Birkaç Blog Hikayesi

Buralar eskiden hep dutluktu. Sonra taze çiçeğe konan kelebekler gibi, gelenler bir üşüştüler ki; sorma gitsin.
Tabi her güzel şeyin sonu geldiği gibi, gidenler gitti, kalan sağlarla artık burada başbaşayız. Neler yazmışız, çizmişiz haydi birlikte okuyalım. Bakalım neler varmış...

tio yazar

Bugünkü şansınız :

tio sorgusu için yayınlar tarihe göre sıralanmış olarak gösteriliyor. Alaka düzeyine göre sırala Tüm yayınları göster
tio sorgusu için yayınlar tarihe göre sıralanmış olarak gösteriliyor. Alaka düzeyine göre sırala Tüm yayınları göster

İki gözün önüne aksın ki

Hiç yorum yok:
Gündemimizde terör olayları olduğundan ve bir çok memleket evladı bu vatan için yine yeniden toprağa düştüğünden beri tadımız tuzumuz yok. Şehitlerimize gazilerimize yeniden bir vatan borçlanıyoruz. Ruhları şad, mekanları cennet olsun.


Gündem gereği de bugünlerde HDP milletvekillerinin teröre arka çıkan, milletvekili yemini ile bağdaşmayan tutumları ve dokunulmazlıklarının kaldırılması konuşuluyor. Sözümüze bir çok Amerikan filminde rastladığımız bir cümle ile devam edelim. "Ben Amerikan anayasasına ve bayrağı üstüne yeminle bağlıyım." Peki bu yemin konusu elin Amerika'lısı için bir şeyler ifade ederken bizim en üst düzeydeki yöneticilerimizden başlayıp, sıradan memurumuza kadar hiçbirimizi neden enterese etmiyor.

Bırakalım fiili olarak uymamayı, açıkça zaten "bir kere de biz delsek ne olur, uymuyorum, saygı duymuyorum, beni bağlamaz, bana ne" gibi cümleler kurabiliyoruz.

Sebebi bizzat yeminin içinde geçiyor "büyük Türk milleti önünde namusum ve şerefim üzerine ant içerim"  Ant içmek nedir? Gazoz içmekten bir farkı var mı diye dalga geçen de çıkar, ben Türk değilim diyen de. 

Oysa bir bakalım, pratikte Türk Milleti'nin fertleri olarak nasıl yemin ediyoruz?

- Allah belamı versin ki
- Allah şahidin olsun ki
- Ekmek Mushaf çarpsın.
- Yedi göbek sülaleni eşekler...
- Anan avr...
- İki gözün önüme aksın
- Yediğin ekmeğin hayrını görmeyeyim.
- Çoluğunun çocuğunun..
-Yalan söylüyosan şerefsiz evlad...
- Şu nimeti yemek nasip olmasın.

*Dikkatinizi çekmiştir: bu yeminleri kendiniz için M takısı ile söyleyebildiğiniz gibi karşıdaki kişi için N iyelik eki ile kullandığınızda bir çeşit beddua ve küfür yerine geçiyor. (Allah belamı versin ki YEMİN, Allah belanı versin BEDDUA) gibi.

Tüm bu yeminleri edip de uymayanımız bile varken, çay içmek kadar kolay ve basit bir yemine bağlı kalmalarını beklemek zor insanların. Hele bir de insanlıktan çıkmışlarsa zaten hiç sormayalım.

İşin ironik yönü bir tarafa; vatandaşlık bağından, milletvekili yeminine kadar "yemine uymamanın" bırakın vicdani yaptırımını, kanuni bir bağlayıcılığı da yok pratikte...

O zaman bu millete, bu devlete, bu ülkeye bağlılık yemini öyle bir yemin olmalı ki, öncelikle hepimiz canı gönülden bu yeminin her maddesini kabul etmeliyiz. Sonrasında ise yemini bozana kötü gözle bakılmalı, toplumda küçümsenmeli, dışlanmalı ve bu kişi kim olursa olsun yemini bozmanın bedelini ödemeli. Ödetilmeli.

Teşbihte hata olmaz hani: İki gözüm önüme aksın ki diye yemin edenin, en azından burnunun pekmezi akıtılmalı ki, yemin ederken iki kere düşünmeli..



TiO


Gündemimizde terör olayları olduğundan ve bir çok memleket evladı bu vatan için yine yeniden toprağa düştüğünden beri tadımız tuzumuz yok. Şehitlerimize gazilerimize yeniden bir vatan borçlanıyoruz. Ruhları şad, mekanları cennet olsun.


Gündem gereği de bugünlerde HDP milletvekillerinin teröre arka çıkan, milletvekili yemini ile bağdaşmayan tutumları ve dokunulmazlıklarının kaldırılması konuşuluyor. Sözümüze bir çok Amerikan filminde rastladığımız bir cümle ile devam edelim. "Ben Amerikan anayasasına ve bayrağı üstüne yeminle bağlıyım." Peki bu yemin konusu elin Amerika'lısı için bir şeyler ifade ederken bizim en üst düzeydeki yöneticilerimizden başlayıp, sıradan memurumuza kadar hiçbirimizi neden enterese etmiyor.

Bırakalım fiili olarak uymamayı, açıkça zaten "bir kere de biz delsek ne olur, uymuyorum, saygı duymuyorum, beni bağlamaz, bana ne" gibi cümleler kurabiliyoruz.

Sebebi bizzat yeminin içinde geçiyor "büyük Türk milleti önünde namusum ve şerefim üzerine ant içerim"  Ant içmek nedir? Gazoz içmekten bir farkı var mı diye dalga geçen de çıkar, ben Türk değilim diyen de. 

Oysa bir bakalım, pratikte Türk Milleti'nin fertleri olarak nasıl yemin ediyoruz?

- Allah belamı versin ki
- Allah şahidin olsun ki
- Ekmek Mushaf çarpsın.
- Yedi göbek sülaleni eşekler...
- Anan avr...
- İki gözün önüme aksın
- Yediğin ekmeğin hayrını görmeyeyim.
- Çoluğunun çocuğunun..
-Yalan söylüyosan şerefsiz evlad...
- Şu nimeti yemek nasip olmasın.

*Dikkatinizi çekmiştir: bu yeminleri kendiniz için M takısı ile söyleyebildiğiniz gibi karşıdaki kişi için N iyelik eki ile kullandığınızda bir çeşit beddua ve küfür yerine geçiyor. (Allah belamı versin ki YEMİN, Allah belanı versin BEDDUA) gibi.

Tüm bu yeminleri edip de uymayanımız bile varken, çay içmek kadar kolay ve basit bir yemine bağlı kalmalarını beklemek zor insanların. Hele bir de insanlıktan çıkmışlarsa zaten hiç sormayalım.

İşin ironik yönü bir tarafa; vatandaşlık bağından, milletvekili yeminine kadar "yemine uymamanın" bırakın vicdani yaptırımını, kanuni bir bağlayıcılığı da yok pratikte...

O zaman bu millete, bu devlete, bu ülkeye bağlılık yemini öyle bir yemin olmalı ki, öncelikle hepimiz canı gönülden bu yeminin her maddesini kabul etmeliyiz. Sonrasında ise yemini bozana kötü gözle bakılmalı, toplumda küçümsenmeli, dışlanmalı ve bu kişi kim olursa olsun yemini bozmanın bedelini ödemeli. Ödetilmeli.

Teşbihte hata olmaz hani: İki gözüm önüme aksın ki diye yemin edenin, en azından burnunun pekmezi akıtılmalı ki, yemin ederken iki kere düşünmeli..



TiO


Aleme değil, kendine ayar vermeli insan

Hiç yorum yok:

Camı aç denilince kamera açtığımız günlerdeyiz hala.
Oysa Şubat tam bahar havası yaptı. Zamanlama manidar anlayacağınız.
Bir don bir kırağı, elmalar martta hapı yuttu yutacak...
(deyimin orjinali için bakınız argo sözlük)

Üstümüze sinmiş gündem ve osuruk kokusu yüzünden odaları bir bir havalandırıp, temiz havayı ciğerlerimize çekmeye muhtacız.
Ancak bu muhtaç olduğumuz kudret büyük şehirlerde pek bulunmuyor. Bulabildiğimiz parkları da siyasi malzeme aracı yaptılar. Adam gibi girip çıkamıyoruz.



Katty Perry'li rüyaların içine kabus gibi dalan ak sakalsız hoca efendiler ve bir türlü mazlumiyetini, mağduriyetini gideremediğimiz iktidarın çift kale maç yaptığı şu günleri atlatıp hayırlısı ile seçimleri de bir yapsak rahata ereceğiz inşallah... Herkeşler muradına erecek.

Aslında hepimizin aforizma yumurtlama adına 140 karekterle cenk ettiği ortamları terkedip yine blog dünyasına dönmemiz gerekiyor.
Çünkü her ne kadar aksi iddia edilse de micro blogging ortamları tamamen gündemde kalmaya ya da gündem oluşturmaya yönelik, su üstüne yazı yazma ibadethaneleri gibi yerler. Ya da fan kulüpleri...

Bıktım yani, sözün özü. Buralar hani eskiden hep dutluktu ya. Sonra kopup gitti insanlar önce facebook'a arkasından da twitter'a.
Meydan muharebelerini sanal ortamdan reel ortama da taşıdılar. Bir sürü üzüntü, sıkıntı kavga gürültü mal ve en önemlisi, can kayıpları yaşandı.

Hep söylerim, bu gençlere anlatmak değil onları anlamak lazım diye. Sen iktidar olarak ne yaparsan yap, onbeş yıldır seni görüp senle büyümüş çocuklara geçmişin daha "tu kaka" olduğunu anlatamazsın.

Anlatsan da anlamazlar, dinlemezler. Onlar bugüne ve kendi sıkıntılarına çözüm isterler. O sıkıntılar bazen internette gönlünce erotik içerik izleyememek bile olsa... (asıl dert karikatürdeki oysa)

Aha yine güllik gülistanlık bir yazıdan elimizde olmadan siyasete bulaştık. Hemen çıkalım bu sulardan.

Uzun süreli bir ayrılıktan sonra bendeniz yeniden blog yazmaya karar verdim. hiç boş bırakmayıp arada sırada döktürdüğüm twitter kesmedi aksine kasdı açıkçası...


