Bugünkü şansınız :

Hayatı roman olamamış kadınlar -Aliye

Hiç yorum yok:
Herkes kendi yaşadığı acıyı bilir. Kaderdir, yazgıdır ama bana kalsa şiddet suçlarına en ağır cezalar verilmeli ve can alanın canı alınmalı derim. Münevver KARABULUT olayını hatırlarsınız. Bir genç kız çığlık ata, ata öldürüldü ve cesedinin kolu bacağı kesilerek, çöpe atıldı.

Buna benzer başka olaylar ve başka acılar da var. Sevdiği, seviştiği kızın cesedini havalandırma boşluğundan atandan, töre diye kızını, torununu tavuk kümesinin altına gömen insanlara kadar ne olaylar yaşandı bu ülkede. Mağduru hep kadınlar olan, baskı şiddet gören, ölen, öldürülen hayat hikayeleri yaktı yüreklerimizi...

Ne yazık ki yaşananlara ne geçmişte bir çözüm bulunabildi, ne de günümüzde alınan önlemler yeterli olabiliyor. Neredeyse her kadının bir taciz hikayesi, daha şanssızların bir tecavüz kabusu var anılarında. En azından mağduruna kötü gözle bakılmış, laf atılmış, aile içi şiddet ve ensest hikayeleri ise devlet sırrı gibi bir çok kadının içindeki dehlizlerde gizli duruyor.

Hani sosyal medyada bir çok kadın, sevgiden aşktan, ihanetten dem vuruyor ya. Ya da sevgilisinin ruhsuzluğundan, kabalığından, öküzlüğünden, aslında onları seven ve bunu bir şekilde belli eden bir erkek varsa hayatlarında adı eş, sevgili, partner ne olursa olsun yatıp kalkıp şükretseler yeridir. Çünkü ülkemizde bir çok kadın baskı görüyor, şiddet görüyor en hafifinden taciz ediliyor.

Aliye; Bir doğu anadolu öyküsünün kahramanı ya da bir çocuk gelin değil. Gerçi o da 18'ine basmamıştı ama yine de kuma falan da gitmemiş, telli duvaklı gelin edilmişti. Sadece yaşadığı coğrafyada kadının adı yoktu. Nitekim ilk evliliğinde kayınpederinin tacizlerine dayanamayıp, boşanma yolunu seçmişti. Abdest alırken ibrikle ılık su döktüğü kayınpederi, yine elini tutmaya kalktığında kafasına su dolu leğeni geçirivermiş ve evi terketmişti.

Ancak çilesi bununla bitmemiş ve dul yaşamaktansa eşi ölen yaşlı bir adama eş diye uygun görülmüştü. Ailesi; gitsin, en azından karnı doysun, hayatı kurtulsun diye gelin etmişlerdi. Belki dul bir kadının dramı ya da geçim sıkıntısından olsa gerek biraz, baba ocağında kalması uygun görülmemişti.

Gittiği evde en küçüğü kendiyle yaşıt 3 erkek 1 kız evlat vardı. Kocasının ölen eski eşinden olma. Kocası yaşlı bir adam. Üvey oğulları tarafından gelin geldiğinin haftasına "Annemizin mallarına ortak geldin" diye sopalarla öldüresiye dövülmüştü Aliye. Ama kalkıp baba ocağına dönememişti korkudan.

Hastaneye bile götürülmemişti. Yaşlı koca, bir koyun kesmiş, derisinin içine sarmıştı Aliye'yi. Deri, berelerini, çürüklerini almış ancak gerek ağır taşımaktan gerek o sopadan sonra bedeninde sürekli akan ve kokan bir fıtık oluşmuş. Ölene kadar onunla yaşamak zorunda kalmıştı.

Baba, sopa olayından sonra evlatlarını uyarmıştı sözde, ama hiç sevilmemişti Ali'ye, hiç aileye kabul edilmemişti. Sürekli horlanmış, buna rağmen yaşlı adama 1 kız 1 erkek çocuk da o vermişti. Gerçi vermemek elinde olsaydı belki de vermezdi. Orasını bilmiyoruz.

Aliye nerde doğdu nerde yaşadı, çocukluğu nasıl geçti. Ya da hiç çocuk oldu mu, sevdi mi, sevildi mi ömründe, orası bilinmiyor. Ancak ikinci eşi öldükten hemen sonra iki küçük çocuğu ile birlikte, her türlü miras haklarından mahrum, yaşadığı evden kovulduğunu ve çok daha zor ve sıkıntılı bir hayat yaşadığını duymuştum.

Sonrasında büyüyüp yetiştirdiği öz evladından da, nankörlük görüp, bir de  üstüne sopa yedikten sonra, erkekler hakkında bir sohbet açıldığında mahallede herkesin kahkahalarla gülerek dinlediği o meşhur cümlesi ile anımsadık onu.
- "Erkek mi, en iyisinin han duvarı göçsün başına!"
Herkes kendi yaşadığı acıyı bilir. Kaderdir, yazgıdır ama bana kalsa şiddet suçlarına en ağır cezalar verilmeli ve can alanın canı alınmalı derim. Münevver KARABULUT olayını hatırlarsınız. Bir genç kız çığlık ata, ata öldürüldü ve cesedinin kolu bacağı kesilerek, çöpe atıldı.

Buna benzer başka olaylar ve başka acılar da var. Sevdiği, seviştiği kızın cesedini havalandırma boşluğundan atandan, töre diye kızını, torununu tavuk kümesinin altına gömen insanlara kadar ne olaylar yaşandı bu ülkede. Mağduru hep kadınlar olan, baskı şiddet gören, ölen, öldürülen hayat hikayeleri yaktı yüreklerimizi...

