaza getirmek kandırmak amacı ile de kullanılıyor. Bazen Fake' de denilen bu kimlikler internette oluşturduğunuz kimliğinizin sanalı, çakması Çin işi olanı. Kısaca tavşanın suyunun suyu. Fakeler her zaman "trol"ler gibi hareket etmiyor. Bulunduğu ortamdan bunalan insanlar bazen farklı kimliklerle biraz daha rahat sohbet edebilmek için bu yola başvurabiliyor.

Eminim daha birçok yeni terim girmiştir hayatımıza. Kim bilir hangisi ne anlama geliyor. Ben de zaman zaman farklı sanal kimlikler oluşturup çeşitli blog yazıları yazdım. Nitekim İbrahim Ortaç bunlardan en popüleriydi bir zamanlar. "Sazan efendi" ve "Leyla Metin" de buna örnek verilebilir.

Aynı şekilde Facebook'da bana şaka yapan bir kaç arkadaşa şaka öyle değil böyle yapılır diyerek yüklendiğim "Kürşad Efendi - Murat Bey" tiplemeleri de boş vaktin nasıl katledildiğine örnek teşkil edebilecek fuzuli işlerdendir.

Zaman zaman yazılarıma yorup yapıp, bana da çeşitli Ali Cengiz oyunlarıyla yaklaşan, kafa bulmaya uğraşan insanlar ya da kendini özenle saklayan gizli hayranlar (eski veya yeni dostlar) olmuştur.
Nitekim bunlardan varlığına bir türlü inanmadığım "Ziynet Hanım"ı TC kimlik numarası ve hüviyet fotokopisi isteyecek kadar üzmüşlüğüm var.

Ancak yazılarıma ilginç yorumlar yapan, sohbeti keyif veren öğretmen "Esma Hoca"nın eski bir arkadaş olduğunu öğrendiğimde kendisine söylediğim bir söz var. "Yahu ben Esma'dan hoşlanmıştım, keşke söylemeseydin..."

Sohbet buraya neden mi geldi? Ne bileyim, bayram öncesi bir şeyler yazmak isterken söz uzadı da uzadı işte. Bugünlerde, yine kimliğinde şüpheye düştüğüm hoş sohbet bir arkadaş var. Tanıdık birine benziyor. Bak gözüm hanginiz iseniz çıkın ortaya. Kızmıcam söz, ya da iş uzadıkça fena kızıcam ha!.. Söylemedi demeyin...

Kadın kıskanırsa

Hiç yorum yok:
Sanmayın sadece erkekler kıskanır. Oysa kadınlar bazen öyle bir kıskanır ki, size dünyayı dar edip, hayata küstürebilir.
Kadın kıskanırsa günün birinde, en güzel gömleğiniz yer bezi olabilir.
Kadın kıskanırsa günün birinde; siyahı ak, beyazı kara görebilir. Her sözünüze ters bir cevap verebilir.
Kadın kıskanırsa günün birinde,
posta kutunuza girip spam maillere bile özenle "bitch" diyerek cevaplar yazabilir.
Kadın kıskanırsa günün birinde; sağa sola bakıyorsun yolda giderken diye sokak ortasında yarım saat ağlayabilir.
Kadın kıskanırsa günün birinde; helaya giderken bile cep telefonunuzu elinizden almaya kalkabilir.
Kadın kıskanırsa günün birinde; kendi cep teline dadanan sapık  dişiyse bile, aslında seni arıyordur diyebilir.
Kadın kıskanırsa günün birinde; boynunu büküp, anlam veremediğiniz şekilde sessizce ağlayabilir.
Kadın kıskanırsa günün birinde; dişi müşteri temsilcileriyle görüşüp, alışveriş etmenizi yasaklayabilir.
Kadın kıskanırsa günün birinde; blogunuza girip, tek kalemde bütün yazılarınızı, facebookta tüm arkadaş listenizi silebilir.
Kadın kıskanırsa günün birinde; gözünüzün önünde laptopunu duvara atıp parçalayabilir.
Kadın kıskanırsa günün birinde; potansiyel gördüğü tüm dişilere mailler atıp, telefonlar açıp "önünden ye kızım" diyebilir.
Kadın kıskanırsa günün birinde; başka bir kimlikle sizi test edip, sonra kendinden bile kıskanabilir.
Kadın kıskanırsa günün birinde; telefonlarınızı açmayabilir. Açtığında da sizi öyle avazı çıktığı kadar bağırararak azarlayabilir ki, KBB sorunlarınız için doktora gitmeniz gerekebilir.

Kadın kıskanırsa günün birinde; yediğiniz tüm yemekler tatsız tuzsuz ya da zehir gibi olabilir.
Kadın kıskanırsa günün birinde; salata yaparken karnınızı deşer gibi salatalıkları doğrayabilir. Geceleri uyurken yanında uykularınızı kaçırabilir.
Kadın kıskanırsa günün birinde; kış günü yorganı büsbütün çekip, yaz günü üstünüzü örtebilir.
Kadın kıskanırsa günün birinde; sizi son derece kıskandıracak basit ama etkili numaralar bulup, misilleme yapabilir.
Kadın kıskanırsa günün birinde; herşeye kayıtsız kalıp, hiç bir şey yapmayabilir. işte o zaman asıl korkmanız gereken zaman dilimi gelmiş iş işten geçmekte olabilir...

Birileri İbram sen bunları nerden biliyorsun diyebilir ama kadınlar zaten nerden bildiğimi kolayca anlayabilir...

Not: Siz de isterseniz böyle bir durumda neler olabileceğine dair küçük notlarınızı yorum olarak ekleyebilirsiniz.


Sanmayın sadece erkekler kıskanır. Oysa kadınlar bazen öyle bir kıskanır ki, size dünyayı dar edip, hayata küstürebilir.
Kadın kıskanırsa günün birinde, en güzel gömleğiniz yer bezi olabilir.
Kadın kıskanırsa günün birinde; siyahı ak, beyazı kara görebilir. Her sözünüze ters bir cevap verebilir.
Kadın kıskanırsa günün birinde,
posta kutunuza girip spam maillere bile özenle "bitch" diyerek cevaplar yazabilir.
Kadın kıskanırsa günün birinde; sağa sola bakıyorsun yolda giderken diye sokak ortasında yarım saat ağlayabilir.
Kadın kıskanırsa günün birinde; helaya giderken bile cep telefonunuzu elinizden almaya kalkabilir.
Kadın kıskanırsa günün birinde; kendi cep teline dadanan sapık  dişiyse bile, aslında seni arıyordur diyebilir.
Kadın kıskanırsa günün birinde; boynunu büküp, anlam veremediğiniz şekilde sessizce ağlayabilir.
Kadın kıskanırsa günün birinde; dişi müşteri temsilcileriyle görüşüp, alışveriş etmenizi yasaklayabilir.
Kadın kıskanırsa günün birinde; blogunuza girip, tek kalemde bütün yazılarınızı, facebookta tüm arkadaş listenizi silebilir.
Kadın kıskanırsa günün birinde; gözünüzün önünde laptopunu duvara atıp parçalayabilir.
Kadın kıskanırsa günün birinde; potansiyel gördüğü tüm dişilere mailler atıp, telefonlar açıp "önünden ye kızım" diyebilir.
Kadın kıskanırsa günün birinde; başka bir kimlikle sizi test edip, sonra kendinden bile kıskanabilir.
Kadın kıskanırsa günün birinde; telefonlarınızı açmayabilir. Açtığında da sizi öyle avazı çıktığı kadar bağırararak azarlayabilir ki, KBB sorunlarınız için doktora gitmeniz gerekebilir.