Blog yazmak bir hatıra defteri tutmaya benziyor. Bir kumbaraya para atmaya. Bir şeyler biriktirebiliyorsunuz. Diğer ortamlar gibi gelip geçici değil. Daha elle tutulur şeyler saçmalayabiliyorsunuz en azından.

Aforizma yumurtlayıp alemi düzeltmek yerine, blog yazarak kendinizi düzeltmeyi deneyebiliyorsunuz 
(biliyorum ermez ama en azından deniyorsunuz )



O zaman üstümüzdeki uyuşukluğu atıp, gözümüzün çapağını, burnumuzun sümüğünü silip yeniden yazmaya koyulalım bakalım.

Haydi bakalım...

TiO






Camı aç denilince kamera açtığımız günlerdeyiz hala.
Oysa Şubat tam bahar havası yaptı. Zamanlama manidar anlayacağınız.
Bir don bir kırağı, elmalar martta hapı yuttu yutacak...
(deyimin orjinali için bakınız argo sözlük)

Üstümüze sinmiş gündem ve osuruk kokusu yüzünden odaları bir bir havalandırıp, temiz havayı ciğerlerimize çekmeye muhtacız.
Ancak bu muhtaç olduğumuz kudret büyük şehirlerde pek bulunmuyor. Bulabildiğimiz parkları da siyasi malzeme aracı yaptılar. Adam gibi girip çıkamıyoruz.



Katty Perry'li rüyaların içine kabus gibi dalan ak sakalsız hoca efendiler ve bir türlü mazlumiyetini, mağduriyetini gideremediğimiz iktidarın çift kale maç yaptığı şu günleri atlatıp hayırlısı ile seçimleri de bir yapsak rahata ereceğiz inşallah... Herkeşler muradına erecek.

Aslında hepimizin aforizma yumurtlama adına 140 karekterle cenk ettiği ortamları terkedip yine blog dünyasına dönmemiz gerekiyor.
Çünkü her ne kadar aksi iddia edilse de micro blogging ortamları tamamen gündemde kalmaya ya da gündem oluşturmaya yönelik, su üstüne yazı yazma ibadethaneleri gibi yerler. Ya da fan kulüpleri...

Bıktım yani, sözün özü. Buralar hani eskiden hep dutluktu ya. Sonra kopup gitti insanlar önce facebook'a arkasından da twitter'a.
Meydan muharebelerini sanal ortamdan reel ortama da taşıdılar. Bir sürü üzüntü, sıkıntı kavga gürültü mal ve en önemlisi, can kayıpları yaşandı.

Hep söylerim, bu gençlere anlatmak değil onları anlamak lazım diye. Sen iktidar olarak ne yaparsan yap, onbeş yıldır seni görüp senle büyümüş çocuklara geçmişin daha "tu kaka" olduğunu anlatamazsın.

Anlatsan da anlamazlar, dinlemezler. Onlar bugüne ve kendi sıkıntılarına çözüm isterler. O sıkıntılar bazen internette gönlünce erotik içerik izleyememek bile olsa... (asıl dert karikatürdeki oysa)

Aha yine güllik gülistanlık bir yazıdan elimizde olmadan siyasete bulaştık. Hemen çıkalım bu sulardan.

Uzun süreli bir ayrılıktan sonra bendeniz yeniden blog yazmaya karar verdim. hiç boş bırakmayıp arada sırada döktürdüğüm twitter kesmedi aksine kasdı açıkçası...


Blog yazmak bir hatıra defteri tutmaya benziyor. Bir kumbaraya para atmaya. Bir şeyler biriktirebiliyorsunuz. Diğer ortamlar gibi gelip geçici değil. Daha elle tutulur şeyler saçmalayabiliyorsunuz en azından.

Aforizma yumurtlayıp alemi düzeltmek yerine, blog yazarak kendinizi düzeltmeyi deneyebiliyorsunuz 
(biliyorum ermez ama en azından deniyorsunuz )



O zaman üstümüzdeki uyuşukluğu atıp, gözümüzün çapağını, burnumuzun sümüğünü silip yeniden yazmaya koyulalım bakalım.

Haydi bakalım...

TiO





Yeni yıl hepimize girerken

Hiç yorum yok:
2013'de beni buralarda göremezseniz bilin ki "büyük ikramiye" bana çıkmıştır ve 17 yıllık internet maceramda 4 yıllık blog yazarlığı serüvenime artık nokta koymuşumdur.

Şaka bir yana, kaka öbür yana diyelim. Gerçekten artık blog yazmaktan herhangi bir haz almıyorum. Eh bu işler "ekmek parası" için de yapılmayacağına göre "hasbihal"imizin sonuna gelmişiz demektir.

Yeni yılda blog yazısı yazmayı düşünmüyorum işin özeti. Ama iki çift laf olsun diye yazdığım tweetlerim sayfamda akmaya devam edecek. Aforizma yumurtlamak madem artık moda, biz de "kısa cümleler" kurarak hayatımıza devam edelim.

Hepimizce bilindiği üzere, marifet biraz da "iltifata" tabidir. Zaten ben de blog aleminde bencileyin sergileyecek bir "hüner" kalmadığı düşüncesindeyim.

Ayrıca Maya'ların kıyamet kopacak yalanı da boş çıktığı için, (artık bir kaç yüz sene kıyamet kopmaz diye sevinmek yerine) aslolan "küçük kıyameti" koptu, kopacak varsayıp, kendimize çeki düzen de vermek lazım. Hani yaş aldı başını gidiyor.

Saçımdaki aklar, başka yerlere de sirayet etti, daha mı sanal alemde geyik muhabbeti canım. Bu kadar yetsin gari! diyorum işin özeti. "Her yıl-başını kutlamak yerine yaptığım vicdan ve cüzdan muhasebesinin beni getirip attığı "kıyı" şimdilik burası. Artık torun, torba sevme zamanı geldi de geçiyor...

O yüzden, şu gelen yeni yıl hepinize güzellikler getirsin efendim. Hoş, yeni yılı kutlamak gibi bir alışkanlığım yok ama geçen yıl "şehit haberleri" kazalar, belalar, "gittikçe agresif ve baskıcı olmaya kayan" idarecilerimiz sayesinde pek de iyi bir yıl oldu sayılmaz. O yüzden  insanların biraz moralle başlaması iyidir. Yeni yıla, aya, güne...

Aynı şeyler dünyamız için de geçerli. Bir çok ülkede hala kan, gövdeyi götürüyor. Zorla demokrasiye kavuşturulmuş ve kavuşturmaya çalıştığımız komşularımızla sorunlarımız sürüyor. Dünyadaki ekonomik krizden pek etkilenmese de ülkemizde yarın ne olacağı bilinmez. Dikkatli olmak lazım.

Amerika henüz uzaydan gelecek saldırılara karşı dünyayı korumaktan (jandarmalıktan) vazgeçmedi, İsrail kan akıtmaya devam ediyor, Pkk ölüp öldürüyor. Bizim başbakan ona buna kızıp arada bize de esip gürlüyor ama gelecek güzel günler, gelecek yeni nesiller için ümidvar olmak lazım.

"Güzel günler göreceğiz çocuklar. Güneşli güzel günler".  O yüzden hepiniz ilk başta ve daima sahibinize emanetsiniz. Çünkü o "neylerse güzel eyler."

Haa! Arada sırada, canınız sıkılıp da "Yahu bu adam vaktiyle neler yazmış acaba?" diye merak ederseniz, koskoca "
Tio Külliyatı" ne güne duruyor. Açın linkleri, tıklayıp, tıklayıp okuyun efendim.

Bir sürü blog yazısı, şiirler, makaleler, aforizmalar, geyik muhabbetlerini "ömrümden çaldığım zamanlarda" kendim ve sizler için ürettim, tükettim. Bana ayırdığınız kalbiniz kadar beyaz sayfaları böyle böyle kirlettim. Çekinmeyin, okuyun efendim.

Haa, o kadar blog yazdın çizdin, "modaya uyup" bir kitap bile bastırmadın İbram! diyorsanız; ben o işi 1987'de yapmış idim efendim. Ayrıca 2010'da dostlarla faydalı bir
kitap projesinde de yer almıştım.

Dahası var ama, sorsanız onu da "Google" olmazsa da bir kaç
hatırlı dost size söyler nasıl olsa.

Aman yaa! Ölümlü dünya. Bendeniz artık blog yazmak yerine, evimin arkasındaki bahçede "civciv-tavuk, domates-marul" yetiştirip, biraz hayvanat ve nebatat ile ilgilenip (Nebahat değil), toprakla haşır neşir olmak istiyorum.

Haydi size iyi seneler.
Seneye görüşürüz esprisi yapacaktım ki, bir baktım; yazı 2013'e sarkmış. 

Hoşçakalın.
2013'de beni buralarda göremezseniz bilin ki "büyük ikramiye" bana çıkmıştır ve 17 yıllık internet maceramda 4 yıllık blog yazarlığı serüvenime artık nokta koymuşumdur.

Şaka bir yana, kaka öbür yana diyelim. Gerçekten artık blog yazmaktan herhangi bir haz almıyorum. Eh bu işler "ekmek parası" için de yapılmayacağına göre "hasbihal"imizin sonuna gelmişiz demektir.

Yeni yılda blog yazısı yazmayı düşünmüyorum işin özeti. Ama iki çift laf olsun diye yazdığım tweetlerim sayfamda akmaya devam edecek. Aforizma yumurtlamak madem artık moda, biz de "kısa cümleler" kurarak hayatımıza devam edelim.

Hepimizce bilindiği üzere, marifet biraz da "iltifata" tabidir. Zaten ben de blog aleminde bencileyin sergileyecek bir "hüner" kalmadığı düşüncesindeyim.

Ayrıca Maya'ların kıyamet kopacak yalanı da boş çıktığı için, (artık bir kaç yüz sene kıyamet kopmaz diye sevinmek yerine) aslolan "küçük kıyameti" koptu, kopacak varsayıp, kendimize çeki düzen de vermek lazım. Hani yaş aldı başını gidiyor.