Ne yazık ki yaşananlara ne geçmişte bir çözüm bulunabildi, ne de günümüzde alınan önlemler yeterli olabiliyor. Neredeyse her kadının bir taciz hikayesi, daha şanssızların bir tecavüz kabusu var anılarında. En azından mağduruna kötü gözle bakılmış, laf atılmış, aile içi şiddet ve ensest hikayeleri ise devlet sırrı gibi bir çok kadının içindeki dehlizlerde gizli duruyor.

Hani sosyal medyada bir çok kadın, sevgiden aşktan, ihanetten dem vuruyor ya. Ya da sevgilisinin ruhsuzluğundan, kabalığından, öküzlüğünden, aslında onları seven ve bunu bir şekilde belli eden bir erkek varsa hayatlarında adı eş, sevgili, partner ne olursa olsun yatıp kalkıp şükretseler yeridir. Çünkü ülkemizde bir çok kadın baskı görüyor, şiddet görüyor en hafifinden taciz ediliyor.

Aliye; Bir doğu anadolu öyküsünün kahramanı ya da bir çocuk gelin değil. Gerçi o da 18'ine basmamıştı ama yine de kuma falan da gitmemiş, telli duvaklı gelin edilmişti. Sadece yaşadığı coğrafyada kadının adı yoktu. Nitekim ilk evliliğinde kayınpederinin tacizlerine dayanamayıp, boşanma yolunu seçmişti. Abdest alırken ibrikle ılık su döktüğü kayınpederi, yine elini tutmaya kalktığında kafasına su dolu leğeni geçirivermiş ve evi terketmişti.

Ancak çilesi bununla bitmemiş ve dul yaşamaktansa eşi ölen yaşlı bir adama eş diye uygun görülmüştü. Ailesi; gitsin, en azından karnı doysun, hayatı kurtulsun diye gelin etmişlerdi. Belki dul bir kadının dramı ya da geçim sıkıntısından olsa gerek biraz, baba ocağında kalması uygun görülmemişti.

Gittiği evde en küçüğü kendiyle yaşıt 3 erkek 1 kız evlat vardı. Kocasının ölen eski eşinden olma. Kocası yaşlı bir adam. Üvey oğulları tarafından gelin geldiğinin haftasına "Annemizin mallarına ortak geldin" diye sopalarla öldüresiye dövülmüştü Aliye. Ama kalkıp baba ocağına dönememişti korkudan.

Hastaneye bile götürülmemişti. Yaşlı koca, bir koyun kesmiş, derisinin içine sarmıştı Aliye'yi. Deri, berelerini, çürüklerini almış ancak gerek ağır taşımaktan gerek o sopadan sonra bedeninde sürekli akan ve kokan bir fıtık oluşmuş. Ölene kadar onunla yaşamak zorunda kalmıştı.

Baba, sopa olayından sonra evlatlarını uyarmıştı sözde, ama hiç sevilmemişti Ali'ye, hiç aileye kabul edilmemişti. Sürekli horlanmış, buna rağmen yaşlı adama 1 kız 1 erkek çocuk da o vermişti. Gerçi vermemek elinde olsaydı belki de vermezdi. Orasını bilmiyoruz.

Aliye nerde doğdu nerde yaşadı, çocukluğu nasıl geçti. Ya da hiç çocuk oldu mu, sevdi mi, sevildi mi ömründe, orası bilinmiyor. Ancak ikinci eşi öldükten hemen sonra iki küçük çocuğu ile birlikte, her türlü miras haklarından mahrum, yaşadığı evden kovulduğunu ve çok daha zor ve sıkıntılı bir hayat yaşadığını duymuştum.

Sonrasında büyüyüp yetiştirdiği öz evladından da, nankörlük görüp, bir de  üstüne sopa yedikten sonra, erkekler hakkında bir sohbet açıldığında mahallede herkesin kahkahalarla gülerek dinlediği o meşhur cümlesi ile anımsadık onu.
- "Erkek mi, en iyisinin han duvarı göçsün başına!"

Hayatı roman olamamış kadınlar -1

Hiç yorum yok:
Elim kalem tuttuğu, sanatçı bi yönüm olduğu halde oldum olası 3 grup insana imrenirim, kıskanırım. Romancılar, Besteciler ve Yönetmenler. 

Romancıları kıskanırım, çünkü onlar kadar bir hayatı, bir devri, ne hayal etmeyi ne aktarmayı becerebilirim. Yazdıklarım ya AN'ları anlatır ya da küçük birer öykü olabilir ancak. Zihnim sayfalarca yaşanmışlığı ya da kurguyu tutup, aktarmaya yetmez.

Bestecileri kıskanırım, çünkü az çok şiirle haşır neşir olsam da, kendi kendime mırıldansam, bazen bundan iyi güfte olurdu desem de müzik yeteneğim yok, bir enstroman çalamam. Sesleri o denli ahenkli harmanlayıp, sunamam. Kendimi bu konuda çok eksik, hatta kusurlu hissederim.

Yönetmenleri kıskanırım, çünkü birşeyleri zihnimde kurgulayıp sunabileceğime inansam da, senaryosunu kafamda canlandırsam da, ne o yeteneğe, ne de imkanlara sahibim.

Oysa her insanın hayatı roman olmayı, film olmayı, öyküsü, şiiri yazılıp, güftesi bestelenmeyi bekliyor bana göre. Özellikle de ülkemizde yaşadıkları sıkıntılar ve duygusal iniş çıkışları ele alındığında, kadınların bunu fazlasıyla hakettiği kanısındayım. 

Geçenlerde bir yazı dizisi hazırlamaya karar vermiştim. Tanıdığım, bildiğim, çevremde görüp, işittiğim kadın öykülerini paylaşmayı. Birşeyler yazıp, taslak hazırladım da, ancak daha sonra bu konuda ne kadar yetersiz olduğumu gördüm. Üzüldüm, bir roman yazarı ya da film yönetmeni olmadığım için. Ben de, yaşayıp gördüklerinden, ya da duyup işittiklerinden dolayı, hayata bir vefa borcu olan her insan gibi, en azından bazı taslaklarımı sizlere sunmaya karar verdim. 