Kadın kıskanırsa günün birinde; yediğiniz tüm yemekler tatsız tuzsuz ya da zehir gibi olabilir.
Kadın kıskanırsa günün birinde; salata yaparken karnınızı deşer gibi salatalıkları doğrayabilir. Geceleri uyurken yanında uykularınızı kaçırabilir.
Kadın kıskanırsa günün birinde; kış günü yorganı büsbütün çekip, yaz günü üstünüzü örtebilir.
Kadın kıskanırsa günün birinde; sizi son derece kıskandıracak basit ama etkili numaralar bulup, misilleme yapabilir.
Kadın kıskanırsa günün birinde; herşeye kayıtsız kalıp, hiç bir şey yapmayabilir. işte o zaman asıl korkmanız gereken zaman dilimi gelmiş iş işten geçmekte olabilir...

Birileri İbram sen bunları nerden biliyorsun diyebilir ama kadınlar zaten nerden bildiğimi kolayca anlayabilir...

Not: Siz de isterseniz böyle bir durumda neler olabileceğine dair küçük notlarınızı yorum olarak ekleyebilirsiniz.


Ne zaman, nasıl öldürdüm ben sizi?

Hiç yorum yok:

Tanıdığım bazı eski dostlar var, bir o kadar da yeni. Hatta bir kısmı da blog dünyasından. Böyle izlemeye alıp da unuttuklarımızdan değil. Hani insan merak ediyor can ciğer kuzu sarması gibi sanırsınız ya. Herkes birbirinin hatırını sorar. Birbirini yorumlar. Sonra bakarsın, o yazmaz, sen yazmazsın öyle unutulur gider...

Blog alemi küçük, bir gün bir yerlerde karşılaşır insan okurken ve selam verir bir yorumda okur yazar. Yine hal hatır sorulur. Ancak ya reel dünyanızda bir şekilde yer almış dostlarınız.
Hani okul arkadaşlarınız, vefasız çıkmış sevgilileriniz, bir zamanlar muhabbetinizin çok iyi olduğu arkadaşlarınız. Yediğiniz içtiğiniz ayrı gitmeyen insanlar. Onlar neden kayboluyor?

Neler oldu da, nasıl oldu da birden araya bunca mesafeler girdi şaşarsınız. Eski defterleri yokladığınızda genelde unuttuğunuz, aklınıza pek gelmeyen bu insanların en azından sizin pencerenizde bariz hataları olduğunu görürsünüz. Bir yerde yanlış bir algı, yanlış ve onarılmayan bir davranış. Vefasızlık, kırıcı bir dialog ya da duyarsızlık. Ya da siz onların hatıra defterlerinden silinmişinizdir benzer sebeplerden.

İnsan yüreği zaten kısıtlıdır. Onca enginliğe rağmen öyle dost, arkadaş sevgili hümanist bile olsanız yüzlerce binlerce insan sığmaz bir yüreğe . En azından unutulmayacak kadar sığmaz. Ama beynimize ne oluyor? Neden siliyor hatıraları? Bir çok unutmak istediğimiz acı hafızamızda aynı günkü tazelikte dururken neden bazı insanları sıradanlaştırıp, yok ediyor beynimiz? Bir bilen var mı?

Sahi, adını unuttuğum, telefonunu hiç hatırlamadığım dostlarım. İnanın, bana kalsa unutmak istemezdim. İhtimal siz de beni unuttunuz ama merak ediyorum. Ne oldu da ne zaman öldürdüm ben zihnimde sizi. Nasıl bir kar tanesi gibi bu kadar çabuk eriyip gittiniz? Siz mi, yoksa ben mi söyleyin hangimiz daha çok vefasızız, hayırsızız, umarsızız?

Hadi bana bir ipucu verin. Adınızın baş harfi neydi sizin?
Yoksa zaten yok muydunuz, bu kadar mı değersizdiniz?
Hayat bir oyundu ve siz zaten hiç mi olmadınız?


İlk Yayınlanma Tarihi : 05 03 2010 20:19
           Eastern European Summer Time



Tanıdığım bazı eski dostlar var, bir o kadar da yeni. Hatta bir kısmı da blog dünyasından. Böyle izlemeye alıp da unuttuklarımızdan değil. Hani insan merak ediyor can ciğer kuzu sarması gibi sanırsınız ya. Herkes birbirinin hatırını sorar. Birbirini yorumlar. Sonra bakarsın, o yazmaz, sen yazmazsın öyle unutulur gider...

Blog alemi küçük, bir gün bir yerlerde karşılaşır insan okurken ve selam verir bir yorumda okur yazar. Yine hal hatır sorulur. Ancak ya reel dünyanızda bir şekilde yer almış dostlarınız.
Hani okul arkadaşlarınız, vefasız çıkmış sevgilileriniz, bir zamanlar muhabbetinizin çok iyi olduğu arkadaşlarınız. Yediğiniz içtiğiniz ayrı gitmeyen insanlar. Onlar neden kayboluyor?

Neler oldu da, nasıl oldu da birden araya bunca mesafeler girdi şaşarsınız. Eski defterleri yokladığınızda genelde unuttuğunuz, aklınıza pek gelmeyen bu insanların en azından sizin pencerenizde bariz hataları olduğunu görürsünüz. Bir yerde yanlış bir algı, yanlış ve onarılmayan bir davranış. Vefasızlık, kırıcı bir dialog ya da duyarsızlık. Ya da siz onların hatıra defterlerinden silinmişinizdir benzer sebeplerden.

İnsan yüreği zaten kısıtlıdır. Onca enginliğe rağmen öyle dost, arkadaş sevgili hümanist bile olsanız yüzlerce binlerce insan sığmaz bir yüreğe . En azından unutulmayacak kadar sığmaz. Ama beynimize ne oluyor? Neden siliyor hatıraları? Bir çok unutmak istediğimiz acı hafızamızda aynı günkü tazelikte dururken neden bazı insanları sıradanlaştırıp, yok ediyor beynimiz? Bir bilen var mı?

Sahi, adını unuttuğum, telefonunu hiç hatırlamadığım dostlarım. İnanın, bana kalsa unutmak istemezdim. İhtimal siz de beni unuttunuz ama merak ediyorum. Ne oldu da ne zaman öldürdüm ben zihnimde sizi. Nasıl bir kar tanesi gibi bu kadar çabuk eriyip gittiniz? Siz mi, yoksa ben mi söyleyin hangimiz daha çok vefasızız, hayırsızız, umarsızız?

Hadi bana bir ipucu verin. Adınızın baş harfi neydi sizin?
Yoksa zaten yok muydunuz, bu kadar mı değersizdiniz?
Hayat bir oyundu ve siz zaten hiç mi olmadınız?


İlk Yayınlanma Tarihi : 05 03 2010 20:19
           Eastern European Summer Time


Günlerden bir gün, canın sıkılır

Hiç yorum yok:

günlerden birgün canın sıkılır
ya da canını sıkarlar bir gün
bütün herşey üstüste üstüne gelir
kendine sığınacak bir yer dilersin

bir pc koyarsın masanın üstüne
ve bu alemden çeker gidersin...


bazen bir sohbete tutunur
bir şarkıdan nağmeler dinlersin
bazen birkaç hoş satır yazar
bazen bolca muhabbet edersin

kâh sözünü seven olur
sevilmeyi sen de seversin
kâh peşine düşen olur
düşmeyi sen de istersin

iyidir, hoştur, güzeldir bir süre herşey
tozpembe düşleri yeniden keşfedersin
kördür gözlerin yeni doğmuş bebek gibi
açıldıkça; hüzne sıkıntıya "burdaymış" dersin

zordur birden çok hayatı paylaşmak zaten
zordur can sıkıntılarından sevinç üretmek
zordur zorluklardan kolaylık çıkarabilmek
ne dünyanın derdi biter, ne dünyana girenin
zorluklar içinde tükenirken, birbirini yersin

sonra bir gün canın sıkılır
ya da sıkarlar canını bir gün
önce cebindeki telefonu kapatırsın
sonra modeminin fişini çekersin

yani bir gün canın sıkılır
bu alemden de çeker gidersin...