Saçımdaki aklar, başka yerlere de sirayet etti, daha mı sanal alemde geyik muhabbeti canım. Bu kadar yetsin gari! diyorum işin özeti. "Her yıl-başını kutlamak yerine yaptığım vicdan ve cüzdan muhasebesinin beni getirip attığı "kıyı" şimdilik burası. Artık torun, torba sevme zamanı geldi de geçiyor...

O yüzden, şu gelen yeni yıl hepinize güzellikler getirsin efendim. Hoş, yeni yılı kutlamak gibi bir alışkanlığım yok ama geçen yıl "şehit haberleri" kazalar, belalar, "gittikçe agresif ve baskıcı olmaya kayan" idarecilerimiz sayesinde pek de iyi bir yıl oldu sayılmaz. O yüzden  insanların biraz moralle başlaması iyidir. Yeni yıla, aya, güne...

Aynı şeyler dünyamız için de geçerli. Bir çok ülkede hala kan, gövdeyi götürüyor. Zorla demokrasiye kavuşturulmuş ve kavuşturmaya çalıştığımız komşularımızla sorunlarımız sürüyor. Dünyadaki ekonomik krizden pek etkilenmese de ülkemizde yarın ne olacağı bilinmez. Dikkatli olmak lazım.

Amerika henüz uzaydan gelecek saldırılara karşı dünyayı korumaktan (jandarmalıktan) vazgeçmedi, İsrail kan akıtmaya devam ediyor, Pkk ölüp öldürüyor. Bizim başbakan ona buna kızıp arada bize de esip gürlüyor ama gelecek güzel günler, gelecek yeni nesiller için ümidvar olmak lazım.

"Güzel günler göreceğiz çocuklar. Güneşli güzel günler".  O yüzden hepiniz ilk başta ve daima sahibinize emanetsiniz. Çünkü o "neylerse güzel eyler."

Haa! Arada sırada, canınız sıkılıp da "Yahu bu adam vaktiyle neler yazmış acaba?" diye merak ederseniz, koskoca "
Tio Külliyatı" ne güne duruyor. Açın linkleri, tıklayıp, tıklayıp okuyun efendim.

Bir sürü blog yazısı, şiirler, makaleler, aforizmalar, geyik muhabbetlerini "ömrümden çaldığım zamanlarda" kendim ve sizler için ürettim, tükettim. Bana ayırdığınız kalbiniz kadar beyaz sayfaları böyle böyle kirlettim. Çekinmeyin, okuyun efendim.

Haa, o kadar blog yazdın çizdin, "modaya uyup" bir kitap bile bastırmadın İbram! diyorsanız; ben o işi 1987'de yapmış idim efendim. Ayrıca 2010'da dostlarla faydalı bir
kitap projesinde de yer almıştım.

Dahası var ama, sorsanız onu da "Google" olmazsa da bir kaç
hatırlı dost size söyler nasıl olsa.

Aman yaa! Ölümlü dünya. Bendeniz artık blog yazmak yerine, evimin arkasındaki bahçede "civciv-tavuk, domates-marul" yetiştirip, biraz hayvanat ve nebatat ile ilgilenip (Nebahat değil), toprakla haşır neşir olmak istiyorum.

Haydi size iyi seneler.
Seneye görüşürüz esprisi yapacaktım ki, bir baktım; yazı 2013'e sarkmış. 

Hoşçakalın.

Körler, sağırlar birbirini ağırlar

Hiç yorum yok:
Ağırlamalı da. Şu blog aleminde 40 kişiydik birbirimizi bilirdik. Sonra nerde çokluk, orda fan fin fon oldu ortalık. Önce şöhretin tatlı basamakları, ne kadar çok takip edersen, o kadar çok takip edenin olur hesabı...
 
Ardından medya maymunlukları "ne kadar rezil olursak o kadar iyi" denklemi. Ancak ne kadar çabalarsanız çabalayın sizden daha rezil olabilenleri çıkacaktır. O yüzden, bırakın bazıları yırtabildiği kadar yırtsın. Biz işimize bakalım.
 
Sakın ha, yanlış anlamayın. Bu bir erdem satma yazısı değil elbette. Kimin kızından bizim eteğimiz kısa ya da göster İbram teyzelere pipini demeden önce iki kere düşünmek gerek bu dünyada. O yüzden, bu yazının amacı bazı dostların yaptığı, benim de son zamanlarda beğendiğim bir yöntemle ilgili sadece.
 
Vaktiyle arkadaşın biri "Ben Facebook'umdaki arkadaşlarımı da, bloğumdaki izleyicilerimi de birebir tanırım" demişti de şoke olmuştum. Öyle ya ben nasıl 5-00 kişiyi tanıyacağım ya da bazı fenomen arkadaşlar nasıl bilecekler hayran kitlelerini. Yok dedi arkadaş. "Ben kendim için yazıyorum, okuyanda beni bildiği, tanıdığı için okuyor. Biz toplasan 100 kişiyiz."

O günlerde pek de aklıma yatmayan bu fikre blog aleminin içine girdiği kısır döngüyü de dikkate alarak sıcak bakmaya başladım. Yani ne 5-600 kişinin beni okuyup, yorumlaması ne de benim haftada 5-600 blog okumam mümkün olmadığına göre kendime bir favori listi ya da en iyisi, yeniden sınırlı sayıda takip ettiğim blog listi yapmakta fayda var.

Hani üstadın "alsın götürsün beni tam 4 inanmış adam" dediği gibi, mademki derdimiz fenomen olmak değil, biz de arkadaşlarla, dostlarla takılırız ne olmuş yani. Körler, sağırlar birbirimizi ağırlarız. Sizi takip ediyor gözüküp okumayan bin kişiden; okuyup, yorumlayan on kişi evlâ değil midir? Öyledir, öyledir.

O zaman ne yapıyoruz. Sağlam bir liste. Okunmadan geçilmeyecek 10 kişi, sizi okumadan geçmeyen 10 kişi. İsterse "Ay İbram bey ne güzel yazmışsınız desin, isterse oğlum İbram bi ..oka benzememiş lan, kelime israfı" desin. Samimi olsun, eti benim o kemiğini yesin...

Kısaca bu fikir aklıma yattı. Yakında takip ettiğimi sandığım blogları şöyle bir gözden geçirip, eleyeceğim. Kalan dostlarla gönlümü eğleyeceğim.

Kör ve sağır arkadaşlarım.
Haydi bakalım. Dünyamız küçük olsun, bizim olsun!

T.i.O
Ağırlamalı da. Şu blog aleminde 40 kişiydik birbirimizi bilirdik. Sonra nerde çokluk, orda fan fin fon oldu ortalık. Önce şöhretin tatlı basamakları, ne kadar çok takip edersen, o kadar çok takip edenin olur hesabı...
 
Ardından medya maymunlukları "ne kadar rezil olursak o kadar iyi" denklemi. Ancak ne kadar çabalarsanız çabalayın sizden daha rezil olabilenleri çıkacaktır. O yüzden, bırakın bazıları yırtabildiği kadar yırtsın. Biz işimize bakalım.
 
Sakın ha, yanlış anlamayın. Bu bir erdem satma yazısı değil elbette. Kimin kızından bizim eteğimiz kısa ya da göster İbram teyzelere pipini demeden önce iki kere düşünmek gerek bu dünyada. O yüzden, bu yazının amacı bazı dostların yaptığı, benim de son zamanlarda beğendiğim bir yöntemle ilgili sadece.
 
Vaktiyle arkadaşın biri "Ben Facebook'umdaki arkadaşlarımı da, bloğumdaki izleyicilerimi de birebir tanırım" demişti de şoke olmuştum. Öyle ya ben nasıl 5-00 kişiyi tanıyacağım ya da bazı fenomen arkadaşlar nasıl bilecekler hayran kitlelerini. Yok dedi arkadaş. "Ben kendim için yazıyorum, okuyanda beni bildiği, tanıdığı için okuyor. Biz toplasan 100 kişiyiz."

O günlerde pek de aklıma yatmayan bu fikre blog aleminin içine girdiği kısır döngüyü de dikkate alarak sıcak bakmaya başladım. Yani ne 5-600 kişinin beni okuyup, yorumlaması ne de benim haftada 5-600 blog okumam mümkün olmadığına göre kendime bir favori listi ya da en iyisi, yeniden sınırlı sayıda takip ettiğim blog listi yapmakta fayda var.

Hani üstadın "alsın götürsün beni tam 4 inanmış adam" dediği gibi, mademki derdimiz fenomen olmak değil, biz de arkadaşlarla, dostlarla takılırız ne olmuş yani. Körler, sağırlar birbirimizi ağırlarız. Sizi takip ediyor gözüküp okumayan bin kişiden; okuyup, yorumlayan on kişi evlâ değil midir? Öyledir, öyledir.

O zaman ne yapıyoruz. Sağlam bir liste. Okunmadan geçilmeyecek 10 kişi, sizi okumadan geçmeyen 10 kişi. İsterse "Ay İbram bey ne güzel yazmışsınız desin, isterse oğlum İbram bi ..oka benzememiş lan, kelime israfı" desin. Samimi olsun, eti benim o kemiğini yesin...

Kısaca bu fikir aklıma yattı. Yakında takip ettiğimi sandığım blogları şöyle bir gözden geçirip, eleyeceğim. Kalan dostlarla gönlümü eğleyeceğim.

Kör ve sağır arkadaşlarım.
Haydi bakalım. Dünyamız küçük olsun, bizim olsun!

T.i.O

Evcilik Oyunu (MiM - Anket)

Hiç yorum yok:
Mim rüzgarı çoktan bitmiş olsa da, blog dünyasındaki durgunluğun aşılmasında olumlu katkısı olabilir diyerek, bence ilginç bir MiM daha yazdım.

Aslında bu bir test : "Evcilik Oyunu". Bu testi, eşiniz, hayat arkadaşınız, sevgiliniz, erkek ya da kız arkadaşınızla birlikte deneyebilirsiniz.

Sorulardan önce kurallar kısaca şöyle.

(Önce test sorularının bir yazıcı çıktısını alıp, cevapları elle doldurunuz).
 
1- Testteki sorulara içtenlikle cevap vermeniz gerekiyor.

2- Testi bitirdikten sonra aynısını "Bence (eşim, sevgilim) bu sorulara şöyle cevap vermiştir diyerek ikinci kez cevaplayınız.