Gelecek yazıda bir kaç öyküyü bir çırpıda sizlerle paylaşmaya çalışacağım. Bakalım acıları ve sevinçleri ile birkaç kadın öyküsünü paylaşmayı, sizlere o dünyayı aktarmayı başarabilecek miyim?
Elim kalem tuttuğu, sanatçı bi yönüm olduğu halde oldum olası 3 grup insana imrenirim, kıskanırım. Romancılar, Besteciler ve Yönetmenler. 

Romancıları kıskanırım, çünkü onlar kadar bir hayatı, bir devri, ne hayal etmeyi ne aktarmayı becerebilirim. Yazdıklarım ya AN'ları anlatır ya da küçük birer öykü olabilir ancak. Zihnim sayfalarca yaşanmışlığı ya da kurguyu tutup, aktarmaya yetmez.

Bestecileri kıskanırım, çünkü az çok şiirle haşır neşir olsam da, kendi kendime mırıldansam, bazen bundan iyi güfte olurdu desem de müzik yeteneğim yok, bir enstroman çalamam. Sesleri o denli ahenkli harmanlayıp, sunamam. Kendimi bu konuda çok eksik, hatta kusurlu hissederim.

Yönetmenleri kıskanırım, çünkü birşeyleri zihnimde kurgulayıp sunabileceğime inansam da, senaryosunu kafamda canlandırsam da, ne o yeteneğe, ne de imkanlara sahibim.

Oysa her insanın hayatı roman olmayı, film olmayı, öyküsü, şiiri yazılıp, güftesi bestelenmeyi bekliyor bana göre. Özellikle de ülkemizde yaşadıkları sıkıntılar ve duygusal iniş çıkışları ele alındığında, kadınların bunu fazlasıyla hakettiği kanısındayım. 

Geçenlerde bir yazı dizisi hazırlamaya karar vermiştim. Tanıdığım, bildiğim, çevremde görüp, işittiğim kadın öykülerini paylaşmayı. Birşeyler yazıp, taslak hazırladım da, ancak daha sonra bu konuda ne kadar yetersiz olduğumu gördüm. Üzüldüm, bir roman yazarı ya da film yönetmeni olmadığım için. Ben de, yaşayıp gördüklerinden, ya da duyup işittiklerinden dolayı, hayata bir vefa borcu olan her insan gibi, en azından bazı taslaklarımı sizlere sunmaya karar verdim. 

Gelecek yazıda bir kaç öyküyü bir çırpıda sizlerle paylaşmaya çalışacağım. Bakalım acıları ve sevinçleri ile birkaç kadın öyküsünü paylaşmayı, sizlere o dünyayı aktarmayı başarabilecek miyim?

Kadınlar soğuktan üşümüyor...

Hiç yorum yok:

Bu kanaate vardım ben. Öyle uzun uzadıya İsviçreli bilim adamlarıyla deneyler falan yapmadım ama vardığım sonuç şu ki; bir kadının üşümesinin atmosfer olaylarıyla, balkanlardan gelen soğuk ve yağışlı havayla pek alakası yok.

Biz erkekler hava soğuksa üşüyoruz, kıçımızı buz tutuyor ama o soğukta sokaklara jartiyerli ya da külotlu çorapla dolaşan kadın görmeniz mümkün. Hele sonbahardaysanız çok daha fazlasını görebilirsiniz.

Tamam, biraz medya ve modanın da etkisi  var. Erkeklerin tiril tiril bir şeyler giydiği ortamlarda kadınlar zaten yarı çıplak obje olarak lanse ediliyor. Frikik veren Celebrity ablaların zaten içlerinde rezistans döşeli herhalde ki don bile giyme gereği duymuyorlar. Yine de genele bakarsak, kadınlar erkeklerden daha hafif, rahat ve ince şeyler giyiyorlar. Bu da demektir ki (bünyeleri ve derileri tam aksini söylemesine rağmen) metabolizmaları farklı , vücut sıcaklıkları daha yüksek ve bize göre daha az üşüyorlar.

Şahsen ben, yaz gününde bile bırakın kıç çatalı gözükmesini fanilam kıçıma değmedi mi üşüyorum. Kıllı bacaklarım soğuğa karşı bedenimi daha fazla korur  ama  yazın bile doğru düzgün şort giymiyorum. Keza göğsümden 2düğmeden fazlasını açamam yaz gününde dahi üşürüm. Oysa kadınlarda minisi, düşük bellisi, göğüs dekoltesi gırla gidiyor. Demek ki yeterince üşümüyorlar. Doğal bir ısıtma sistemleri var içlerinde.

Öte yandan, olmadık bir anda bir kadının yaz günü, sıcak havada tir tir itrediğini görürseniz de şaşırmamanız gerekiyor. Büyük bir ihtimalle o kadın ya sevdiğinden ayrılmıştır ya da üzülecek bir şey (ihanet, vs) başına gelmiştir. Bir kırıklık ve kırgınlık yaşamakta, o yüzden üşümektedir.

Anlaşılan o ki; kadınlar biz erkeklerden farklı düşündükleri gibi farklı da üşüyorlar. Düz bir etki, tepki mekanizmaları ve algıları yok. Tıpkı diğer duygu ve düşüncelerimizdeki farklar gibi, bedenleri de farklı ve karmaşık tepkiler veriyor çevre koşullarına bile...