PS: kimse durumdan vazife, kıssadan hisse çıkarmasın, ortaya karışık sunum yaptık...
İlk Yayınlanma Tarihi: 4 04 2010 19:54 Eastern European Summer Time

günlerden birgün canın sıkılır
ya da canını sıkarlar bir gün
bütün herşey üstüste üstüne gelir
kendine sığınacak bir yer dilersin

bir pc koyarsın masanın üstüne
ve bu alemden çeker gidersin...


bazen bir sohbete tutunur
bir şarkıdan nağmeler dinlersin
bazen birkaç hoş satır yazar
bazen bolca muhabbet edersin

kâh sözünü seven olur
sevilmeyi sen de seversin
kâh peşine düşen olur
düşmeyi sen de istersin

iyidir, hoştur, güzeldir bir süre herşey
tozpembe düşleri yeniden keşfedersin
kördür gözlerin yeni doğmuş bebek gibi
açıldıkça; hüzne sıkıntıya "burdaymış" dersin

zordur birden çok hayatı paylaşmak zaten
zordur can sıkıntılarından sevinç üretmek
zordur zorluklardan kolaylık çıkarabilmek
ne dünyanın derdi biter, ne dünyana girenin
zorluklar içinde tükenirken, birbirini yersin

sonra bir gün canın sıkılır
ya da sıkarlar canını bir gün
önce cebindeki telefonu kapatırsın
sonra modeminin fişini çekersin

yani bir gün canın sıkılır
bu alemden de çeker gidersin...


PS: kimse durumdan vazife, kıssadan hisse çıkarmasın, ortaya karışık sunum yaptık...
İlk Yayınlanma Tarihi: 4 04 2010 19:54 Eastern European Summer Time

Çok şeker insanlar

Hiç yorum yok:
Canan KARATAY ablanın da dediği gibi şeker en sinsi uyuşturuculardan biridir. Çocuk yaşta sana lolipop alayım mı diyen amcaların şerrine uğramasak da, bahçeye topumuz kaçmasa bile komşu bakkal amca sayesinde tanışırız onunla. Ya da yaşadığımız ilk akraba ziyaretinde “ağlamasın çocuk” diye meme yerine ağzımıza tutuşturulan bir çikolata ile öğreniriz.

Ancak yıllar geçer şeker sinsice bizi kendine alıştırır. Onu yemediğimiz zamanlarda huysuzlaşırız. Anne babalar elimize tutuşturdukları üç beş kuruşla bizim mızmız ve yaramaz halimizden kurtulmak için bakkala yönlendirirler. Sonrası gelsin çikolatalar, şekerlemeler.

Şekerle hastalık olarak tanışmadıysak, ilk zararını diş çürüklerinde görürüz. Bir gece ansızın zonklamaya başlayan çürük dişler, bize ilk şeker acısını tattırır. Ama biz şekere değil çürük dişe bahane buluruz. Ağrı dayanılmaz olduğunda bünyeden çektirir atarız.

Hayat ilahi kurallar gereği bazen bize ikinci şans verir ve süt dişlerinin yerini diğerleri alır. Ancak şeker için yeni hedef bellidir. Yeni dişler. Bu arada yaş ilerler şeker kilo olarak bünyede birikmeye başlar. Sonrasında biz yetişkin olduğumuzda yakılamayan kaloriler ve Türk kası olarak biriken göbek hep şekerin armağanıdır bünyeye.

Sonrasında pre diyabet ve diyabete varan, kalp hastalıklarına kadar uzanan sağlık sorunlarını ve hayatınızı tehdit eden şeker bağımlılığı...

İşte şeker gibi insanlar da böyle alışkanlık yapar bünyede. Daha bebekken bize yaptıkları agucuk, gugu cuk komik şakalar, arkasından mıncırmalar okşamalar. Abartılmış sevgi gösterileri, sarılmalar kucaklamalar içi içine sığmaz gülücük ifadeleri; tıpkı şekerin dişlerimizin minesini çatlattığı gibi ruhumuzun savunma kalkanlarını bir bir geçerek içimizi yavaş yavaş çürütmeye başlar.

Siz şeker gibi insanlardan beslenirken, onlar da sizden beslenerek doyuma ulaşırlar. Bir müddet sonra o şeker gibi insanlara bağımlı hale gelirsiniz. İşte o zaman diş ağrısına benzeyen bir kalp ağrısı ile karşılaşırsınız. Acı gerçek ta kalbinizin derinlerine kadar işleyerek canınızı yakar. Şeker gibi insanlar, tıpkı şeker gibi yeni çocuklar, yeni bünyeler, yeni kalpler bulmuş ve onları kendilerine bağlamakla meşguldürler.

Sözün özü: Çok şekerden az uzak durun şekerim.

Canan KARATAY ablanın da dediği gibi şeker en sinsi uyuşturuculardan biridir. Çocuk yaşta sana lolipop alayım mı diyen amcaların şerrine uğramasak da, bahçeye topumuz kaçmasa bile komşu bakkal amca sayesinde tanışırız onunla. Ya da yaşadığımız ilk akraba ziyaretinde “ağlamasın çocuk” diye meme yerine ağzımıza tutuşturulan bir çikolata ile öğreniriz.

Ancak yıllar geçer şeker sinsice bizi kendine alıştırır. Onu yemediğimiz zamanlarda huysuzlaşırız. Anne babalar elimize tutuşturdukları üç beş kuruşla bizim mızmız ve yaramaz halimizden kurtulmak için bakkala yönlendirirler. Sonrası gelsin çikolatalar, şekerlemeler.

Şekerle hastalık olarak tanışmadıysak, ilk zararını diş çürüklerinde görürüz. Bir gece ansızın zonklamaya başlayan çürük dişler, bize ilk şeker acısını tattırır. Ama biz şekere değil çürük dişe bahane buluruz. Ağrı dayanılmaz olduğunda bünyeden çektirir atarız.

Hayat ilahi kurallar gereği bazen bize ikinci şans verir ve süt dişlerinin yerini diğerleri alır. Ancak şeker için yeni hedef bellidir. Yeni dişler. Bu arada yaş ilerler şeker kilo olarak bünyede birikmeye başlar. Sonrasında biz yetişkin olduğumuzda yakılamayan kaloriler ve Türk kası olarak biriken göbek hep şekerin armağanıdır bünyeye.

Sonrasında pre diyabet ve diyabete varan, kalp hastalıklarına kadar uzanan sağlık sorunlarını ve hayatınızı tehdit eden şeker bağımlılığı...

İşte şeker gibi insanlar da böyle alışkanlık yapar bünyede. Daha bebekken bize yaptıkları agucuk, gugu cuk komik şakalar, arkasından mıncırmalar okşamalar. Abartılmış sevgi gösterileri, sarılmalar kucaklamalar içi içine sığmaz gülücük ifadeleri; tıpkı şekerin dişlerimizin minesini çatlattığı gibi ruhumuzun savunma kalkanlarını bir bir geçerek içimizi yavaş yavaş çürütmeye başlar.

Siz şeker gibi insanlardan beslenirken, onlar da sizden beslenerek doyuma ulaşırlar. Bir müddet sonra o şeker gibi insanlara bağımlı hale gelirsiniz. İşte o zaman diş ağrısına benzeyen bir kalp ağrısı ile karşılaşırsınız. Acı gerçek ta kalbinizin derinlerine kadar işleyerek canınızı yakar. Şeker gibi insanlar, tıpkı şeker gibi yeni çocuklar, yeni bünyeler, yeni kalpler bulmuş ve onları kendilerine bağlamakla meşguldürler.

Sözün özü: Çok şekerden az uzak durun şekerim.

Almak ve vermek üzerine

Hiç yorum yok:
Hayatta her şey biraz almak biraz da vermek üzerinedir. Nefes alırsınız nefes verirsiniz. Su, ekmek alır para verirsiniz. Can alır, can verirsiniz. 

Hiç bir şey bedelsiz değildir. Emek verir, ücret alırsınız. Değer verir, değer alırsınız. Sevgi verir sevgi alırsınız.