3- Sonra bu teste verdiğiniz cevapları yazdığınız kağıdı katlayıp bir zarfın içine koyunuz ve ağzını yapıştırınız ve cevaplarınızı değiştirmek için asla açmayınız.
4- Bir gün sonra, zarfı açmadan (eşinize, sevgilinize) verin. O da kendi cevaplarını size versin.

5- Cevapları okuyunca lütfen kavga etmeyiniz:))
 
Olayın MİM kısmı ise testi çözen herkes, testi çözdükten sonraki gelişmeleri blogunda paylaşsın.

Hadi Bakalım.
 
The İbrahim ORTAÇ (T.i.O)




LÜTFEN BU SORULARI Samimiyetle CEVAPLAYINIZ?
 
Eşiniz hakkında şikayetleriniz nelerdir?
 
Kendiniz hakkında nelerden şikayetçisiniz?
 
Varsa ailevi sorunlarınız sizce nasıl çözülür?
 
Hayatta en çok yapmak isteğiniz şeyler nelerdir?
 
Fırsat olsa eşinizle birlikte neler yapmak isterdiniz?
 
Şu an hangi haberi alsanız çok sevinirdiniz?
 
Sizi en çok rahatsız eden kaygı ve korkular nelerdir?
 
Elinizde sihirli bir değnek olsa neleri değiştirirdiniz?
 
Sadece 1 tek soru sorabilecek olsanız eşinize ne sorardınız?
 
Ona olan duygularınızı nasıl ifade edersiniz?
(sevgi-aşk-nefret-hiçbiri)
 
Eşinize öfkelenince yapmayı düşündüğünüz en kötü şey nedir?
 
Sinirli ve üzgün olduğunuz zamanlarda nasıl sakinleşirsiniz?
 
Yalnızlığı mı, yoksa kalabalık ortamları mı seversiniz?
 
Eşinizle yaptığınız sizi mutlu eden en son şey nedir?
 
En çok sevdiğiniz, üç kişiyi (arkadaş, aile) yazar mısınız?
 
Sizi en iyi tanıdığını düşündüğünüz üç kişiyi yazar mısınız?
 
Nefret ettiğiniz üç kişiyi ya da insan tipini yazar mısınız.
 

SİZCE EŞİNİZ YUKARIDAKİ SORULARA NASIL CEVAP VERMİŞTİR?
LÜTFEN AYNI SORULARI ONA GÖRE DE CEVAPLAYINIZ.

 
Mim rüzgarı çoktan bitmiş olsa da, blog dünyasındaki durgunluğun aşılmasında olumlu katkısı olabilir diyerek, bence ilginç bir MiM daha yazdım.

Aslında bu bir test : "Evcilik Oyunu". Bu testi, eşiniz, hayat arkadaşınız, sevgiliniz, erkek ya da kız arkadaşınızla birlikte deneyebilirsiniz.

Sorulardan önce kurallar kısaca şöyle.

(Önce test sorularının bir yazıcı çıktısını alıp, cevapları elle doldurunuz).
 
1- Testteki sorulara içtenlikle cevap vermeniz gerekiyor.

2- Testi bitirdikten sonra aynısını "Bence (eşim, sevgilim) bu sorulara şöyle cevap vermiştir diyerek ikinci kez cevaplayınız.

3- Sonra bu teste verdiğiniz cevapları yazdığınız kağıdı katlayıp bir zarfın içine koyunuz ve ağzını yapıştırınız ve cevaplarınızı değiştirmek için asla açmayınız.
4- Bir gün sonra, zarfı açmadan (eşinize, sevgilinize) verin. O da kendi cevaplarını size versin.

5- Cevapları okuyunca lütfen kavga etmeyiniz:))
 
Olayın MİM kısmı ise testi çözen herkes, testi çözdükten sonraki gelişmeleri blogunda paylaşsın.

Hadi Bakalım.
 
The İbrahim ORTAÇ (T.i.O)




LÜTFEN BU SORULARI Samimiyetle CEVAPLAYINIZ?
 
Eşiniz hakkında şikayetleriniz nelerdir?
 
Kendiniz hakkında nelerden şikayetçisiniz?
 
Varsa ailevi sorunlarınız sizce nasıl çözülür?
 
Hayatta en çok yapmak isteğiniz şeyler nelerdir?
 
Fırsat olsa eşinizle birlikte neler yapmak isterdiniz?
 
Şu an hangi haberi alsanız çok sevinirdiniz?
 
Sizi en çok rahatsız eden kaygı ve korkular nelerdir?
 
Elinizde sihirli bir değnek olsa neleri değiştirirdiniz?
 
Sadece 1 tek soru sorabilecek olsanız eşinize ne sorardınız?
 
Ona olan duygularınızı nasıl ifade edersiniz?
(sevgi-aşk-nefret-hiçbiri)
 
Eşinize öfkelenince yapmayı düşündüğünüz en kötü şey nedir?
 
Sinirli ve üzgün olduğunuz zamanlarda nasıl sakinleşirsiniz?
 
Yalnızlığı mı, yoksa kalabalık ortamları mı seversiniz?
 
Eşinizle yaptığınız sizi mutlu eden en son şey nedir?
 
En çok sevdiğiniz, üç kişiyi (arkadaş, aile) yazar mısınız?
 
Sizi en iyi tanıdığını düşündüğünüz üç kişiyi yazar mısınız?
 
Nefret ettiğiniz üç kişiyi ya da insan tipini yazar mısınız.
 

SİZCE EŞİNİZ YUKARIDAKİ SORULARA NASIL CEVAP VERMİŞTİR?
LÜTFEN AYNI SORULARI ONA GÖRE DE CEVAPLAYINIZ.

 

Yangında ilk kurtarılacaklardan mısınız?

Hiç yorum yok:
tio

İyi bakın ona, onu iyi dinleyin lütfen! Ona sahip çıkın; onu koruyun, sevin, kollayın!

Evet, evet, işte o. Hani siz; nazlı, küskün kendi hezeyanlarınızla dalgalanırken, sabırla bir köşede bıkmadan usanmadan duran adam var ya, o işte. Her zaman orada var olacak sandığınız...

Hani, her sabah alıştığınız şekilde kahvaltınızı hazır eden; ışık girsin diye perdelerinizi çekip, camlarınızı silen kadın. İşte o, evet, işte o. Hayat arkadaşınız ya da sabır taşınız var ya hani; başınızın, dişinizin, gönlünüzün ağrıdığı zamanlarda yoldaşınız olan. İşte o kadın.

"Of! Bugün yoruldum, üzüldüm, kırıldım, incindim" deyip; duygularına aldırmadan sizi dinlemesini, paydaşınız olmasını istediğiniz kişi. İnsafsızca şımardığınız, bu dünyadaki suskunluğunuzun öcünü bağıra çağıra ondan aldığınız; kanunlar, kurallar icat edip uymasını beklediğiniz, kalıplara şekillere döktüğünüz ve bunu "size duyduğu ama sizin farkında olmadığınız bir sevgi yüzünden" başardığınız adam.

Siz, 'Kendi putlarını kendi yapan, onlara yine kendi tapan' insanlar gibi kurallarınızı çiğnerken; sessiz çığlıklarla "Ama... Ama sen de şöyle yapmıyormuydun" demeye kalksa bile, size olan sevgisinden dolayı yine size boyun eğen kadın.

Hani sizi, siz diye sevmiş, sizsiniz diye size katlanan kadın. Aşını, işini, ihmal edip göz bebeklerinizde bir tebessüm için çabalayan; kendini iyiye, güzele, sevgiye adamış adam.

Dert küpünüz, sırdaşınız olmuş; sabırla bir gün de "iyiyim" demenizi bekleyen, "acaba senin de bir derdin var mı, yüzün niye mahzun bu gün" diye sorulmasını bekleyen, her defasında boynu bükük sizi uğurlayan ve her gece kahveden eve dönmenizi bekleyen kadın.

İçinizdeki büyümemiş hırçın çocukluğunuzun, farkında olmadığınız umarsızlığınızın kölesi olmuş insanlar. Siz de onlardan birisiniz belki. Siz de, sürekli, ömrünüzde sevdikleriniz için üretirken tükendiniz kimbilir. Öyleyse intikam saati mi geldi? Hayır! Geçmişin günahını, bilmediğiniz birine, sadece geleceğiniz oldu diye yükleyemezsiniz. Hakkınız yok buna.

Eski gelin, yeni kaynanaların farkında olmadan yaşadıkları ve yaşattıkları bir intikam kâbusu gibi kısır döngülere mahkûm edemezsiniz sizi sevdi diye insanları.

Gözü yaşlı evlerine gönderemezsiniz, pencerelere mahkûm edemezsiniz. Siz, bir zamanlar yaşadınız diye tüm bunları; yapamazsınız, hakkınız yok. Bencilliğiniz adına bile hakkınız yok bunu yapmaya.

Çünkü siz onsuzluğu yaşamadınız. Onu sizsizliğe mahkûm edip, çarşı pazar gezerken, kahve köşelerini dolaşırken, siz yaşamadınız onsuzluğu. Yoksa siz dilediğinizce taşlayabileceğiniz dipsiz bir kuyu mu sandınız onu. Ya da dalgalarınızla doyasıya sebepsiz dövebileceğiniz kayalıklar mı?

Neden sizi bunca sevenlere eziyet ediyorsunuz? Sadece sabrediyor ve sizi seviyorlar diye mi? Hiç kendinize sordunuz mu bunu? İçinizdeki, hep kendini haklı gören, hırçın çocuk; size haklı olduğunuzu söylüyor değil mi?

Tabi, başka ne söylemesini bekliyordunuz ki o küçük şeytanın? Onun, canı yana yana ettiği intikam yeminlerini, size aleni yansıtmasını mı bekliyordunuz? Hayır, söylemeyecek. O, sizin yaptıklarınızda ne kadar haklı olduğunuzu, damarlarınıza mütemadiyen akan kan gibi, beyninize düşünce olarak pompalamaya devam edecek.

Çünkü, içinizdeki o küçük diktatörün, yaşama umudunuzu canlı tutabilmek, yarın yine size işbaşı yaptırabilmek adına bu egoya ihtiyacı var. Sizin iyi bir insan olduğunuzu çok iyi biliyor ve sizi korumak adına yapıyor tüm bunları.