Sözün özü. Kadınlara akıl ve mantıkla değil sevgi ve şefkatle yaklaşmak gerekiyor. Üşüdüklerinde sobaya odun atmak yerine, sarıp sarmalayıp, kucaklayarak ısıtmak gerekiyor onları... (2009)
 


Bu kanaate vardım ben. Öyle uzun uzadıya İsviçreli bilim adamlarıyla deneyler falan yapmadım ama vardığım sonuç şu ki; bir kadının üşümesinin atmosfer olaylarıyla, balkanlardan gelen soğuk ve yağışlı havayla pek alakası yok.

Biz erkekler hava soğuksa üşüyoruz, kıçımızı buz tutuyor ama o soğukta sokaklara jartiyerli ya da külotlu çorapla dolaşan kadın görmeniz mümkün. Hele sonbahardaysanız çok daha fazlasını görebilirsiniz.

Tamam, biraz medya ve modanın da etkisi  var. Erkeklerin tiril tiril bir şeyler giydiği ortamlarda kadınlar zaten yarı çıplak obje olarak lanse ediliyor. Frikik veren Celebrity ablaların zaten içlerinde rezistans döşeli herhalde ki don bile giyme gereği duymuyorlar. Yine de genele bakarsak, kadınlar erkeklerden daha hafif, rahat ve ince şeyler giyiyorlar. Bu da demektir ki (bünyeleri ve derileri tam aksini söylemesine rağmen) metabolizmaları farklı , vücut sıcaklıkları daha yüksek ve bize göre daha az üşüyorlar.

Şahsen ben, yaz gününde bile bırakın kıç çatalı gözükmesini fanilam kıçıma değmedi mi üşüyorum. Kıllı bacaklarım soğuğa karşı bedenimi daha fazla korur  ama  yazın bile doğru düzgün şort giymiyorum. Keza göğsümden 2düğmeden fazlasını açamam yaz gününde dahi üşürüm. Oysa kadınlarda minisi, düşük bellisi, göğüs dekoltesi gırla gidiyor. Demek ki yeterince üşümüyorlar. Doğal bir ısıtma sistemleri var içlerinde.

Öte yandan, olmadık bir anda bir kadının yaz günü, sıcak havada tir tir itrediğini görürseniz de şaşırmamanız gerekiyor. Büyük bir ihtimalle o kadın ya sevdiğinden ayrılmıştır ya da üzülecek bir şey (ihanet, vs) başına gelmiştir. Bir kırıklık ve kırgınlık yaşamakta, o yüzden üşümektedir.

Anlaşılan o ki; kadınlar biz erkeklerden farklı düşündükleri gibi farklı da üşüyorlar. Düz bir etki, tepki mekanizmaları ve algıları yok. Tıpkı diğer duygu ve düşüncelerimizdeki farklar gibi, bedenleri de farklı ve karmaşık tepkiler veriyor çevre koşullarına bile...

Sözün özü. Kadınlara akıl ve mantıkla değil sevgi ve şefkatle yaklaşmak gerekiyor. Üşüdüklerinde sobaya odun atmak yerine, sarıp sarmalayıp, kucaklayarak ısıtmak gerekiyor onları... (2009)
 

Bir kadını anla(T)mak

Hiç yorum yok:
Zordur bir kadını anla(T)mak. Sözkonusu olan bir erkek olsa hadi neyse. Kolaydır işiniz. Saçının rengini, boyunu, posunu, kilosunu anlattıktan sonra. Sinirlidir, asabidir veya iyi huyludur, güler yüzlüdür, futbolu ya da kitap okumayı sever dersiniz.

Olmadı, kaç fakülte bitirmiş, maaşı kaç para, ingilizce biliyor mu vs, sayar dökersiniz. Daha olsa olsa burcundan karakter analizi, sanata ilgisi var mı, romantik mi, melankolikmi yazarsınız işte hepsi o kadar. Topu topu bir yazı dizisinde ilk bölümün ilk makalesi, bilemedin "part II". Bitti...

Oysa zordur bir kadını anla(T)mak. Kadın kendi başına bir bilinmezler bütünüdür. Daha çocukluğundan itibaren algıları farklıdır. Hayata bakışı farklıdır. En başta aile içi gördüğü ilgi veya baskılar neticesinde şekillenen ruhu, aynada kendine bakmaya başladığı, saçlarını taramaya, insanların yüzlerine (bügünlerde cep telefonları ve kameralara) gülümsemeye başladığı ilk günden itibaren başlı başına farklı bir "şey"dir kadın.

Onun algılarında, hayata bakışında duygular en başta yer alır. Kolay incinir, kırılgandır. Sırf bu yüzden, kızlarının hayata karşı güçlü olmalarını isteyen ebeveynler bile; baskılar, kırar incitir onu. O yüzden kadınlar için bir yaşadıkları bir de algıladıkları ve hayallerinde yaşattıkları ikinci bir dünya vardır.

Ergenlikte yüreğinde yeşeren sevgi, bedeninde başlayan fiziksel değişimler, toplumun ona bakışı, bir çok erkek tarafından, beğenilen, istenen sevilen bir "şey"e aynı zamanda bir çok insan tarafından "namus, ahlak,vb" kavramlarla suçlayıcı anlamlar yüklenmesi onu yine kendi içinde ikilemlere iter.

Aslında kadının yaşadıkları ile yaşamak istediklerinin, kaygıları ile algılarının ve hayallerinin farklı olması biraz da ona biçilen rolle ilgilidir. Bir erkeğin kadını istemesi ne kadar doğal ve aksi durum erkekliğiyle ilgili bir sorunu işaret ederse, kadında bunun tam tersi sözkonusudur. Kadının erkeklere ilgi duyması en basitinden hafif meşreplik olarak algılanır, varın gerisini siz düşünün.