Almazsınız ya da. İş manevi anlamda verdiklerinize gelince onlar her zaman maddi şeyler gibi olmaz. Tıpkı veresiye verip para kaptırdığınız gibi değer verdiğiniz insanlar o değeri hak etmezler ve siz verdiğinizle kalırsınız. İşte tam o yüzden belki "denize at" denilmiştir. Çünkü onlar bilmese de bu değeri bir bilen elbette vardır.

Yine ömrünüzde en değerli şeylerden olan zamanı verir karşılığında bir şeyler alırsınız. Bu bazen bir keyif, bazen bir bilgi, kültür ve eğitim olarak size döner. Bazen de zamanı harcadığınız, öldürdüğünüzle kalırsınız.

O zamanı bazen en olmadık yerlerde boşu boşuna harcadığınızı düşünürsünüz gün gelir. Ya da zaman geçer, şapkayı önünüze koyarsınız. Şöyle geçip giden anlara, yıllara bir bakar "ulan ben ne b.k yedim" der hayıflanırsınız. Ama her zaman ki gibi "giden gelse mezardan dedem gelir"

Bazen de aldıklarınıza bakarsınız. Kimi zaman mal mülk şan şöhrettir insanlar için bu ve onları mutlu eder. Kimi zaman insan biriktirmişsinizdir. Güzel dostlar, dostluklar edinmişsinizdir. Yine mutlu olursunuz. Olsun varsın dersiniz. Feda olsun...

Kimi zaman da harcadığınız zamanın kıymetini bilmediğinizi düşünür. Verdiğiniz emeğin boşa gittiği kaygısına kapılırsınız. Şarkıdaki gibi "değmezmiş" dediğiniz anlar olur. Ancak pişmanlık insanoğlunun çok sıkça yaşadığı bir şeydir ve en işe yaramaz kelimelerden birisi de "keşke"dir.

Keşke'leriniz az olsun bir ömür boyu ve aldıklarınız verdiklerinize, kazandıklarınız kaybettiklerinize değsin...

Sağlıcakla mutlu huzurlu yaşayın bir ömür sevdiklerinizle ve sizi gerçekten sevenlerinizle.

Hayatta her şey biraz almak biraz da vermek üzerinedir. Nefes alırsınız nefes verirsiniz. Su, ekmek alır para verirsiniz. Can alır, can verirsiniz. 

Hiç bir şey bedelsiz değildir. Emek verir, ücret alırsınız. Değer verir, değer alırsınız. Sevgi verir sevgi alırsınız.

Almazsınız ya da. İş manevi anlamda verdiklerinize gelince onlar her zaman maddi şeyler gibi olmaz. Tıpkı veresiye verip para kaptırdığınız gibi değer verdiğiniz insanlar o değeri hak etmezler ve siz verdiğinizle kalırsınız. İşte tam o yüzden belki "denize at" denilmiştir. Çünkü onlar bilmese de bu değeri bir bilen elbette vardır.

Yine ömrünüzde en değerli şeylerden olan zamanı verir karşılığında bir şeyler alırsınız. Bu bazen bir keyif, bazen bir bilgi, kültür ve eğitim olarak size döner. Bazen de zamanı harcadığınız, öldürdüğünüzle kalırsınız.

O zamanı bazen en olmadık yerlerde boşu boşuna harcadığınızı düşünürsünüz gün gelir. Ya da zaman geçer, şapkayı önünüze koyarsınız. Şöyle geçip giden anlara, yıllara bir bakar "ulan ben ne b.k yedim" der hayıflanırsınız. Ama her zaman ki gibi "giden gelse mezardan dedem gelir"

Bazen de aldıklarınıza bakarsınız. Kimi zaman mal mülk şan şöhrettir insanlar için bu ve onları mutlu eder. Kimi zaman insan biriktirmişsinizdir. Güzel dostlar, dostluklar edinmişsinizdir. Yine mutlu olursunuz. Olsun varsın dersiniz. Feda olsun...

Kimi zaman da harcadığınız zamanın kıymetini bilmediğinizi düşünür. Verdiğiniz emeğin boşa gittiği kaygısına kapılırsınız. Şarkıdaki gibi "değmezmiş" dediğiniz anlar olur. Ancak pişmanlık insanoğlunun çok sıkça yaşadığı bir şeydir ve en işe yaramaz kelimelerden birisi de "keşke"dir.

Keşke'leriniz az olsun bir ömür boyu ve aldıklarınız verdiklerinize, kazandıklarınız kaybettiklerinize değsin...

Sağlıcakla mutlu huzurlu yaşayın bir ömür sevdiklerinizle ve sizi gerçekten sevenlerinizle.

İlham perisine, On'dan gerisi ne 9

Hiç yorum yok:

Şşii!
Bir baksana buraya okuyucu. Ortalık sakinleşti di mi. Artık kitap bastırmayan blog yazarını dövmüyorlar di mi?
Twitter fenomenleri  için camdan atlayan kızlar dönemi de sona erdi mi? Amcam başkan oldu mu yoksa hala geriyo mu ortalığı? Hı? Bir yol söyle bir zahmet.  Vaziyeti görmeden kafamı fare deliğinden çıkarasım yok?

Halâ, okuyup beğenseniz bile, yorum yaparken zahmete girmiş insan evladı gibi mi davranıyorsunuz? Çekip gitmezdik buralardan oysa siz bizi sevdiğiniz kadar, sevdiğinizi belli de etseydiniz. Oh olsun. Oysa seven öper okşar, çikolata şeker neyim ikram eder di mi?
Herkes burada mı bir yoklama yapalım bakalım. Yok, yapmayalım bence. Daha fazla rezil olmanın anlamı yok. Anladık anladık okumuyorsunuz. Diğer mecralar ne alemde. İnstagramı pinteresti. C2 si. Neler moda bir anlat bakim. Nerede derin muhabbetler , ince işler dönüyor? En kolay nerde geyik avlanıyor anlat bir zahmet. Unuttum ki ben.

Çekip gidersem öyle mi olur? Giderim tabi küstürmeyeydin sen de. Perilerim kaçtı, cinlerim serbest kaldı, toniklerim depreşti. Napim. Hem ben andropoza girdim belki senin haberin var mı? Yoook mu? Nefes alsan yeter İbram biz seni öyle sevdik bile demiyorsun? Ne yooo su o zaman. Öyle tabi, nabıcan sen beni bak işine gücüne. Ortam sürekli taze ve kepaze üretirken, benden rezilleri de vezirleri de çıkmıştır eminim.
Peki. Öyleyse ben neden yazıyorum yine.
Hımm bunu bir  düşüneyim. Hızlı bir dönüş falan yapmadım. Orda burda takıldım işte. Kendimi attım kumsallara. Denize falan değil bildiğin amele kumsalları. Para harcamaktan bıktım para kazandım. Borçlarımı harçlarımı ödedim. Ama şunu anladım ki, banka hakkı ana hakkı gibi bir şeymiş . Öde öde bitmiyor m.k.  Nedir annem bu olay biri bana anlatsın, kredi kartı borcu nasıl kapatılır. 
Oysa
 o kadar  dünya işine de dalmadım. Kendimi facebook'a verdim bir ara. Derdim yokmuş gibi dert dinledim. Sonra elalemin derdi, beni de gerdi. Ayarım kaçtı olmadık sorulara aksi ters cevaplar verdim. Derdini dinlediklerime küstüm darıldım, gittim başka yerlerde başkalarına sarıldım. 