Hatta o küçük şeytanınız da iyi biri. Ama bilmediği bir tek şey: Acıları öfkeden meşaleler, yıldırımdan sözcükler saçarak çoğalttığı; sessiz, sakin, sabır taşım sandığınız kişilerin içinde de kendine bir öfke kardeşi yetiştirmekte olduğu. Orda da bir yangına benzin döktüğü; onu yıkık dökük viraneye çevirdiği, o kalbi de kundakladığı.

O adam ya da o kadın. Hani, sabır taşım sandığınız, sizi sevmekten öte bir kusuru olmayan insan yenilmek üzere. Haberiniz olsun. Onun içindeki çocuk da, sizin hırçınlığınızın alfabesinden etkilenmekte. O da sessizliğin erdem olmadığını düşünüyor yavaş yavaş. Onun da içinde kazanlar kaynıyor, sabredenleri yakmak adına.

Çektiklerinin, üstelik sadece sizden değil, tüm yaşamda yaşadığı ezikliklerin intikamını birilerinden almak üzere belki de. Belki de onun yangını sizden çok daha büyük olacak ve bu inanılmaz virüs yeni kurbanlar almaya devam edecek.

Yakıp yıktınız kendi gönlünüzü. İçinizde söndürdüğünüz yangınları onun içinde de ateşlemek niye? Kaçtınız içinizdeki çocukla yüzleşmekten ve gittiniz onun kalbine sığındınız. Ya da, daha önce yakıp tutuşturduğunuz enkazlardan sonra sıra ona geldi belki de.

Ama nerden biliyorsunuz, bu kez de kurtulabileceğinizi? Bu kez de yeni bir sığınak bulabileceğinizi? Bu harap ettiğiniz, yıkıp döktüğünüz binadan da hasarsız çıkıp, başka bir yüreğe konmayı başarabilecek misiniz?

Ana, baba, eş, kardeş, dost, arkadaş her kimse size yoldaş oldu diye durmadan kırıp döktüğünüz insanlar sizden uzaklaşıp kaçarsa bu yalnızlığa katlanabilecek misiniz?

İnsanlar akraba veya dost oldular diye sizin şu mızmız, hırçın kırıcı halinizi çekmek zorunda mı? Hiç düşündünüz mü bunu?

Bence adı Ahmet, Ali, Ayşe veya Hatice olsun. Evladınız, eşiniz, dostunuz, arkadaşınız veya ana babanızdan biri olsun, bu kırıp döktüğünüz, sizi seven, çok seven bu insanların sabır taşını çatlatıp o korkunç yangını başlatmadan, doldurduğunuz sabır bardağında son damla siz olmadan bir kez daha düşünün.

Hatta utanmayın, sıkılmayın, kurcalayın. Bir bakın; sizi beklentisiz sevmekten başka kusuru olmayan bu insanların dolaplarının çekmecelerinde, yangında ilk kurtarılacaklar içinde siz de var mısınız?

tio

İyi bakın ona, onu iyi dinleyin lütfen! Ona sahip çıkın; onu koruyun, sevin, kollayın!

Evet, evet, işte o. Hani siz; nazlı, küskün kendi hezeyanlarınızla dalgalanırken, sabırla bir köşede bıkmadan usanmadan duran adam var ya, o işte. Her zaman orada var olacak sandığınız...

Hani, her sabah alıştığınız şekilde kahvaltınızı hazır eden; ışık girsin diye perdelerinizi çekip, camlarınızı silen kadın. İşte o, evet, işte o. Hayat arkadaşınız ya da sabır taşınız var ya hani; başınızın, dişinizin, gönlünüzün ağrıdığı zamanlarda yoldaşınız olan. İşte o kadın.

"Of! Bugün yoruldum, üzüldüm, kırıldım, incindim" deyip; duygularına aldırmadan sizi dinlemesini, paydaşınız olmasını istediğiniz kişi. İnsafsızca şımardığınız, bu dünyadaki suskunluğunuzun öcünü bağıra çağıra ondan aldığınız; kanunlar, kurallar icat edip uymasını beklediğiniz, kalıplara şekillere döktüğünüz ve bunu "size duyduğu ama sizin farkında olmadığınız bir sevgi yüzünden" başardığınız adam.

Siz, 'Kendi putlarını kendi yapan, onlara yine kendi tapan' insanlar gibi kurallarınızı çiğnerken; sessiz çığlıklarla "Ama... Ama sen de şöyle yapmıyormuydun" demeye kalksa bile, size olan sevgisinden dolayı yine size boyun eğen kadın.

Hani sizi, siz diye sevmiş, sizsiniz diye size katlanan kadın. Aşını, işini, ihmal edip göz bebeklerinizde bir tebessüm için çabalayan; kendini iyiye, güzele, sevgiye adamış adam.

Dert küpünüz, sırdaşınız olmuş; sabırla bir gün de "iyiyim" demenizi bekleyen, "acaba senin de bir derdin var mı, yüzün niye mahzun bu gün" diye sorulmasını bekleyen, her defasında boynu bükük sizi uğurlayan ve her gece kahveden eve dönmenizi bekleyen kadın.

İçinizdeki büyümemiş hırçın çocukluğunuzun, farkında olmadığınız umarsızlığınızın kölesi olmuş insanlar. Siz de onlardan birisiniz belki. Siz de, sürekli, ömrünüzde sevdikleriniz için üretirken tükendiniz kimbilir. Öyleyse intikam saati mi geldi? Hayır! Geçmişin günahını, bilmediğiniz birine, sadece geleceğiniz oldu diye yükleyemezsiniz. Hakkınız yok buna.

Eski gelin, yeni kaynanaların farkında olmadan yaşadıkları ve yaşattıkları bir intikam kâbusu gibi kısır döngülere mahkûm edemezsiniz sizi sevdi diye insanları.

Gözü yaşlı evlerine gönderemezsiniz, pencerelere mahkûm edemezsiniz. Siz, bir zamanlar yaşadınız diye tüm bunları; yapamazsınız, hakkınız yok. Bencilliğiniz adına bile hakkınız yok bunu yapmaya.

Çünkü siz onsuzluğu yaşamadınız. Onu sizsizliğe mahkûm edip, çarşı pazar gezerken, kahve köşelerini dolaşırken, siz yaşamadınız onsuzluğu. Yoksa siz dilediğinizce taşlayabileceğiniz dipsiz bir kuyu mu sandınız onu. Ya da dalgalarınızla doyasıya sebepsiz dövebileceğiniz kayalıklar mı?

Neden sizi bunca sevenlere eziyet ediyorsunuz? Sadece sabrediyor ve sizi seviyorlar diye mi? Hiç kendinize sordunuz mu bunu? İçinizdeki, hep kendini haklı gören, hırçın çocuk; size haklı olduğunuzu söylüyor değil mi?

Tabi, başka ne söylemesini bekliyordunuz ki o küçük şeytanın? Onun, canı yana yana ettiği intikam yeminlerini, size aleni yansıtmasını mı bekliyordunuz? Hayır, söylemeyecek. O, sizin yaptıklarınızda ne kadar haklı olduğunuzu, damarlarınıza mütemadiyen akan kan gibi, beyninize düşünce olarak pompalamaya devam edecek.

Çünkü, içinizdeki o küçük diktatörün, yaşama umudunuzu canlı tutabilmek, yarın yine size işbaşı yaptırabilmek adına bu egoya ihtiyacı var. Sizin iyi bir insan olduğunuzu çok iyi biliyor ve sizi korumak adına yapıyor tüm bunları.

Hatta o küçük şeytanınız da iyi biri. Ama bilmediği bir tek şey: Acıları öfkeden meşaleler, yıldırımdan sözcükler saçarak çoğalttığı; sessiz, sakin, sabır taşım sandığınız kişilerin içinde de kendine bir öfke kardeşi yetiştirmekte olduğu. Orda da bir yangına benzin döktüğü; onu yıkık dökük viraneye çevirdiği, o kalbi de kundakladığı.

O adam ya da o kadın. Hani, sabır taşım sandığınız, sizi sevmekten öte bir kusuru olmayan insan yenilmek üzere. Haberiniz olsun. Onun içindeki çocuk da, sizin hırçınlığınızın alfabesinden etkilenmekte. O da sessizliğin erdem olmadığını düşünüyor yavaş yavaş. Onun da içinde kazanlar kaynıyor, sabredenleri yakmak adına.

Çektiklerinin, üstelik sadece sizden değil, tüm yaşamda yaşadığı ezikliklerin intikamını birilerinden almak üzere belki de. Belki de onun yangını sizden çok daha büyük olacak ve bu inanılmaz virüs yeni kurbanlar almaya devam edecek.

Yakıp yıktınız kendi gönlünüzü. İçinizde söndürdüğünüz yangınları onun içinde de ateşlemek niye? Kaçtınız içinizdeki çocukla yüzleşmekten ve gittiniz onun kalbine sığındınız. Ya da, daha önce yakıp tutuşturduğunuz enkazlardan sonra sıra ona geldi belki de.

Ama nerden biliyorsunuz, bu kez de kurtulabileceğinizi? Bu kez de yeni bir sığınak bulabileceğinizi? Bu harap ettiğiniz, yıkıp döktüğünüz binadan da hasarsız çıkıp, başka bir yüreğe konmayı başarabilecek misiniz?

Ana, baba, eş, kardeş, dost, arkadaş her kimse size yoldaş oldu diye durmadan kırıp döktüğünüz insanlar sizden uzaklaşıp kaçarsa bu yalnızlığa katlanabilecek misiniz?

İnsanlar akraba veya dost oldular diye sizin şu mızmız, hırçın kırıcı halinizi çekmek zorunda mı? Hiç düşündünüz mü bunu?

Bence adı Ahmet, Ali, Ayşe veya Hatice olsun. Evladınız, eşiniz, dostunuz, arkadaşınız veya ana babanızdan biri olsun, bu kırıp döktüğünüz, sizi seven, çok seven bu insanların sabır taşını çatlatıp o korkunç yangını başlatmadan, doldurduğunuz sabır bardağında son damla siz olmadan bir kez daha düşünün.

Hatta utanmayın, sıkılmayın, kurcalayın. Bir bakın; sizi beklentisiz sevmekten başka kusuru olmayan bu insanların dolaplarının çekmecelerinde, yangında ilk kurtarılacaklar içinde siz de var mısınız?

