Birkaç Blog Hikayesi

Buralar eskiden hep dutluktu. Sonra taze çiçeğe konan kelebekler gibi, gelenler bir üşüştüler ki; sorma gitsin.
Tabi her güzel şeyin sonu geldiği gibi, gidenler gitti, kalan sağlarla artık burada başbaşayız. Neler yazmışız, çizmişiz haydi birlikte okuyalım. Bakalım neler varmış...

tio yazar

Sevgili Misafir : Bugün Şansınıza Bu Yazıları Okumak Düştü

Hayatı roman olamamış kadınlar -Aliye

Hiç yorum yok:
Herkes kendi yaşadığı acıyı bilir. Kaderdir, yazgıdır ama bana kalsa şiddet suçlarına en ağır cezalar verilmeli ve can alanın canı alınmalı derim. Münevver KARABULUT olayını hatırlarsınız. Bir genç kız çığlık ata, ata öldürüldü ve cesedinin kolu bacağı kesilerek, çöpe atıldı.

Buna benzer başka olaylar ve başka acılar da var. Sevdiği, seviştiği kızın cesedini havalandırma boşluğundan atandan, töre diye kızını, torununu tavuk kümesinin altına gömen insanlara kadar ne olaylar yaşandı bu ülkede. Mağduru hep kadınlar olan, baskı şiddet gören, ölen, öldürülen hayat hikayeleri yaktı yüreklerimizi…


Ne yazık ki yaşananlara ne geçmişte bir çözüm bulunabildi, ne de günümüzde alınan önlemler yeterli olabiliyor. Neredeyse her kadının bir taciz hikayesi, daha şanssızların bir tecavüz kabusu var anılarında. En azından mağduruna kötü gözle bakılmış, laf atılmış, aile içi şiddet ve ensest hikayeleri ise devlet sırrı gibi bir çok kadının içindeki dehlizlerde gizli duruyor.

Hani sosyal medyada bir çok kadın, sevgiden aşktan, ihanetten dem vuruyor ya. Ya da sevgilisinin ruhsuzluğundan, kabalığından, öküzlüğünden, aslında onları seven ve bunu bir şekilde belli eden bir erkek varsa hayatlarında adı eş, sevgili, partner ne olursa olsun yatıp kalkıp şükretseler yeridir. Çünkü ülkemizde bir çok kadın baskı görüyor, şiddet görüyor en hafifinden taciz ediliyor.

Aliye; Bir doğu anadolu öyküsünün kahramanı ya da bir çocuk gelin değil. Gerçi o da 18’ine basmamıştı ama yine de kuma falan da gitmemiş, telli duvaklı gelin edilmişti. Sadece yaşadığı coğrafyada kadının adı yoktu. Nitekim ilk evliliğinde kayınpederinin tacizlerine dayanamayıp, boşanma yolunu seçmişti. Abdest alırken ibrikle ılık su döktüğü kayınpederi, yine elini tutmaya kalktığında kafasına su dolu leğeni geçirivermiş ve evi terketmişti.

Ancak çilesi bununla bitmemiş ve dul yaşamaktansa eşi ölen yaşlı bir adama eş diye uygun görülmüştü. Ailesi; gitsin, en azından karnı doysun, hayatı kurtulsun diye gelin etmişlerdi. Belki dul bir kadının dramı ya da geçim sıkıntısından olsa gerek biraz, baba ocağında kalması uygun görülmemişti.

Gittiği evde en küçüğü kendiyle yaşıt 3 erkek 1 kız evlat vardı. Kocasının ölen eski eşinden olma. Kocası yaşlı bir adam. Üvey oğulları tarafından gelin geldiğinin haftasına “Annemizin mallarına ortak geldin” diye sopalarla öldüresiye dövülmüştü Aliye. Ama kalkıp baba ocağına dönememişti korkudan.

Hastaneye bile götürülmemişti. Yaşlı koca, bir koyun kesmiş, derisinin içine sarmıştı Aliye’yi. Deri, berelerini, çürüklerini almış ancak gerek ağır taşımaktan gerek o sopadan sonra bedeninde sürekli akan ve kokan bir fıtık oluşmuş. Ölene kadar onunla yaşamak zorunda kalmıştı.

Baba, sopa olayından sonra evlatlarını uyarmıştı sözde, ama hiç sevilmemişti Ali’ye, hiç aileye kabul edilmemişti. Sürekli horlanmış, buna rağmen yaşlı adama 1 kız 1 erkek çocuk da o vermişti. Gerçi vermemek elinde olsaydı belki de vermezdi. Orasını bilmiyoruz.

Aliye nerde doğdu nerde yaşadı, çocukluğu nasıl geçti. Ya da hiç çocuk oldu mu, sevdi mi, sevildi mi ömründe, orası bilinmiyor. Ancak ikinci eşi öldükten hemen sonra iki küçük çocuğu ile birlikte, her türlü miras haklarından mahrum, yaşadığı evden kovulduğunu ve çok daha zor ve sıkıntılı bir hayat yaşadığını duymuştum.