Sonunda anladım ki ne trafik kazası, ne kanser ne ülser ülkem halkının en büyük derdi "aşk acısı" imiş. Vay anası... Bu alanda bir damla, hap kapsül icat edilse paraya dolar demeyeceğimiz kesin. Ben ihtiyaç halinde kendim dahil , eşe dosta verebilmek için fitil modülünün lisansını aldım.  "Can babanın kulakları çınlasın" zaten aşk sandığımız şey de bir nevi kazık çakılması değil mi bir yerlerimize.
Sonra ne mi yaptım. İp atladım sanal, spora gittim sanal, şehir turu 3d sanal. Bir baktım masaya oturmaktan evde çocukların” kardeş mi geliyor babo?” diyecekleri kadar göbek yapmışım. Evde bir gece buzdolabını tırtıklarken  suçüstü yakalandım "kıç üstü oturmaktan" yargılandım. Hüküm giydim, diyete niyete.  Anlıyacağınız İnfazlar dayım. amcam halam teyzem. İşin kötüsü eskiden yolda beni görünce "mala bak" diye dönüp bakan kızlar da bakmıyor be okuyucu. Bakamıyorlar çünkü ,karşılarına çıktığımda bakış açılarını komple kapatıyorum artık.
Sonra ben hümanistlikten de  bıktım yahu. Bilirsin eskiden beri , sen dâhil herkesi severdim. Sevmek isterdim. Bazıları hissederdi sevildiğini, bazı Ayşe Hatunlar da "kırcan mı belimi çek İbram elini" diyerek tepki gösterirdi. Ama öğrendim ki herkese mavi boncuk dağıtmakla olmuyormuş. Yenecek bir şey sanıp yutanlar var bunu. Sonra sen de onları birşey sanıp b.klarında boncuk aramaya çıkıyorsun. Olmuyor be blogcum olmuyor. Anlıyacağın kısır döngülerdeydim.

Sonra şunu gördüm nerde ne paylaşırsan paylaş. Ne vecize yumurtlayan twitter fenomeni (aforizer) oluyorsun ne de herkes seni seviyor. "Doğan media"nın yeni yumurtasında dediği gibi %51 e 49 la şirket senin de olsa bu dünyada seni sevenler değil sevmeyenleri önemsemen gerekiyor. Yani %49 sevmeyenim olmasın da;  3in 1’i beni sevse ama bir sevse, pir sevse o bana yeter.  Yoksa birisi 51'i benim, ben ne dersem o olur derken, diğeri 51 le adam asıyorlar die aba altından sopa gösteriyor. Nerden baksan ülkemde değneğin hala elle tutulacak yeri yok.
Politikaya girmeyecektim ama kan çekiyo işte. Azıcık ucundan dokundurdum o kadarı da size yetsin. Yetsin diyince aklıma "Boris Yeltsin" geldi. Rusyayı özgürleştirerek bölen Gorbaçov amcadan sonra iktidar olan bu bahtsız bedevi iki de bir çeker kafayı ".na koyim Amerikanın" diyerek ülkesini çakır keyif temsil ederdi. Ama Putin gösterdi ki "nAmerikaya öyle koyulmuyor."
Israr etmeyin yahu Suriyeli göçmenler, Seçimlerde baraj garaj ve sorunu. Buzdolabı, kömür ve peynir dağıtılacak mı gibi konularla da ilgilenmiyorum ben artık. Nasıl olsa en olmadık ezikler bile iktidar olunca değişip düzen adamı  “bay ezen” oluyor ve bizi üzüyor. Sonuç değişmiyor. Şahsen bu havada yine kömür dağıtılacaksa ben "mangal kömürü" rica ediyorum. Mümkünse muhalefet de "çöp şiş - pirzola" falan dağıtsın.
Yeter yeter. Yine başladım yazmaya ve duramıyorum. Kelime fesadına uğrayalı beri , ne çok konuştum buralara yazmadan çizmeden. Sen bilmiyorsun ki ey okuyucu. Daha düne kadar orda burda kendimi konuşarak yok etmeye çalışıyordum. Hani içimde kelimeler konuşa konuşa bir gün beni de tüketir mi diye, ama olmadı. Dinleyenlerin sabrı tükendi benim kelimelerim tükenmedi.  Çok şükür....
.
...
Bir süre sessizlik oldu di mi. Kusura bakma kulağımı kaşıdım da. Dur şimdi. İşte ben kendimi  kişilere ve dişilere parça parça kesip bölüp dağıtırken biri dedi ki. "Su üstüne yazmasan"  kâğıda kaleme dök sen artık bunları. Güldüm be blog ağlanacak halime. Oysa eskiden ne çok yazardım ben, asfalt ağlardı di mi?
Zayi ilanı verip kelimelerimi geri alıcam ben artık. Duyan duymayan onlara ne dedimse geri getirsin. Özellikle karşılıksız "Seni seviyorum" larımı geri istiyorum. Çok kullanılmış bir hale düştü. Bayatladılar getirin geri, tazelicem.

Dedim ki; ben eskiden de yazar çizerdim. Millet okur okur "ne içiyor acaba bu?" diye merak ederdi. Oysa ben kendimden başka alkolsüz içecek de tüketmedim. Dedi ki: Al sana defter yüreğim yaprak yaprak, nasılsa olacak sonumuz kara toprak.
"Soner Sarıkabadayı" niye bestelemiyon birşeyler be canım. Kabadayılığın bu kadar mıydı? Özledik"

 Bu sıcakta sebat edip, yazının sonunda sonuna gelebildiniz çok şükür. Demem o ki; yine buraya yazarak  dinlenicem biraz blog. Kusura bakma seni de rahatsız ediyom ama "bana ayırmış olduğun kalbin kadar temiz bu sayfaların" yine içine edip, b.kunu çıkarmaya talibim. Hem biliyorum en az 1 kişi okuyacak. Amaç da o zaten aslına bakarsan. Ne olacak yani aynaya bakar bakar, kendime gülümserim.
Amma da yazdım ha :) Oww her zamanki gibi süperim.
Dur okiyim.

+1


Şşii!
Bir baksana buraya okuyucu. Ortalık sakinleşti di mi. Artık kitap bastırmayan blog yazarını dövmüyorlar di mi?
Twitter fenomenleri  için camdan atlayan kızlar dönemi de sona erdi mi? Amcam başkan oldu mu yoksa hala geriyo mu ortalığı? Hı? Bir yol söyle bir zahmet.  Vaziyeti görmeden kafamı fare deliğinden çıkarasım yok?

Halâ, okuyup beğenseniz bile, yorum yaparken zahmete girmiş insan evladı gibi mi davranıyorsunuz? Çekip gitmezdik buralardan oysa siz bizi sevdiğiniz kadar, sevdiğinizi belli de etseydiniz. Oh olsun. Oysa seven öper okşar, çikolata şeker neyim ikram eder di mi?
Herkes burada mı bir yoklama yapalım bakalım. Yok, yapmayalım bence. Daha fazla rezil olmanın anlamı yok. Anladık anladık okumuyorsunuz. Diğer mecralar ne alemde. İnstagramı pinteresti. C2 si. Neler moda bir anlat bakim. Nerede derin muhabbetler , ince işler dönüyor? En kolay nerde geyik avlanıyor anlat bir zahmet. Unuttum ki ben.

Çekip gidersem öyle mi olur? Giderim tabi küstürmeyeydin sen de. Perilerim kaçtı, cinlerim serbest kaldı, toniklerim depreşti. Napim. Hem ben andropoza girdim belki senin haberin var mı? Yoook mu? Nefes alsan yeter İbram biz seni öyle sevdik bile demiyorsun? Ne yooo su o zaman. Öyle tabi, nabıcan sen beni bak işine gücüne. Ortam sürekli taze ve kepaze üretirken, benden rezilleri de vezirleri de çıkmıştır eminim.
Peki. Öyleyse ben neden yazıyorum yine.
Hımm bunu bir  düşüneyim. Hızlı bir dönüş falan yapmadım. Orda burda takıldım işte. Kendimi attım kumsallara. Denize falan değil bildiğin amele kumsalları. Para harcamaktan bıktım para kazandım. Borçlarımı harçlarımı ödedim. Ama şunu anladım ki, banka hakkı ana hakkı gibi bir şeymiş . Öde öde bitmiyor m.k.  Nedir annem bu olay biri bana anlatsın, kredi kartı borcu nasıl kapatılır. 
Oysa
 o kadar  dünya işine de dalmadım. Kendimi facebook'a verdim bir ara. Derdim yokmuş gibi dert dinledim. Sonra elalemin derdi, beni de gerdi. Ayarım kaçtı olmadık sorulara aksi ters cevaplar verdim. Derdini dinlediklerime küstüm darıldım, gittim başka yerlerde başkalarına sarıldım. 