Kitapsız

Hiç yorum yok:
Kendimi bildim bileli birşeyler yazıyorum. 
Yazıyorum
dedimse sadece internet alemini ve blogları kasdetmiyorum. Yazıyorum diye kızıldığı, o yüzden yorganı tepemden çekip kör karanlıkta şiirler karaladığım ergenlik günlerinden beri. Mahalli gazetelerde köşe yazarlığı yaptığım günlerden beri... yazıyorum işte.

İlk şiir kitabımı arkadaşlarla (1987)'de bastıktan sonra, birisi gelip üste para vermedikçe kitap basmamaya and içmiştim. Çok şükür o da oldu. Geçenlerde severek katkıda bulunduğum  yakında 2.baskısı da yapılacak bir kitap için küçük de olsa telif ücreti aldım. Demek ki artık baskıyı bekleyen TİO külliyatı için birşeyler yapma zamanı geldi.

Bloggerlerin kitap bastırması malum günümüzün modası. Ancak blog yazılarından derlermiş bir kitabı insanlara "alın kitap yazdım" diyerek sunmak "HBBA" dostumuzun da dediği gibi pek de ilginç gelmiyor bana. Yazılarımın bir kısmını blog yazma olaylarından önce gazete köşelerinde yayınladığımdan olsa gerek, derli toplu bir çalışma olarak elimde bulunmasını da istiyorum.

Okunur, okunmaz alınır alınmaz açıkçası çok da önemsediğimi söyleyemem. Ancak madem ki yazıyoruz, madem ki üretiyoruz. Hoş bir sada'yı samanlı kağıt kokuları arasında da sunmak gerek.

Allah kimseyi kitapsız bırakmasın. Zihnimdeki ilk adım bir şiir, bir de köşe yazılarımdan derlenmiş kitap ile okuyucunun karşısına, elini uzattığında bulabileceği raflardan birine çıkmak. İmza gününde sıkıntı ve izdiham olmasın diye kitabın ilk sayfasını MKA  formatında imzalı olarak sunmayı düşünüyorum. O yüzden telaşa gerek yok. Şimdiden ayırtmak için yayınevlerini rahatsız etmenize de.

Ebat konusunda ise en azından satılmadığında, kuruyemişçilerde ayçiçeği külahı yapmaya uygun bir ebat düşünmeli ki; kağıt israfı olmasın. Kapağını geri dönüşümlü kağıttan seçmeli. Hatta arka yaprakları boş bırakıp, okuyucunun ilerde yemek tarifi veya notlar alabilmesi için müsvedde olarak kullanmasına imkân tanımalı.

Sanırım abarttım. Ben bastırayım da siz ne yaparsanız yapın canım. İster alın atın, isterse arada çıkarıp okursunuz, artık orası size kalmış. Ciddi fiyatlarla satılan kitaplardan gelen telif ücretlerinin komikliğini gördükten sonra, kitabımın ücretini de 1 TL yapıp bakkallarda, marketlerde sakız gibi para üstü niyetine vermek de, tiraj açısından iyi bir fikir olabilir.

Tamam tamam, sustum:)))))
Kendimi bildim bileli birşeyler yazıyorum. 
Yazıyorum
dedimse sadece internet alemini ve blogları kasdetmiyorum. Yazıyorum diye kızıldığı, o yüzden yorganı tepemden çekip kör karanlıkta şiirler karaladığım ergenlik günlerinden beri. Mahalli gazetelerde köşe yazarlığı yaptığım günlerden beri... yazıyorum işte.

İlk şiir kitabımı arkadaşlarla (1987)'de bastıktan sonra, birisi gelip üste para vermedikçe kitap basmamaya and içmiştim. Çok şükür o da oldu. Geçenlerde severek katkıda bulunduğum  yakında 2.baskısı da yapılacak bir kitap için küçük de olsa telif ücreti aldım. Demek ki artık baskıyı bekleyen TİO külliyatı için birşeyler yapma zamanı geldi.

Bloggerlerin kitap bastırması malum günümüzün modası. Ancak blog yazılarından derlermiş bir kitabı insanlara "alın kitap yazdım" diyerek sunmak "HBBA" dostumuzun da dediği gibi pek de ilginç gelmiyor bana. Yazılarımın bir kısmını blog yazma olaylarından önce gazete köşelerinde yayınladığımdan olsa gerek, derli toplu bir çalışma olarak elimde bulunmasını da istiyorum.

Okunur, okunmaz alınır alınmaz açıkçası çok da önemsediğimi söyleyemem. Ancak madem ki yazıyoruz, madem ki üretiyoruz. Hoş bir sada'yı samanlı kağıt kokuları arasında da sunmak gerek.

Allah kimseyi kitapsız bırakmasın. Zihnimdeki ilk adım bir şiir, bir de köşe yazılarımdan derlenmiş kitap ile okuyucunun karşısına, elini uzattığında bulabileceği raflardan birine çıkmak. İmza gününde sıkıntı ve izdiham olmasın diye kitabın ilk sayfasını MKA  formatında imzalı olarak sunmayı düşünüyorum. O yüzden telaşa gerek yok. Şimdiden ayırtmak için yayınevlerini rahatsız etmenize de.

Ebat konusunda ise en azından satılmadığında, kuruyemişçilerde ayçiçeği külahı yapmaya uygun bir ebat düşünmeli ki; kağıt israfı olmasın. Kapağını geri dönüşümlü kağıttan seçmeli. Hatta arka yaprakları boş bırakıp, okuyucunun ilerde yemek tarifi veya notlar alabilmesi için müsvedde olarak kullanmasına imkân tanımalı.

Sanırım abarttım. Ben bastırayım da siz ne yaparsanız yapın canım. İster alın atın, isterse arada çıkarıp okursunuz, artık orası size kalmış. Ciddi fiyatlarla satılan kitaplardan gelen telif ücretlerinin komikliğini gördükten sonra, kitabımın ücretini de 1 TL yapıp bakkallarda, marketlerde sakız gibi para üstü niyetine vermek de, tiraj açısından iyi bir fikir olabilir.

Tamam tamam, sustum:)))))

Aşıkların dudağına MİMlenmiş sorular

Hiç yorum yok:

Hatırlar mısınız sevgili okurlar. Mim fırtınası falan vardı bir zamanlar. Herkes bir şeyler yazarçizer mimlerdi birbirini. Boku çıkmıştı bu işlerin hani. Üstelik bir de ödül koyarlardı bu mimleri ikram ederken. Al gülüm ver gülüm kabilinden en iyi creative blogger ödülleri falan.

Neyse ki o günler geldi geçti de biraz ortalık sakinleşti. Sular durulduğuna göre ben de bir tane MİM yazayım dedim. Yarı röportaj havasında bir şey oldu. Meraklısı varsa soruları kendine sorulmuş farz edip cevaplayabilir. Üstelik her cevaplayana aşağıdaki TİO Vakfı olarak Aşkı en iyi tarif eden 1000 blogger ödülünü vericez.

Buyrun bakalım:

Klasik soru: Aşk nedir?

El cevap: Valla ne bilebildim ne öğrenebildim ama bazen insanın kalbini bazen de götünü 3,5 attıran güzel bir şeye benziyor. Her yiyişte tadı değişen güzel bir yemek gibi. Doyumsuz bişi ama aynı zamanda şeker, kolesterol, tansiyon şikâyetlerine yol açabiliyor.

Soru: Aşkın kaç çeşidi vardır?

El cevap: Ne kadar âşık varsa o kadar çeşidi olduğu söylenebilir. Her aşık kendisi bizzat çeşit olduğu için aşkı pek kategorize etmemek lazım. Yine de kara sevda yani karşılıksız aşk, aşk-ı memnu (yasak aşk), ilahi aşk, bildiğimiz aşk:), yaz aşkı (gel geç aşk), sanal aşk diye çeşitlere ayırabilirsiniz. Size kalmış.

Soru: Âşık olmak için ne gerekir? Nasıl âşık olunur?
El cevap:
Daha saçma bir soru varsa onu soraydınız. İlahi aşktan söz etmiyorsanız bir kadın ve bir erkek yani bir âşık bir de maşuk, bir gül ve bülbül gerekir. Bülbül güle kapıldı mı, yani kadın erkeği ya da erkek kadını etkiledi de yürekler pır pır atmaya başladı mı aşk kapıyı çalmış demektir. Ondan sonrası yemek tarifine benzemez kendiliğinden gelişir.

Soru: Aşk ve kıskançlık ayrılmaz bir ikili midir?

El cevap:
İlk başlarda değildir ancak sahiplenme duygusu geliştikçe, sen benimsin sözü anlam kazandıkça durum değişir. Buna bir de kaybetme korkusu eklenince âşık insan tam bir baş belası olabilir. Dengeyi tutturmak her zaman mümkün değildir. Aşk zaten başlı başına yıpratıcı bir süreç olduğundan, kıskançlıkla birlikte depresyon da kapınızı çalabilir. Aman dikkat!

Soru: Aşk ve hiddet, aşk ve şiddet nasıl bir ruh halidir?

El cevap:
Aşkın bokunu çıkarma halidir. Her aşığın bunu en az bir kez yapmış olma ihtimali vardır.  Haddinden fazla hiddet aşkı öldürür. Şiddet sadece fantezide ise deli âşıklarca birazına katlanılabilir ama uzun vadede kesin boku çıkar. Hele şiddet ve hiddet sözden eyleme döküldüyse orda aşktan değil sadizmden bahsetmek gerekir.

Soru: Aşk bir hastalık mıdır, tedavisi nasıldır?

El cevap:
Dünya üzerindeki en güzel duygulardan biri olan aşk pek akıllı insan işi değildir. Bir akıl ve ruh hastalığı da sayılabilir ama insanların çoğu zaman bile bile kapıldıkları bir durumdur. Tedavisi kavuşmak şeklinde özetlenebilse de. Aşktan sevgi moduna geçip sakinleşmek ve zaman zaman aşkı tazelemek iyi bir çözüm olabilir.

Soru: İnsan sadece bir kez mi âşık olur?