Sonrasında büyüyüp yetiştirdiği öz evladından da, nankörlük görüp, bir de  üstüne sopa yedikten sonra, erkekler hakkında bir sohbet açıldığında mahallede herkesin kahkahalarla gülerek dinlediği o meşhur cümlesi ile anımsadık onu.

Erkek mi, en iyisinin han duvarı göçsün başına!”
Herkes kendi yaşadığı acıyı bilir. Kaderdir, yazgıdır ama bana kalsa şiddet suçlarına en ağır cezalar verilmeli ve can alanın canı alınmalı derim. Münevver KARABULUT olayını hatırlarsınız. Bir genç kız çığlık ata, ata öldürüldü ve cesedinin kolu bacağı kesilerek, çöpe atıldı.

Buna benzer başka olaylar ve başka acılar da var. Sevdiği, seviştiği kızın cesedini havalandırma boşluğundan atandan, töre diye kızını, torununu tavuk kümesinin altına gömen insanlara kadar ne olaylar yaşandı bu ülkede. Mağduru hep kadınlar olan, baskı şiddet gören, ölen, öldürülen hayat hikayeleri yaktı yüreklerimizi…


Ne yazık ki yaşananlara ne geçmişte bir çözüm bulunabildi, ne de günümüzde alınan önlemler yeterli olabiliyor. Neredeyse her kadının bir taciz hikayesi, daha şanssızların bir tecavüz kabusu var anılarında. En azından mağduruna kötü gözle bakılmış, laf atılmış, aile içi şiddet ve ensest hikayeleri ise devlet sırrı gibi bir çok kadının içindeki dehlizlerde gizli duruyor.

Hani sosyal medyada bir çok kadın, sevgiden aşktan, ihanetten dem vuruyor ya. Ya da sevgilisinin ruhsuzluğundan, kabalığından, öküzlüğünden, aslında onları seven ve bunu bir şekilde belli eden bir erkek varsa hayatlarında adı eş, sevgili, partner ne olursa olsun yatıp kalkıp şükretseler yeridir. Çünkü ülkemizde bir çok kadın baskı görüyor, şiddet görüyor en hafifinden taciz ediliyor.

Aliye; Bir doğu anadolu öyküsünün kahramanı ya da bir çocuk gelin değil. Gerçi o da 18’ine basmamıştı ama yine de kuma falan da gitmemiş, telli duvaklı gelin edilmişti. Sadece yaşadığı coğrafyada kadının adı yoktu. Nitekim ilk evliliğinde kayınpederinin tacizlerine dayanamayıp, boşanma yolunu seçmişti. Abdest alırken ibrikle ılık su döktüğü kayınpederi, yine elini tutmaya kalktığında kafasına su dolu leğeni geçirivermiş ve evi terketmişti.

Ancak çilesi bununla bitmemiş ve dul yaşamaktansa eşi ölen yaşlı bir adama eş diye uygun görülmüştü. Ailesi; gitsin, en azından karnı doysun, hayatı kurtulsun diye gelin etmişlerdi. Belki dul bir kadının dramı ya da geçim sıkıntısından olsa gerek biraz, baba ocağında kalması uygun görülmemişti.

Gittiği evde en küçüğü kendiyle yaşıt 3 erkek 1 kız evlat vardı. Kocasının ölen eski eşinden olma. Kocası yaşlı bir adam. Üvey oğulları tarafından gelin geldiğinin haftasına “Annemizin mallarına ortak geldin” diye sopalarla öldüresiye dövülmüştü Aliye. Ama kalkıp baba ocağına dönememişti korkudan.

Hastaneye bile götürülmemişti. Yaşlı koca, bir koyun kesmiş, derisinin içine sarmıştı Aliye’yi. Deri, berelerini, çürüklerini almış ancak gerek ağır taşımaktan gerek o sopadan sonra bedeninde sürekli akan ve kokan bir fıtık oluşmuş. Ölene kadar onunla yaşamak zorunda kalmıştı.

Baba, sopa olayından sonra evlatlarını uyarmıştı sözde, ama hiç sevilmemişti Ali’ye, hiç aileye kabul edilmemişti. Sürekli horlanmış, buna rağmen yaşlı adama 1 kız 1 erkek çocuk da o vermişti. Gerçi vermemek elinde olsaydı belki de vermezdi. Orasını bilmiyoruz.

Aliye nerde doğdu nerde yaşadı, çocukluğu nasıl geçti. Ya da hiç çocuk oldu mu, sevdi mi, sevildi mi ömründe, orası bilinmiyor. Ancak ikinci eşi öldükten hemen sonra iki küçük çocuğu ile birlikte, her türlü miras haklarından mahrum, yaşadığı evden kovulduğunu ve çok daha zor ve sıkıntılı bir hayat yaşadığını duymuştum.

Sonrasında büyüyüp yetiştirdiği öz evladından da, nankörlük görüp, bir de  üstüne sopa yedikten sonra, erkekler hakkında bir sohbet açıldığında mahallede herkesin kahkahalarla gülerek dinlediği o meşhur cümlesi ile anımsadık onu.

Erkek mi, en iyisinin han duvarı göçsün başına!”