Kadının zaten dengede durmayan bir bünyesi varken, üstüne duygusallık da eklenince hayata bakışı tamamen farklılaşır. Onun için kadında sevgi, sevişmekten önce gelir. Davranışların altında hep bir duygusallık arar ve bekler. Onun için bir kadına göre kelimelerin birden fazla anlamı vardır. Mecazi düşünmeyi hem sever, hem de kadın için aksi bir algı zaten söz konusu  olamaz. Renklerin, seslerin, kokuların, davranışların ve buna benzer bir çok şeyin kadın için ifade ettiği anlamlar biz erkeklere göre çok farklılık gösterir.

Kadın bünyesinin üretkenliği, sürekli yenilenmesi zaten başlı başına sıkıntılı fiziksel bir süreçken, kadınlar ayrıca içlerinde bir türlü büyüyemeyen küçük bir kız çocuğu ile de başa çıkmak zorundadır. Genç kızdır, kadındır, annedir ama hep içinde o çocuğun yaşadıkları ile başbaşadır, hep o çocukla birliktedir. İşte o yüzden kadınlar, aynı zamanda çocuklarının en iyi arkadaşıdır.

Kadınların acıları hep taze ve diridir. Kadınlar, unuttu geçti, gitti sandığınız bir çok şeyi içlerinde aynı tazelikte tutup yaşatırlar. Hiç alakasız sandığınız olaylar arasında (size saçma da gelse) kolayca bağlantı kurarlar. Onun için kadınlar ve kadın davranışları hakkında genelleme yapmak zordur. Hangi durumda ne tepki verecekleri iç dünyalarında o an yaşadıkları şeylerle ilgilidir. O yüzden sözkonusu olan bir kadınsa, her zaman sürprizlere açık olmanız gerekir.

Kadınları anlama iddiasındaki bir çok erkek, bu işin aslında hiç de öyle kolay olmadığını zamanla anlayacaktır. Öyle ki; kadını anlama yolculuğunun bir yerden sonra empati ile çözülemeyecek kadar zor bir iş olduğunu, kadını anlamaya çalışmak yerine sevmenin daha kestirme bir çözüm olduğunun enin de sonunda farkına varacaklardır.

Ben zaten seviyorum ama, bazen sevdiğim kadın öyle anlaşılmaz davranıyor ki,  diyorsanız; size kadınların kaleminden, kelamından bir sihirli kelime söyleyebilirim "Sev, daha çok sev".

Uzun lafın kısası, ne kadar yazıp çizsek de kadınları anlamak, atomu parçalamak kadar zor bir iştir. Anlamasak da anladım deyip, sevmeye devam etmek en güzelidir. Çünkü kadın aklı ve mantığı biz erkekler gibi "düz" basmaz. Daha karmaşık algılara sahiptir ve kadınların aklının bir ucu sürekli yüreklerinden beslenmektedir.

Hal böyleyken kadınları anlamayı başaramayan biz erkeklerin bir de kadınları anla(T)maya kalkması abesle iştigalden başka ne olabilir.

Simdi içimizden o sihirli kelimeleri sessizce tekrar edelim.
Bir kadını anlamaya çalışma, sadece "Sev, daha çok sev!"
Zordur bir kadını anla(T)mak. Sözkonusu olan bir erkek olsa hadi neyse. Kolaydır işiniz. Saçının rengini, boyunu, posunu, kilosunu anlattıktan sonra. Sinirlidir, asabidir veya iyi huyludur, güler yüzlüdür, futbolu ya da kitap okumayı sever dersiniz.

Olmadı, kaç fakülte bitirmiş, maaşı kaç para, ingilizce biliyor mu vs, sayar dökersiniz. Daha olsa olsa burcundan karakter analizi, sanata ilgisi var mı, romantik mi, melankolikmi yazarsınız işte hepsi o kadar. Topu topu bir yazı dizisinde ilk bölümün ilk makalesi, bilemedin "part II". Bitti...

Oysa zordur bir kadını anla(T)mak. Kadın kendi başına bir bilinmezler bütünüdür. Daha çocukluğundan itibaren algıları farklıdır. Hayata bakışı farklıdır. En başta aile içi gördüğü ilgi veya baskılar neticesinde şekillenen ruhu, aynada kendine bakmaya başladığı, saçlarını taramaya, insanların yüzlerine (bügünlerde cep telefonları ve kameralara) gülümsemeye başladığı ilk günden itibaren başlı başına farklı bir "şey"dir kadın.

Onun algılarında, hayata bakışında duygular en başta yer alır. Kolay incinir, kırılgandır. Sırf bu yüzden, kızlarının hayata karşı güçlü olmalarını isteyen ebeveynler bile; baskılar, kırar incitir onu. O yüzden kadınlar için bir yaşadıkları bir de algıladıkları ve hayallerinde yaşattıkları ikinci bir dünya vardır.

Ergenlikte yüreğinde yeşeren sevgi, bedeninde başlayan fiziksel değişimler, toplumun ona bakışı, bir çok erkek tarafından, beğenilen, istenen sevilen bir "şey"e aynı zamanda bir çok insan tarafından "namus, ahlak,vb" kavramlarla suçlayıcı anlamlar yüklenmesi onu yine kendi içinde ikilemlere iter.

Aslında kadının yaşadıkları ile yaşamak istediklerinin, kaygıları ile algılarının ve hayallerinin farklı olması biraz da ona biçilen rolle ilgilidir. Bir erkeğin kadını istemesi ne kadar doğal ve aksi durum erkekliğiyle ilgili bir sorunu işaret ederse, kadında bunun tam tersi sözkonusudur. Kadının erkeklere ilgi duyması en basitinden hafif meşreplik olarak algılanır, varın gerisini siz düşünün.

Kadının zaten dengede durmayan bir bünyesi varken, üstüne duygusallık da eklenince hayata bakışı tamamen farklılaşır. Onun için kadında sevgi, sevişmekten önce gelir. Davranışların altında hep bir duygusallık arar ve bekler. Onun için bir kadına göre kelimelerin birden fazla anlamı vardır. Mecazi düşünmeyi hem sever, hem de kadın için aksi bir algı zaten söz konusu  olamaz. Renklerin, seslerin, kokuların, davranışların ve buna benzer bir çok şeyin kadın için ifade ettiği anlamlar biz erkeklere göre çok farklılık gösterir.