El cevap:
Zırt pırt, kapının önünden geçene aşık olmadığınız müddetçe, aşkı değişik hallerde ve değişik sayılarda yaşamanız mümkündür. Platonik, romantik, ilkokul, lise aşkı gibi insanın gönlünün kaydığı bu duygunun sınırlamasını ileri yaşlar için de yapmak zordur. Başa gelmedikçe bilinmez. Büyük konuşmamak gerekir.

Soru: Âşıksan vur saza şoförsen bas gaza diyorlar. Şart mıdır?

El cevap:
Aşk yarı delilik hali olduğundan dışa vurumu rahatlatıcıdır. Kimi bunu müzikle, kimi resimle kimi şiirle, kimi blog yazıları ile, mektupla, kimi telefonda konuşarak kimi de komşulara ağlayarak yapar ama bir şekilde yapar. Aşk ifadesiz kalmaz, hiç bir şey olmasa bile aşığın yüzüne aşkı yansır. Bazen yüzünde mutluluk bazen bezginlik bazen de salaklık okuduğunuz insanların âşık olduğunu şıp diye anlarsınız.

Soru: Sanal aşka inanır mısınız?

El cevap:
Mecnunun Leyla'ya aşkı da farklı bir şey değildir. Neticede Mr. Mecnun ömründe bir ya da bir kaç defa gördüğü bir kadına kendini kaptırmış, çöllerde kafayı yemiştir. Aynı şekilde insanların sanal âlemde de birbirlerine kapılma ihtimalleri yüksektir. Üstelik günümüzün iletişim araçları insanların konuşma ve tanışmalarını kolaylaştırdığı için sanal neresi, gerçek neresidir bunu söylemek oldukça zordur.

Soru: Âşıkların birbirine müdahale etmesi ne derece doğrudur?

El cevap:
Aşk işgalcidir. Önce âşık olanı işgal ettiği için duyguları kontrol etmek zorlaşır. Kıskançlık ve peşinden gelen kontrol etme duygusu sonunda kontrol edilemez bir hale gelebilir. Hele araya mesafeler, ayrılıklar ve davranış farklılıkları girmişse kavuşamayan âşıklar bunun acısını birbirinden çıkarabilir. Âşık olmadan önce sevgilisinin üzerinde görüp beğendiği bir elbiseyi artık giyme diyen insan çoktur. Yine de aslolan sevdiği insana hayatı zindan etmemektir.

Soru: Ya sanal âlemdeki kıskançlıklar?

El cevap:
Dediğimce artık sanalın nerede başlayıp bittiği bilinmediğinden ve insanlar her iletişim aracı ile iletişim kurduğundan kıskançlık ve kontrol dürtüsü doğal olarak sanal âleme de sıçramıştır. Facebook'da birçok şeyini paylaşan insanların sevdikleri tarafından kıskanılması doğaldır. Ancak işi abartıp mailleri kurcalamak, şifreleri araştırmak saplantılı bir ruh halidir. Yapmamak gerekir. Aynı şey cep telefonları için de geçerlidir.

Soru: Aşk için güven şart mıdır?

El cevap:
İnsanların yaşadıkları sonu kötü biten aşklar yüzünden canları yana yana kendince bunu (güven duygusunu ve yalan söylememeyi) ön koşul haline getirirler. Ancak hiç güvenmediğiniz birine de âşık olabilirsiniz. Hatta defalarca kontrol edip her defasında pişman olacağınız sonuçlar yaşamanıza rağmen yine de sevmeye devam edebilirsiniz. Bu sizin elinizde olan bir şey değildir. Eğer seviyorsanız gerisi teferruattır. Ama artık sevmiyorsanız ayrılık için her şey bahanedir. Yolun sonuna gelmişsiniz demektir.

Soru: Aşkın ömrü ne kadardır?

El cevap:
Bazı isviçreli bilim adamı kılıklı çok bilmişlerce 1 ila 3 yıl denilse de aslında tazelemesini bilene aşk uzun ömürlüdür. Sadece zaman zaman durulmak, dingileşmek ve sakinleşmeye ihtiyaç vardır. Akıllı âşıklar zaman zaman durulup, sevgi ile birbirilerine sarılarak vaziyeti kurtarabilirler. Aptallar ise ya şiddetle kavuşur, ya şiddetle birbirlerinden koparlar. Bir çuval inciri berbat ederler...

-Teşekkür ederim . TİO Vakfı olarak Aşkı en güzel anlatan 1000 blogger ödülünü size takdim ediyorum sayın İbrahim Ortaç bey :p

- Ben teşekkür ederim . Bu ödülü halkım adına alıyorum. Beni sizler yarattınız. Fanlarım, canlarım benim :p



* Not: hepinizi MİM'ledim. Ödül resmini tepe tepe bloglarınızda kullanıp, soruları da istediğinizce cevaplayabilirsiniz.



Hatırlar mısınız sevgili okurlar. Mim fırtınası falan vardı bir zamanlar. Herkes bir şeyler yazarçizer mimlerdi birbirini. Boku çıkmıştı bu işlerin hani. Üstelik bir de ödül koyarlardı bu mimleri ikram ederken. Al gülüm ver gülüm kabilinden en iyi creative blogger ödülleri falan.

Neyse ki o günler geldi geçti de biraz ortalık sakinleşti. Sular durulduğuna göre ben de bir tane MİM yazayım dedim. Yarı röportaj havasında bir şey oldu. Meraklısı varsa soruları kendine sorulmuş farz edip cevaplayabilir. Üstelik her cevaplayana aşağıdaki TİO Vakfı olarak Aşkı en iyi tarif eden 1000 blogger ödülünü vericez.

Buyrun bakalım:

Klasik soru: Aşk nedir?

El cevap: Valla ne bilebildim ne öğrenebildim ama bazen insanın kalbini bazen de götünü 3,5 attıran güzel bir şeye benziyor. Her yiyişte tadı değişen güzel bir yemek gibi. Doyumsuz bişi ama aynı zamanda şeker, kolesterol, tansiyon şikâyetlerine yol açabiliyor.

Soru: Aşkın kaç çeşidi vardır?

El cevap: Ne kadar âşık varsa o kadar çeşidi olduğu söylenebilir. Her aşık kendisi bizzat çeşit olduğu için aşkı pek kategorize etmemek lazım. Yine de kara sevda yani karşılıksız aşk, aşk-ı memnu (yasak aşk), ilahi aşk, bildiğimiz aşk:), yaz aşkı (gel geç aşk), sanal aşk diye çeşitlere ayırabilirsiniz. Size kalmış.

Soru: Âşık olmak için ne gerekir? Nasıl âşık olunur?
El cevap:
Daha saçma bir soru varsa onu soraydınız. İlahi aşktan söz etmiyorsanız bir kadın ve bir erkek yani bir âşık bir de maşuk, bir gül ve bülbül gerekir. Bülbül güle kapıldı mı, yani kadın erkeği ya da erkek kadını etkiledi de yürekler pır pır atmaya başladı mı aşk kapıyı çalmış demektir. Ondan sonrası yemek tarifine benzemez kendiliğinden gelişir.

Soru: Aşk ve kıskançlık ayrılmaz bir ikili midir?

El cevap:
İlk başlarda değildir ancak sahiplenme duygusu geliştikçe, sen benimsin sözü anlam kazandıkça durum değişir. Buna bir de kaybetme korkusu eklenince âşık insan tam bir baş belası olabilir. Dengeyi tutturmak her zaman mümkün değildir. Aşk zaten başlı başına yıpratıcı bir süreç olduğundan, kıskançlıkla birlikte depresyon da kapınızı çalabilir. Aman dikkat!

Soru: Aşk ve hiddet, aşk ve şiddet nasıl bir ruh halidir?

El cevap:
Aşkın bokunu çıkarma halidir. Her aşığın bunu en az bir kez yapmış olma ihtimali vardır.  Haddinden fazla hiddet aşkı öldürür. Şiddet sadece fantezide ise deli âşıklarca birazına katlanılabilir ama uzun vadede kesin boku çıkar. Hele şiddet ve hiddet sözden eyleme döküldüyse orda aşktan değil sadizmden bahsetmek gerekir.

Soru: Aşk bir hastalık mıdır, tedavisi nasıldır?

El cevap:
Dünya üzerindeki en güzel duygulardan biri olan aşk pek akıllı insan işi değildir. Bir akıl ve ruh hastalığı da sayılabilir ama insanların çoğu zaman bile bile kapıldıkları bir durumdur. Tedavisi kavuşmak şeklinde özetlenebilse de. Aşktan sevgi moduna geçip sakinleşmek ve zaman zaman aşkı tazelemek iyi bir çözüm olabilir.

Soru: İnsan sadece bir kez mi âşık olur?

El cevap:
Zırt pırt, kapının önünden geçene aşık olmadığınız müddetçe, aşkı değişik hallerde ve değişik sayılarda yaşamanız mümkündür. Platonik, romantik, ilkokul, lise aşkı gibi insanın gönlünün kaydığı bu duygunun sınırlamasını ileri yaşlar için de yapmak zordur. Başa gelmedikçe bilinmez. Büyük konuşmamak gerekir.

Soru: Âşıksan vur saza şoförsen bas gaza diyorlar. Şart mıdır?

El cevap:
Aşk yarı delilik hali olduğundan dışa vurumu rahatlatıcıdır. Kimi bunu müzikle, kimi resimle kimi şiirle, kimi blog yazıları ile, mektupla, kimi telefonda konuşarak kimi de komşulara ağlayarak yapar ama bir şekilde yapar. Aşk ifadesiz kalmaz, hiç bir şey olmasa bile aşığın yüzüne aşkı yansır. Bazen yüzünde mutluluk bazen bezginlik bazen de salaklık okuduğunuz insanların âşık olduğunu şıp diye anlarsınız.

Soru: Sanal aşka inanır mısınız?

El cevap:
Mecnunun Leyla'ya aşkı da farklı bir şey değildir. Neticede Mr. Mecnun ömründe bir ya da bir kaç defa gördüğü bir kadına kendini kaptırmış, çöllerde kafayı yemiştir. Aynı şekilde insanların sanal âlemde de birbirlerine kapılma ihtimalleri yüksektir. Üstelik günümüzün iletişim araçları insanların konuşma ve tanışmalarını kolaylaştırdığı için sanal neresi, gerçek neresidir bunu söylemek oldukça zordur.