Sonunda anladım ki ne trafik kazası, ne kanser ne ülser ülkem halkının en büyük derdi "aşk acısı" imiş. Vay anası... Bu alanda bir damla, hap kapsül icat edilse paraya dolar demeyeceğimiz kesin. Ben ihtiyaç halinde kendim dahil , eşe dosta verebilmek için fitil modülünün lisansını aldım.  "Can babanın kulakları çınlasın" zaten aşk sandığımız şey de bir nevi kazık çakılması değil mi bir yerlerimize.
Sonra ne mi yaptım. İp atladım sanal, spora gittim sanal, şehir turu 3d sanal. Bir baktım masaya oturmaktan evde çocukların” kardeş mi geliyor babo?” diyecekleri kadar göbek yapmışım. Evde bir gece buzdolabını tırtıklarken  suçüstü yakalandım "kıç üstü oturmaktan" yargılandım. Hüküm giydim, diyete niyete.  Anlıyacağınız İnfazlar dayım. amcam halam teyzem. İşin kötüsü eskiden yolda beni görünce "mala bak" diye dönüp bakan kızlar da bakmıyor be okuyucu. Bakamıyorlar çünkü ,karşılarına çıktığımda bakış açılarını komple kapatıyorum artık.
Sonra ben hümanistlikten de  bıktım yahu. Bilirsin eskiden beri , sen dâhil herkesi severdim. Sevmek isterdim. Bazıları hissederdi sevildiğini, bazı Ayşe Hatunlar da "kırcan mı belimi çek İbram elini" diyerek tepki gösterirdi. Ama öğrendim ki herkese mavi boncuk dağıtmakla olmuyormuş. Yenecek bir şey sanıp yutanlar var bunu. Sonra sen de onları birşey sanıp b.klarında boncuk aramaya çıkıyorsun. Olmuyor be blogcum olmuyor. Anlıyacağın kısır döngülerdeydim.

Sonra şunu gördüm nerde ne paylaşırsan paylaş. Ne vecize yumurtlayan twitter fenomeni (aforizer) oluyorsun ne de herkes seni seviyor. "Doğan media"nın yeni yumurtasında dediği gibi %51 e 49 la şirket senin de olsa bu dünyada seni sevenler değil sevmeyenleri önemsemen gerekiyor. Yani %49 sevmeyenim olmasın da;  3in 1’i beni sevse ama bir sevse, pir sevse o bana yeter.  Yoksa birisi 51'i benim, ben ne dersem o olur derken, diğeri 51 le adam asıyorlar die aba altından sopa gösteriyor. Nerden baksan ülkemde değneğin hala elle tutulacak yeri yok.
Politikaya girmeyecektim ama kan çekiyo işte. Azıcık ucundan dokundurdum o kadarı da size yetsin. Yetsin diyince aklıma "Boris Yeltsin" geldi. Rusyayı özgürleştirerek bölen Gorbaçov amcadan sonra iktidar olan bu bahtsız bedevi iki de bir çeker kafayı ".na koyim Amerikanın" diyerek ülkesini çakır keyif temsil ederdi. Ama Putin gösterdi ki "nAmerikaya öyle koyulmuyor."
Israr etmeyin yahu Suriyeli göçmenler, Seçimlerde baraj garaj ve sorunu. Buzdolabı, kömür ve peynir dağıtılacak mı gibi konularla da ilgilenmiyorum ben artık. Nasıl olsa en olmadık ezikler bile iktidar olunca değişip düzen adamı  “bay ezen” oluyor ve bizi üzüyor. Sonuç değişmiyor. Şahsen bu havada yine kömür dağıtılacaksa ben "mangal kömürü" rica ediyorum. Mümkünse muhalefet de "çöp şiş - pirzola" falan dağıtsın.
Yeter yeter. Yine başladım yazmaya ve duramıyorum. Kelime fesadına uğrayalı beri , ne çok konuştum buralara yazmadan çizmeden. Sen bilmiyorsun ki ey okuyucu. Daha düne kadar orda burda kendimi konuşarak yok etmeye çalışıyordum. Hani içimde kelimeler konuşa konuşa bir gün beni de tüketir mi diye, ama olmadı. Dinleyenlerin sabrı tükendi benim kelimelerim tükenmedi.  Çok şükür....
.
...
Bir süre sessizlik oldu di mi. Kusura bakma kulağımı kaşıdım da. Dur şimdi. İşte ben kendimi  kişilere ve dişilere parça parça kesip bölüp dağıtırken biri dedi ki. "Su üstüne yazmasan"  kâğıda kaleme dök sen artık bunları. Güldüm be blog ağlanacak halime. Oysa eskiden ne çok yazardım ben, asfalt ağlardı di mi?
Zayi ilanı verip kelimelerimi geri alıcam ben artık. Duyan duymayan onlara ne dedimse geri getirsin. Özellikle karşılıksız "Seni seviyorum" larımı geri istiyorum. Çok kullanılmış bir hale düştü. Bayatladılar getirin geri, tazelicem.

Dedim ki; ben eskiden de yazar çizerdim. Millet okur okur "ne içiyor acaba bu?" diye merak ederdi. Oysa ben kendimden başka alkolsüz içecek de tüketmedim. Dedi ki: Al sana defter yüreğim yaprak yaprak, nasılsa olacak sonumuz kara toprak.
"Soner Sarıkabadayı" niye bestelemiyon birşeyler be canım. Kabadayılığın bu kadar mıydı? Özledik"

 Bu sıcakta sebat edip, yazının sonunda sonuna gelebildiniz çok şükür. Demem o ki; yine buraya yazarak  dinlenicem biraz blog. Kusura bakma seni de rahatsız ediyom ama "bana ayırmış olduğun kalbin kadar temiz bu sayfaların" yine içine edip, b.kunu çıkarmaya talibim. Hem biliyorum en az 1 kişi okuyacak. Amaç da o zaten aslına bakarsan. Ne olacak yani aynaya bakar bakar, kendime gülümserim.
Amma da yazdım ha :) Oww her zamanki gibi süperim.
Dur okiyim.

+1

Kadir kıymet gecesi

Hiç yorum yok:
Bu yaşıma geldiğimde ancak öğrendim ki, insan en büyük kazığı sevdiklerinden güvendiklerinden kıymet verdiklerinden yiyor.
Ya da onlardan yediği kazık fena koyuyor. Sert vuruyor, can yakıyor, öfke uyandırıyor.
İsyan ettiriyor...

Öte yandan bir Pollyanna hayalciliği ile bunlar hiç yaşanmamış olsa diyorsun.


Zaman geri gitse, yeniden bir şans versem diyorsun.
Oysa hiç bir şey değişmeyecek onu da biliyorsun.
Kendini kandırmak istiyorsun


Bu güzel gecede size de selam olsun, tüm sevip güvendiğim ama kazığını yediğim güzel dostlar, güzel insanlar. Geçmişten gelenler, mazide kalanlar.
Taze taze canımı yakanlar.

Allah herşeyi kalplerinize göre versin.
Sizi de seviyorum...
Bu yaşıma geldiğimde ancak öğrendim ki, insan en büyük kazığı sevdiklerinden güvendiklerinden kıymet verdiklerinden yiyor.
Ya da onlardan yediği kazık fena koyuyor. Sert vuruyor, can yakıyor, öfke uyandırıyor.
İsyan ettiriyor...

Öte yandan bir Pollyanna hayalciliği ile bunlar hiç yaşanmamış olsa diyorsun.


Zaman geri gitse, yeniden bir şans versem diyorsun.
Oysa hiç bir şey değişmeyecek onu da biliyorsun.
Kendini kandırmak istiyorsun


Bu güzel gecede size de selam olsun, tüm sevip güvendiğim ama kazığını yediğim güzel dostlar, güzel insanlar. Geçmişten gelenler, mazide kalanlar.
Taze taze canımı yakanlar.