Kadın bünyesinin üretkenliği, sürekli yenilenmesi zaten başlı başına sıkıntılı fiziksel bir süreçken, kadınlar ayrıca içlerinde bir türlü büyüyemeyen küçük bir kız çocuğu ile de başa çıkmak zorundadır. Genç kızdır, kadındır, annedir ama hep içinde o çocuğun yaşadıkları ile başbaşadır, hep o çocukla birliktedir. İşte o yüzden kadınlar, aynı zamanda çocuklarının en iyi arkadaşıdır.

Kadınların acıları hep taze ve diridir. Kadınlar, unuttu geçti, gitti sandığınız bir çok şeyi içlerinde aynı tazelikte tutup yaşatırlar. Hiç alakasız sandığınız olaylar arasında (size saçma da gelse) kolayca bağlantı kurarlar. Onun için kadınlar ve kadın davranışları hakkında genelleme yapmak zordur. Hangi durumda ne tepki verecekleri iç dünyalarında o an yaşadıkları şeylerle ilgilidir. O yüzden sözkonusu olan bir kadınsa, her zaman sürprizlere açık olmanız gerekir.

Kadınları anlama iddiasındaki bir çok erkek, bu işin aslında hiç de öyle kolay olmadığını zamanla anlayacaktır. Öyle ki; kadını anlama yolculuğunun bir yerden sonra empati ile çözülemeyecek kadar zor bir iş olduğunu, kadını anlamaya çalışmak yerine sevmenin daha kestirme bir çözüm olduğunun enin de sonunda farkına varacaklardır.

Ben zaten seviyorum ama, bazen sevdiğim kadın öyle anlaşılmaz davranıyor ki,  diyorsanız; size kadınların kaleminden, kelamından bir sihirli kelime söyleyebilirim "Sev, daha çok sev".

Uzun lafın kısası, ne kadar yazıp çizsek de kadınları anlamak, atomu parçalamak kadar zor bir iştir. Anlamasak da anladım deyip, sevmeye devam etmek en güzelidir. Çünkü kadın aklı ve mantığı biz erkekler gibi "düz" basmaz. Daha karmaşık algılara sahiptir ve kadınların aklının bir ucu sürekli yüreklerinden beslenmektedir.

Hal böyleyken kadınları anlamayı başaramayan biz erkeklerin bir de kadınları anla(T)maya kalkması abesle iştigalden başka ne olabilir.

Simdi içimizden o sihirli kelimeleri sessizce tekrar edelim.
Bir kadını anlamaya çalışma, sadece "Sev, daha çok sev!"

Oysa çoktan gitti giden

Hiç yorum yok:
Gönül yaşlanmaz derler, yaşlanmıyor da aslında doğru da söylemişler. Ama bir çok şeyin değiştiğini, bir çok güzel şeyi zamanla kaybettiğinizi, (geçen yılların farkında olmasanız da) gün geçtikçe farkediyorsunuz. 

Binalar eskiden daha kalıcıydı, şimdi onlar da dayanamıyor, göçürüp yerine yenisini yapıyorlar. Eskiden tanıdığınız amcalar, teyzeler mahalleden kayboluvermiş, çünkü artık mahallenin yeni amca, teyze adayı sizsiniz. Gençlerin kimi askere gitti , kimi iş güç sahibi oldu, evlendi, taşındılar mahalleden.

 Ama içinizde o top koşturan, ip atlayan çocuk hiç büyümedi değil mi?. Büyüdüğünü ancak boyundan büyük işler yapmaya kalkıp kafasını duvarlara çarptığında, ya da eskiden kolayca yapabildiklerini artık yapamadığı zamanlarda anlıyor.

 Anıları taptaze olsa da, eskiden koştuğu yollarda artık yürümek zorunda kalıyor. Bindiği salıncağa, kaydıraklara sadece uzaktan bakıp gülümsemekle yetiniyor. Salıncağa otursa genişlemiş kıçına yapışıp kalacağı aşikar da, elalemin gülmesi de işin cabası oluyor.

  Ruhun ölümsüzlüğünün bir işareti bütün bunlar aslında. "Her can ölümü tadacak" ama ya sonra? Sonrasını da söylemiş, herşeyi bilen ve söyleyen. Gönül istemiyor buralardan bir gün çekip gitmek. İhtimali bile çok ürkütücü geliyor insana ama eninde sonunda gidilecek.

Bırakın reel hayatı şu internet aleminde bile geçen ömrünüzde çok şeyler değişmiş. Bir çok eski uygulamanın yerinde yeller esiyor. Çünkü onların devirleri artık geçip gitmiş. Aslında sizin de devriniz geçip gidiyor, farkında değilsiniz.

Ahh! ahh... bizim zamanımızda twitter mi vardı azizim.

Hamiş: Efkardandır, efkardan
Gönül yaşlanmaz derler, yaşlanmıyor da aslında doğru da söylemişler. Ama bir çok şeyin değiştiğini, bir çok güzel şeyi zamanla kaybettiğinizi, (geçen yılların farkında olmasanız da) gün geçtikçe farkediyorsunuz. 

Binalar eskiden daha kalıcıydı, şimdi onlar da dayanamıyor, göçürüp yerine yenisini yapıyorlar. Eskiden tanıdığınız amcalar, teyzeler mahalleden kayboluvermiş, çünkü artık mahallenin yeni amca, teyze adayı sizsiniz. Gençlerin kimi askere gitti , kimi iş güç sahibi oldu, evlendi, taşındılar mahalleden.