Soru: Âşıkların birbirine müdahale etmesi ne derece doğrudur?

El cevap:
Aşk işgalcidir. Önce âşık olanı işgal ettiği için duyguları kontrol etmek zorlaşır. Kıskançlık ve peşinden gelen kontrol etme duygusu sonunda kontrol edilemez bir hale gelebilir. Hele araya mesafeler, ayrılıklar ve davranış farklılıkları girmişse kavuşamayan âşıklar bunun acısını birbirinden çıkarabilir. Âşık olmadan önce sevgilisinin üzerinde görüp beğendiği bir elbiseyi artık giyme diyen insan çoktur. Yine de aslolan sevdiği insana hayatı zindan etmemektir.

Soru: Ya sanal âlemdeki kıskançlıklar?

El cevap:
Dediğimce artık sanalın nerede başlayıp bittiği bilinmediğinden ve insanlar her iletişim aracı ile iletişim kurduğundan kıskançlık ve kontrol dürtüsü doğal olarak sanal âleme de sıçramıştır. Facebook'da birçok şeyini paylaşan insanların sevdikleri tarafından kıskanılması doğaldır. Ancak işi abartıp mailleri kurcalamak, şifreleri araştırmak saplantılı bir ruh halidir. Yapmamak gerekir. Aynı şey cep telefonları için de geçerlidir.

Soru: Aşk için güven şart mıdır?

El cevap:
İnsanların yaşadıkları sonu kötü biten aşklar yüzünden canları yana yana kendince bunu (güven duygusunu ve yalan söylememeyi) ön koşul haline getirirler. Ancak hiç güvenmediğiniz birine de âşık olabilirsiniz. Hatta defalarca kontrol edip her defasında pişman olacağınız sonuçlar yaşamanıza rağmen yine de sevmeye devam edebilirsiniz. Bu sizin elinizde olan bir şey değildir. Eğer seviyorsanız gerisi teferruattır. Ama artık sevmiyorsanız ayrılık için her şey bahanedir. Yolun sonuna gelmişsiniz demektir.

Soru: Aşkın ömrü ne kadardır?

El cevap:
Bazı isviçreli bilim adamı kılıklı çok bilmişlerce 1 ila 3 yıl denilse de aslında tazelemesini bilene aşk uzun ömürlüdür. Sadece zaman zaman durulmak, dingileşmek ve sakinleşmeye ihtiyaç vardır. Akıllı âşıklar zaman zaman durulup, sevgi ile birbirilerine sarılarak vaziyeti kurtarabilirler. Aptallar ise ya şiddetle kavuşur, ya şiddetle birbirlerinden koparlar. Bir çuval inciri berbat ederler...

-Teşekkür ederim . TİO Vakfı olarak Aşkı en güzel anlatan 1000 blogger ödülünü size takdim ediyorum sayın İbrahim Ortaç bey :p

- Ben teşekkür ederim . Bu ödülü halkım adına alıyorum. Beni sizler yarattınız. Fanlarım, canlarım benim :p



* Not: hepinizi MİM'ledim. Ödül resmini tepe tepe bloglarınızda kullanıp, soruları da istediğinizce cevaplayabilirsiniz.


Tadı damağında kalır sevdaların (*)

Hiç yorum yok:
-cefakar kadınlarımız için-

Daha doğmamışsın…
9 ay 10 günü beklemezler. önce aklını sonra seni ayırırlar annenden. sezeryan….
ana kucağına şöyle bir koklatırlar. sonra hoop elden ele…

arkasından çalışan annedir bahanesiyle önce sütten keserler… mama ile avunursun
yetmez doğum izni biter annenin, bir bakıcının kucağına atılıverirsin
sen sevgiye hasret, ana baba güvenlik kameralarıyla sever uzaktan en fazla sevse sevse seni.
az büyürsün babanın paçasına yapışırsın, annenin eteğine..
hepsinin işi gücü olur, yorgun gelirler eve.. sana kalmaz zamanlar..
azıcık büyür de abla olursan bu kez tamamen itilirsin bir kenara köşeye

ergenlik gelir çatar. serpilirsin, güzelleşirsin…
çocuksu kıyafetlerin terkeder önce seni. eteğinin boyuna, sesinin tonuna gelir kısıtlamalar.

seversin bir delikanlıyı, kıyıda köşede buluşursun… eyvah abim.. .eyvah babam.
dersini çalış, aklını başına topla derken hayat acımasız
sınıfın afillisi alıverir elinden sevdiğini…

üniversite yılları, flört, aşk, sevdalar…
ya kör bir kurşun, ya trafik kazası ya da trajik bir terkediliş öyküsü

sen çok güzelsin, çok iyisin ama
birileri bekâretinin nöbetçisi, diğerleri fırsat bekçisi…
istedim de vermedin diyemez mertçe, usulca terkederler seni…

saklanırsın, saklarsın kendini sevdiğine
“hayırsızın biriydi fikrimce”lerden uzak beklersin beyaz atlı prensini
günler geçer, vakitler tükenir ve kapıyı çalana razı gelirsin belki de…

hani aşk kör kurşunu ile vurmamışsa bir köşede gafil avlayıp seni.
şanslısın, bir töre kurşununa gitmemişsin, elini tutacak bir ele imza verip evlenmişsin

önce tv çalar sevdiğini, bitmek bilmez maç yorumları
sen pembe dizilerine sığınırsın memleketimin...

sonra annelik… hamilelik….
eve geç gelmeler, uçan kuşa yan bakmalar…
ayrı dünyalar, ayrı yastığa baş koymalar, yıllarca köşe yastığı muamelesi….
sonra şiddetli veya şiddetsiz geçimsizlik…

ayrılırsın…
ayrılabilirsen. içinde yarım günlerin kapanmamış yaralarıyla…
günlerce aylarca süren içine kapanmalar. dünyaya küsmeler.

belki bir gün razı geldiğin bir yasak aşk, bir gönül macerası, ötekilik
saklı vakitler, beni şu saatte arama, bu telefondan sorma…
seni çok seviyorum ama… lar

ola ki ecel gelir… eşini, sevdiğini, aşkını ecel ayırır…
sarılıp ağlayamazsın, öpüp okşayamazsın ölüsünü bile…
sen yıkayamazsın (oysa ne çok yıkamışsındır)
sen saramazsın (oysa ne çok sarmışsındır)
ve bir zamanlar onu başka bir kadının koynuna koyduğunu bilsen bile
yine bir kadın olan toprağın koynuna sen koyamazsın…

çünkü yazgındır bu senin, kadındır senin adın
ve tadı damağında kalır hep sevdaların…
bu dünyaya geldin yarım,
kaldın yarım…


(* tio'dan empati denemeleri - http://ebruliaksamlar.blogspot.com - leyla)
-cefakar kadınlarımız için-

Daha doğmamışsın…
9 ay 10 günü beklemezler. önce aklını sonra seni ayırırlar annenden. sezeryan….
ana kucağına şöyle bir koklatırlar. sonra hoop elden ele…

arkasından çalışan annedir bahanesiyle önce sütten keserler… mama ile avunursun
yetmez doğum izni biter annenin, bir bakıcının kucağına atılıverirsin
sen sevgiye hasret, ana baba güvenlik kameralarıyla sever uzaktan en fazla sevse sevse seni.
az büyürsün babanın paçasına yapışırsın, annenin eteğine..
hepsinin işi gücü olur, yorgun gelirler eve.. sana kalmaz zamanlar..
azıcık büyür de abla olursan bu kez tamamen itilirsin bir kenara köşeye

ergenlik gelir çatar. serpilirsin, güzelleşirsin…
çocuksu kıyafetlerin terkeder önce seni. eteğinin boyuna, sesinin tonuna gelir kısıtlamalar.

seversin bir delikanlıyı, kıyıda köşede buluşursun… eyvah abim.. .eyvah babam.
dersini çalış, aklını başına topla derken hayat acımasız
sınıfın afillisi alıverir elinden sevdiğini…

üniversite yılları, flört, aşk, sevdalar…
ya kör bir kurşun, ya trafik kazası ya da trajik bir terkediliş öyküsü

sen çok güzelsin, çok iyisin ama
birileri bekâretinin nöbetçisi, diğerleri fırsat bekçisi…
istedim de vermedin diyemez mertçe, usulca terkederler seni…

saklanırsın, saklarsın kendini sevdiğine
“hayırsızın biriydi fikrimce”lerden uzak beklersin beyaz atlı prensini
günler geçer, vakitler tükenir ve kapıyı çalana razı gelirsin belki de…

hani aşk kör kurşunu ile vurmamışsa bir köşede gafil avlayıp seni.
şanslısın, bir töre kurşununa gitmemişsin, elini tutacak bir ele imza verip evlenmişsin

önce tv çalar sevdiğini, bitmek bilmez maç yorumları
sen pembe dizilerine sığınırsın memleketimin...

sonra annelik… hamilelik….
eve geç gelmeler, uçan kuşa yan bakmalar…
ayrı dünyalar, ayrı yastığa baş koymalar, yıllarca köşe yastığı muamelesi….
sonra şiddetli veya şiddetsiz geçimsizlik…

ayrılırsın…
ayrılabilirsen. içinde yarım günlerin kapanmamış yaralarıyla…
günlerce aylarca süren içine kapanmalar. dünyaya küsmeler.

belki bir gün razı geldiğin bir yasak aşk, bir gönül macerası, ötekilik
saklı vakitler, beni şu saatte arama, bu telefondan sorma…
seni çok seviyorum ama… lar

ola ki ecel gelir… eşini, sevdiğini, aşkını ecel ayırır…
sarılıp ağlayamazsın, öpüp okşayamazsın ölüsünü bile…
sen yıkayamazsın (oysa ne çok yıkamışsındır)
sen saramazsın (oysa ne çok sarmışsındır)
ve bir zamanlar onu başka bir kadının koynuna koyduğunu bilsen bile
yine bir kadın olan toprağın koynuna sen koyamazsın…

çünkü yazgındır bu senin, kadındır senin adın
ve tadı damağında kalır hep sevdaların…
bu dünyaya geldin yarım,
kaldın yarım…


(* tio'dan empati denemeleri - http://ebruliaksamlar.blogspot.com - leyla)