Allah herşeyi kalplerinize göre versin.
Sizi de seviyorum...

Yükselen değerler ve kurumsal flört

Hiç yorum yok:
Alışmıştık, emekli subay ya da komiser amca taklidi yapanların Atatürk posterli takvim, saat ve ajandaları fahiş fiyatlarla bizlere itelemesine. Üstü kapalı söylemlerin ardında zihnimizi tırmalayan bir korku dağları bekliyordu çünkü.

Bir ara Maliye müfettişi oluyorlardı abiler, ablalar. Yani korkacağınız ne varsa onu kullanıyorlardı size karşı. Maliye bültenleri dergileri satmaya çalışıyorlardı.


Bu aralar ise yükselen trende uyup, Kuran mealleri, üniversitede okuyan kızlarımızın çıkardığı (sözde) dini dergileri  satmaya çalışıyorlar. Ayrıca (sözde) zihinsel engelli çocuklara yardım eden derneklere para toplamak da çok moda.

Cep telefonunuz ya da banka hesabınız "terör örgütü" tarafından kullanılmış geyiklerinden hiç bahsetmiyorum. Onlar zaten aşırı namussuzca eylemler.

Bu yükselen trende iş dünyası da yabancı duramazdı. Netice "para kokusu" herkes için cazipti. İşte şu kadar alışverişe Kıbrıs’a ya da Doğu bloğu ülkelerine gidebildiğiniz turlar ufaktan "Umre" seyahatlerine dönüverdi önce. Yap alışverişi kap sevabı sistemi devreye sokuldu ama sonra bu iş pek tutmadı sanırım. 

Tekrar eski modele dönüldü.  Her zaman geçer akçe olan eğlence ve uçkur, nafile ibadetin yerini kolayca dolduruverdi.


Ancak iş dünyası eskiden beri kullandığı çözümlerine yerine yenilerini eklemekte de  gecikmedi. Bayi toplantılarını deniz kenarlarında yapıp, gecelerine dansöz çıkarmak zaten klasikti. 


Yaz günlerinde, (işinde çabuk yükselmek isteyen satış temsilcilerinin) hafif dekolteleriyle müşteriyle birebir samimi diyaloglar kurmaları neredeyse kaçınılmazdı da; internet ve sosyal medya iyice işin cılkını çıkardı sanki.

Mesela, sizi telefonda arayan satış temsilciniz neden sesini (en az sevgiliniz kadar) tonlamalı kullanır? Yeni kampanyalardan bahsederken neden sesini eğip, büker yarı cilveli konuşur?

Yetmedi,  neden sizi kurumsal olmayan facebook arkadaş listesine eklemek için çırpınır durur?Yetmedi, neden cep telefonunuzu almadan bırakmaz.

Yetmedi size verdiği aslında kurumsal olması gereken cep telefonuna bağlı Whatsap profiline neden şuh bir fotoğrafla, aşk sevda sözleri içeren iletiler kondurur. Neden fiyat listesi gönderdiği maillere değişik “selfie” fotoğraflarını ekler? Sosyal medyada kurumsal kimlik böyle mi oluşturulur?

Neden bayi temsilcileriniz arada bir değişir. Bazı firmalarda her yeni temsilcinin size ürün satmak için neden "yarı asılmasına” göz yummak zorunda kalırsınız.


Durumdan çok mu şikâyetçiyim. Yooo eskiden olsa mal gibi "satışa" geldiğim olurdu, o yüzden her “öküz” gibi daha sonra kendime kızardım. Ancak artık kedinin gözü açıldı. Şimdi biraz dinliyor, arkasından kibarca teklifleri geri çeviriyorum.

Onlar böyle de, banka temsilcileri, size telefonda bir şeyler satmaya çalışan pazarlama elemanları farklı mı ? Müşteri veritabanlarını 3. Kişilere pazarlayan telefon operatörlerinin kulaklarını bir güzel çınlatalım. 


Geçenlerde, adımı teyit ettikten sonra aşırı samimi bir moda "size reddedemeyeceğiniz bir teklifimiz var"diyerek satışa geçen bir bayan elemana "teşekkür"edip lafı uzatmadan geri çevirdim. Telefonun diğer ucundaki "bağyan" bu işe çok bozulmuş olmalı ki, sinirle:


- "Beyefendi ne teklif edeceğimi bile, dinlemeden niye telefonu kapatmaya kalkıyorsunuz" diye beni bir güzel fırçalamaz mı?

Benim de tepem attı.  “Bana reddedemeyeceğim nasıl bir teklifte bulunabilirsiniz hanımefendi?” deyip teli kapattım. 
Nasıl anladıysa, anladı artık.
Alışmıştık, emekli subay ya da komiser amca taklidi yapanların Atatürk posterli takvim, saat ve ajandaları fahiş fiyatlarla bizlere itelemesine. Üstü kapalı söylemlerin ardında zihnimizi tırmalayan bir korku dağları bekliyordu çünkü.

Bir ara Maliye müfettişi oluyorlardı abiler, ablalar. Yani korkacağınız ne varsa onu kullanıyorlardı size karşı. Maliye bültenleri dergileri satmaya çalışıyorlardı.


Bu aralar ise yükselen trende uyup, Kuran mealleri, üniversitede okuyan kızlarımızın çıkardığı (sözde) dini dergileri  satmaya çalışıyorlar. Ayrıca (sözde) zihinsel engelli çocuklara yardım eden derneklere para toplamak da çok moda.

Cep telefonunuz ya da banka hesabınız "terör örgütü" tarafından kullanılmış geyiklerinden hiç bahsetmiyorum. Onlar zaten aşırı namussuzca eylemler.

Bu yükselen trende iş dünyası da yabancı duramazdı. Netice "para kokusu" herkes için cazipti. İşte şu kadar alışverişe Kıbrıs’a ya da Doğu bloğu ülkelerine gidebildiğiniz turlar ufaktan "Umre" seyahatlerine dönüverdi önce. Yap alışverişi kap sevabı sistemi devreye sokuldu ama sonra bu iş pek tutmadı sanırım. 

Tekrar eski modele dönüldü.  Her zaman geçer akçe olan eğlence ve uçkur, nafile ibadetin yerini kolayca dolduruverdi.


Ancak iş dünyası eskiden beri kullandığı çözümlerine yerine yenilerini eklemekte de  gecikmedi. Bayi toplantılarını deniz kenarlarında yapıp, gecelerine dansöz çıkarmak zaten klasikti. 


Yaz günlerinde, (işinde çabuk yükselmek isteyen satış temsilcilerinin) hafif dekolteleriyle müşteriyle birebir samimi diyaloglar kurmaları neredeyse kaçınılmazdı da; internet ve sosyal medya iyice işin cılkını çıkardı sanki.

Mesela, sizi telefonda arayan satış temsilciniz neden sesini (en az sevgiliniz kadar) tonlamalı kullanır? Yeni kampanyalardan bahsederken neden sesini eğip, büker yarı cilveli konuşur?

Yetmedi,  neden sizi kurumsal olmayan facebook arkadaş listesine eklemek için çırpınır durur?Yetmedi, neden cep telefonunuzu almadan bırakmaz.

Yetmedi size verdiği aslında kurumsal olması gereken cep telefonuna bağlı Whatsap profiline neden şuh bir fotoğrafla, aşk sevda sözleri içeren iletiler kondurur. Neden fiyat listesi gönderdiği maillere değişik “selfie” fotoğraflarını ekler? Sosyal medyada kurumsal kimlik böyle mi oluşturulur?

Neden bayi temsilcileriniz arada bir değişir. Bazı firmalarda her yeni temsilcinin size ürün satmak için neden "yarı asılmasına” göz yummak zorunda kalırsınız.


Durumdan çok mu şikâyetçiyim. Yooo eskiden olsa mal gibi "satışa" geldiğim olurdu, o yüzden her “öküz” gibi daha sonra kendime kızardım. Ancak artık kedinin gözü açıldı. Şimdi biraz dinliyor, arkasından kibarca teklifleri geri çeviriyorum.