 Ama içinizde o top koşturan, ip atlayan çocuk hiç büyümedi değil mi?. Büyüdüğünü ancak boyundan büyük işler yapmaya kalkıp kafasını duvarlara çarptığında, ya da eskiden kolayca yapabildiklerini artık yapamadığı zamanlarda anlıyor.

 Anıları taptaze olsa da, eskiden koştuğu yollarda artık yürümek zorunda kalıyor. Bindiği salıncağa, kaydıraklara sadece uzaktan bakıp gülümsemekle yetiniyor. Salıncağa otursa genişlemiş kıçına yapışıp kalacağı aşikar da, elalemin gülmesi de işin cabası oluyor.

  Ruhun ölümsüzlüğünün bir işareti bütün bunlar aslında. "Her can ölümü tadacak" ama ya sonra? Sonrasını da söylemiş, herşeyi bilen ve söyleyen. Gönül istemiyor buralardan bir gün çekip gitmek. İhtimali bile çok ürkütücü geliyor insana ama eninde sonunda gidilecek.

Bırakın reel hayatı şu internet aleminde bile geçen ömrünüzde çok şeyler değişmiş. Bir çok eski uygulamanın yerinde yeller esiyor. Çünkü onların devirleri artık geçip gitmiş. Aslında sizin de devriniz geçip gidiyor, farkında değilsiniz.

Ahh! ahh... bizim zamanımızda twitter mi vardı azizim.

Hamiş: Efkardandır, efkardan

The Nick ya da (anonymous) olmak

Hiç yorum yok:
Ya da Avatar, takma isim, sahte kimlik, şair mahlası, müstear isim, kod adı, eskiden sadece casus filmlerinde gördüğümüz, ya da yazar çizer taifesinin devletle başı belaya girmesin veya  yazar kadrosu yeterli olmadığından kadro kalabalık gözüksün diye uydurdukları çakma yazarlar. Veya aç kalan onurlu yazar çizer takımının ucuz eserler yazıp para kazanmak için kullandıkları sahte kimlik. Halk ozanlarının birbirileri ile atışırken, dörtlüklerinde imza diye kullandıkları ve son kıtada söyledikleri kendileri ile özdeşleştirdikleri sıfat. İnternetten sonra ise bir çoğumuzun önce gereklilik veya meraktan, sonra anonymous (anonim) olmanın cazibesinden uydurduğumuz çakma kimliklerimizin kısa adı. "Nick"

Eskiden oldukça masum, hafif muzip ve genelde sanatçı, kalburüstü insanların kullandığı nick name'ler (takma adlar) sonradan kaçamakların, birilerini tehdit etmenin, ya da saman altından su yürütmenin aracı olarak hayatımıza girdiler. Öyle ki artık nicklerimize ruh verir olduk, onların da tıpkı bizler gibi birer adı, soyadı olması yetmedi. Yaşından, başından tut, saçının rengi, giyim tarzı, bizden farklı özel zevkleri, hatta tamamen bizim oturup uydurduğumuz hayat hikayeleri oldu. Nicklerimiz ve doğup büyüdüğü şehirden, gittiği okula, hobilerine kadar herşey, bazen yaşadığımız, bazen yaşayamadığımız şeylerden esinlenerek başka bir canlı gibi ellerimizde şekillendi.

Ömer Seyfettin parasız kaldığında "cinsel içerikli" romanları bu takma isimle yazarken, CIA casuslarına asıl kimlikleri anlaşılmasın diye kod adları verirken, Barış Manço "Nick The Chopper" diye aslında Oduncu Ali Dayı'yı anlatırken, Fehmi KORU (Taha KIVANÇ) müstear adı ile komplo teorilerini okurları ile paylaşırken hiç işin buralara kadar varacağını düşünüp, hesapladılar mı bilmem ama artık bir çoğumuzun müstear adları, internet ortamında kullandığı farklı NİCK'leri (kimlikleri) var. Hatta bazılarımızın işi abartıp, 3-5 nick sınırını çoktan geçtiğini, toplam internet kullanıcılarının bir kaç katı nick sayısına ulaştığımızı düşünüyorum. Dünyada herkes internet kullanmasa da dolaşımdaki nick sayısı dünya nüfusu kadar bir sayıya ulaşmış olsa gerek herhalde.

Nick kullanımı ve (anonymous) olmanın yan etkileri ise psikologların işlerini bir hayli arttıracağa benzer. Nick’lerini kendileri sananlar, nicklerinde modelledikleri insan haline gelenler, içlerinde yarattıkları karakterleri birkaç kez daha mayoz bölerek çoğaltanlar, yani (çakma kimliklerinin çakma altkimliklerini yaratanlar). Meydanı boş buldum, nickime birşey olmaz diyerek, sağa sola küfredip, içindeki öfkeyi ortalığa saçanlar. Aldananlar, aldatanlar, birbirilerine tuzak kuranlar, dinsel, cinsel tercihlerini abartarak değiştirenler. Kısaca sanal alemin uçsuz bucaksızlığında eğlence diye yola çıkıp, sonra kaybolup gidenler... "

Ya da yarattıkları kimlikle farklı bir çevre edinip, hayatta yakalayamadıkları ikinci bir şansa kavuşabilmeyi başaran, nickleri kendilerinden daha ünlü olan insanlar. Bazılarımız ben neysem nickim'de o'dur çizgisinde kalırken, bazılarımız o çizgiden çok uzaklaşıp, nickim neyse ben de o'yum absürtlüğüne kadar uzandık. Kimilerimiz nick'leri bir maske, kimilerimiz ise kendinin ifadesi, yansıması olarak tanımlamaya devam etti.

Nasıl bilgisayar'dan sonra dünyada hiç bir şey eskisi gibi olmamışsa, nasıl internetten sonra bilgisayar dünyası aynı kalmamışsa, nasıl google'dan sonra internet değişmişse, nasıl facebooktan sonra google+ olmak zorunda kalmışsa, The Nick hayatımıza girdikten sonra da biz bilgisayar kullanıcıları değiştik, eskisi gibi kal(a)madık. Kimimiz bunun verdiği rahatlıkla küstahlaştık, aptallaştık, şapşallaştık, saçma sapan şeyler yaptık. Kimimiz çok daha güzel ortamlar yakaladık, kendimizi ve yeteneklerimizi ifade etme şansı bulduk.

Kimimiz ise gerçek dünyadan iyice uzaklaşarak, hayal alemimizdeki (kendi yarattığımız) kalabalıklar içinde kayboluk gittik.
Çünkü, biz artık bir Nick’tik…
Ya da Avatar, takma isim, sahte kimlik, şair mahlası, müstear isim, kod adı, eskiden sadece casus filmlerinde gördüğümüz, ya da yazar çizer taifesinin devletle başı belaya girmesin veya  yazar kadrosu yeterli olmadığından kadro kalabalık gözüksün diye uydurdukları çakma yazarlar. Veya aç kalan onurlu yazar çizer takımının ucuz eserler yazıp para kazanmak için kullandıkları sahte kimlik. Halk ozanlarının birbirileri ile atışırken, dörtlüklerinde imza diye kullandıkları ve son kıtada söyledikleri kendileri ile özdeşleştirdikleri sıfat. İnternetten sonra ise bir çoğumuzun önce gereklilik veya meraktan, sonra anonymous (anonim) olmanın cazibesinden uydurduğumuz çakma kimliklerimizin kısa adı. "Nick"

Eskiden oldukça masum, hafif muzip ve genelde sanatçı, kalburüstü insanların kullandığı nick name'ler (takma adlar) sonradan kaçamakların, birilerini tehdit etmenin, ya da saman altından su yürütmenin aracı olarak hayatımıza girdiler. Öyle ki artık nicklerimize ruh verir olduk, onların da tıpkı bizler gibi birer adı, soyadı olması yetmedi. Yaşından, başından tut, saçının rengi, giyim tarzı, bizden farklı özel zevkleri, hatta tamamen bizim oturup uydurduğumuz hayat hikayeleri oldu. Nicklerimiz ve doğup büyüdüğü şehirden, gittiği okula, hobilerine kadar herşey, bazen yaşadığımız, bazen yaşayamadığımız şeylerden esinlenerek başka bir canlı gibi ellerimizde şekillendi.

Ömer Seyfettin parasız kaldığında "cinsel içerikli" romanları bu takma isimle yazarken, CIA casuslarına asıl kimlikleri anlaşılmasın diye kod adları verirken, Barış Manço "Nick The Chopper" diye aslında Oduncu Ali Dayı'yı anlatırken, Fehmi KORU (Taha KIVANÇ) müstear adı ile komplo teorilerini okurları ile paylaşırken hiç işin buralara kadar varacağını düşünüp, hesapladılar mı bilmem ama artık bir çoğumuzun müstear adları, internet ortamında kullandığı farklı NİCK'leri (kimlikleri) var. Hatta bazılarımızın işi abartıp, 3-5 nick sınırını çoktan geçtiğini, toplam internet kullanıcılarının bir kaç katı nick sayısına ulaştığımızı düşünüyorum. Dünyada herkes internet kullanmasa da dolaşımdaki nick sayısı dünya nüfusu kadar bir sayıya ulaşmış olsa gerek herhalde.

Nick kullanımı ve (anonymous) olmanın yan etkileri ise psikologların işlerini bir hayli arttıracağa benzer. Nick’lerini kendileri sananlar, nicklerinde modelledikleri insan haline gelenler, içlerinde yarattıkları karakterleri birkaç kez daha mayoz bölerek çoğaltanlar, yani (çakma kimliklerinin çakma altkimliklerini yaratanlar). Meydanı boş buldum, nickime birşey olmaz diyerek, sağa sola küfredip, içindeki öfkeyi ortalığa saçanlar. Aldananlar, aldatanlar, birbirilerine tuzak kuranlar, dinsel, cinsel tercihlerini abartarak değiştirenler. Kısaca sanal alemin uçsuz bucaksızlığında eğlence diye yola çıkıp, sonra kaybolup gidenler... "

Ya da yarattıkları kimlikle farklı bir çevre edinip, hayatta yakalayamadıkları ikinci bir şansa kavuşabilmeyi başaran, nickleri kendilerinden daha ünlü olan insanlar. Bazılarımız ben neysem nickim'de o'dur çizgisinde kalırken, bazılarımız o çizgiden çok uzaklaşıp, nickim neyse ben de o'yum absürtlüğüne kadar uzandık. Kimilerimiz nick'leri bir maske, kimilerimiz ise kendinin ifadesi, yansıması olarak tanımlamaya devam etti.

Nasıl bilgisayar'dan sonra dünyada hiç bir şey eskisi gibi olmamışsa, nasıl internetten sonra bilgisayar dünyası aynı kalmamışsa, nasıl google'dan sonra internet değişmişse, nasıl facebooktan sonra google+ olmak zorunda kalmışsa, The Nick hayatımıza girdikten sonra da biz bilgisayar kullanıcıları değiştik, eskisi gibi kal(a)madık. Kimimiz bunun verdiği rahatlıkla küstahlaştık, aptallaştık, şapşallaştık, saçma sapan şeyler yaptık. Kimimiz çok daha güzel ortamlar yakaladık, kendimizi ve yeteneklerimizi ifade etme şansı bulduk.

Kimimiz ise gerçek dünyadan iyice uzaklaşarak, hayal alemimizdeki (kendi yarattığımız) kalabalıklar içinde kayboluk gittik.
Çünkü, biz artık bir Nick’tik…