Onlar böyle de, banka temsilcileri, size telefonda bir şeyler satmaya çalışan pazarlama elemanları farklı mı ? Müşteri veritabanlarını 3. Kişilere pazarlayan telefon operatörlerinin kulaklarını bir güzel çınlatalım. 


Geçenlerde, adımı teyit ettikten sonra aşırı samimi bir moda "size reddedemeyeceğiniz bir teklifimiz var"diyerek satışa geçen bir bayan elemana "teşekkür"edip lafı uzatmadan geri çevirdim. Telefonun diğer ucundaki "bağyan" bu işe çok bozulmuş olmalı ki, sinirle:


- "Beyefendi ne teklif edeceğimi bile, dinlemeden niye telefonu kapatmaya kalkıyorsunuz" diye beni bir güzel fırçalamaz mı?

Benim de tepem attı.  “Bana reddedemeyeceğim nasıl bir teklifte bulunabilirsiniz hanımefendi?” deyip teli kapattım. 
Nasıl anladıysa, anladı artık.

Aleme değil, kendine ayar vermeli insan

Hiç yorum yok:

Camı aç denilince kamera açtığımız günlerdeyiz hala.
Oysa Şubat tam bahar havası yaptı. Zamanlama manidar anlayacağınız.
Bir don bir kırağı, elmalar martta hapı yuttu yutacak...
(deyimin orjinali için bakınız argo sözlük)

Üstümüze sinmiş gündem ve osuruk kokusu yüzünden odaları bir bir havalandırıp, temiz havayı ciğerlerimize çekmeye muhtacız.
Ancak bu muhtaç olduğumuz kudret büyük şehirlerde pek bulunmuyor. Bulabildiğimiz parkları da siyasi malzeme aracı yaptılar. Adam gibi girip çıkamıyoruz.



Katty Perry'li rüyaların içine kabus gibi dalan ak sakalsız hoca efendiler ve bir türlü mazlumiyetini, mağduriyetini gideremediğimiz iktidarın çift kale maç yaptığı şu günleri atlatıp hayırlısı ile seçimleri de bir yapsak rahata ereceğiz inşallah... Herkeşler muradına erecek.

Aslında hepimizin aforizma yumurtlama adına 140 karekterle cenk ettiği ortamları terkedip yine blog dünyasına dönmemiz gerekiyor.
Çünkü her ne kadar aksi iddia edilse de micro blogging ortamları tamamen gündemde kalmaya ya da gündem oluşturmaya yönelik, su üstüne yazı yazma ibadethaneleri gibi yerler. Ya da fan kulüpleri...

Bıktım yani, sözün özü. Buralar hani eskiden hep dutluktu ya. Sonra kopup gitti insanlar önce facebook'a arkasından da twitter'a.
Meydan muharebelerini sanal ortamdan reel ortama da taşıdılar. Bir sürü üzüntü, sıkıntı kavga gürültü mal ve en önemlisi, can kayıpları yaşandı.

Hep söylerim, bu gençlere anlatmak değil onları anlamak lazım diye. Sen iktidar olarak ne yaparsan yap, onbeş yıldır seni görüp senle büyümüş çocuklara geçmişin daha "tu kaka" olduğunu anlatamazsın.

Anlatsan da anlamazlar, dinlemezler. Onlar bugüne ve kendi sıkıntılarına çözüm isterler. O sıkıntılar bazen internette gönlünce erotik içerik izleyememek bile olsa... (asıl dert karikatürdeki oysa)

Aha yine güllik gülistanlık bir yazıdan elimizde olmadan siyasete bulaştık. Hemen çıkalım bu sulardan.

Uzun süreli bir ayrılıktan sonra bendeniz yeniden blog yazmaya karar verdim. hiç boş bırakmayıp arada sırada döktürdüğüm twitter kesmedi aksine kasdı açıkçası...


Blog yazmak bir hatıra defteri tutmaya benziyor. Bir kumbaraya para atmaya. Bir şeyler biriktirebiliyorsunuz. Diğer ortamlar gibi gelip geçici değil. Daha elle tutulur şeyler saçmalayabiliyorsunuz en azından.

Aforizma yumurtlayıp alemi düzeltmek yerine, blog yazarak kendinizi düzeltmeyi deneyebiliyorsunuz 
(biliyorum ermez ama en azından deniyorsunuz )



O zaman üstümüzdeki uyuşukluğu atıp, gözümüzün çapağını, burnumuzun sümüğünü silip yeniden yazmaya koyulalım bakalım.

Haydi bakalım...

TiO






Camı aç denilince kamera açtığımız günlerdeyiz hala.
Oysa Şubat tam bahar havası yaptı. Zamanlama manidar anlayacağınız.
Bir don bir kırağı, elmalar martta hapı yuttu yutacak...
(deyimin orjinali için bakınız argo sözlük)

Üstümüze sinmiş gündem ve osuruk kokusu yüzünden odaları bir bir havalandırıp, temiz havayı ciğerlerimize çekmeye muhtacız.
Ancak bu muhtaç olduğumuz kudret büyük şehirlerde pek bulunmuyor. Bulabildiğimiz parkları da siyasi malzeme aracı yaptılar. Adam gibi girip çıkamıyoruz.



Katty Perry'li rüyaların içine kabus gibi dalan ak sakalsız hoca efendiler ve bir türlü mazlumiyetini, mağduriyetini gideremediğimiz iktidarın çift kale maç yaptığı şu günleri atlatıp hayırlısı ile seçimleri de bir yapsak rahata ereceğiz inşallah... Herkeşler muradına erecek.

Aslında hepimizin aforizma yumurtlama adına 140 karekterle cenk ettiği ortamları terkedip yine blog dünyasına dönmemiz gerekiyor.
Çünkü her ne kadar aksi iddia edilse de micro blogging ortamları tamamen gündemde kalmaya ya da gündem oluşturmaya yönelik, su üstüne yazı yazma ibadethaneleri gibi yerler. Ya da fan kulüpleri...

Bıktım yani, sözün özü. Buralar hani eskiden hep dutluktu ya. Sonra kopup gitti insanlar önce facebook'a arkasından da twitter'a.
Meydan muharebelerini sanal ortamdan reel ortama da taşıdılar. Bir sürü üzüntü, sıkıntı kavga gürültü mal ve en önemlisi, can kayıpları yaşandı.

Hep söylerim, bu gençlere anlatmak değil onları anlamak lazım diye. Sen iktidar olarak ne yaparsan yap, onbeş yıldır seni görüp senle büyümüş çocuklara geçmişin daha "tu kaka" olduğunu anlatamazsın.

Anlatsan da anlamazlar, dinlemezler. Onlar bugüne ve kendi sıkıntılarına çözüm isterler. O sıkıntılar bazen internette gönlünce erotik içerik izleyememek bile olsa... (asıl dert karikatürdeki oysa)

Aha yine güllik gülistanlık bir yazıdan elimizde olmadan siyasete bulaştık. Hemen çıkalım bu sulardan.

Uzun süreli bir ayrılıktan sonra bendeniz yeniden blog yazmaya karar verdim. hiç boş bırakmayıp arada sırada döktürdüğüm twitter kesmedi aksine kasdı açıkçası...


Blog yazmak bir hatıra defteri tutmaya benziyor. Bir kumbaraya para atmaya. Bir şeyler biriktirebiliyorsunuz. Diğer ortamlar gibi gelip geçici değil. Daha elle tutulur şeyler saçmalayabiliyorsunuz en azından.

Aforizma yumurtlayıp alemi düzeltmek yerine, blog yazarak kendinizi düzeltmeyi deneyebiliyorsunuz 
(biliyorum ermez ama en azından deniyorsunuz )



O zaman üstümüzdeki uyuşukluğu atıp, gözümüzün çapağını, burnumuzun sümüğünü silip yeniden yazmaya koyulalım bakalım.

Haydi bakalım...

TiO