Birkaç Blog Hikayesi

Buralar eskiden hep dutluktu. Sonra taze çiçeğe konan kelebekler gibi, gelenler bir üşüştüler ki; sorma gitsin.
Tabi her güzel şeyin sonu geldiği gibi, gidenler gitti, kalan sağlarla artık burada başbaşayız. Neler yazmışız, çizmişiz haydi birlikte okuyalım. Bakalım neler varmış...

tio yazar

Bugünkü şansınız :

bağımlılık etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
bağımlılık etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Çok şeker insanlar

Hiç yorum yok:
Canan KARATAY ablanın da dediği gibi şeker en sinsi uyuşturuculardan biridir. Çocuk yaşta sana lolipop alayım mı diyen amcaların şerrine uğramasak da, bahçeye topumuz kaçmasa bile komşu bakkal amca sayesinde tanışırız onunla. Ya da yaşadığımız ilk akraba ziyaretinde “ağlamasın çocuk” diye meme yerine ağzımıza tutuşturulan bir çikolata ile öğreniriz.

Ancak yıllar geçer şeker sinsice bizi kendine alıştırır. Onu yemediğimiz zamanlarda huysuzlaşırız. Anne babalar elimize tutuşturdukları üç beş kuruşla bizim mızmız ve yaramaz halimizden kurtulmak için bakkala yönlendirirler. Sonrası gelsin çikolatalar, şekerlemeler.

Şekerle hastalık olarak tanışmadıysak, ilk zararını diş çürüklerinde görürüz. Bir gece ansızın zonklamaya başlayan çürük dişler, bize ilk şeker acısını tattırır. Ama biz şekere değil çürük dişe bahane buluruz. Ağrı dayanılmaz olduğunda bünyeden çektirir atarız.

Hayat ilahi kurallar gereği bazen bize ikinci şans verir ve süt dişlerinin yerini diğerleri alır. Ancak şeker için yeni hedef bellidir. Yeni dişler. Bu arada yaş ilerler şeker kilo olarak bünyede birikmeye başlar. Sonrasında biz yetişkin olduğumuzda yakılamayan kaloriler ve Türk kası olarak biriken göbek hep şekerin armağanıdır bünyeye.

Sonrasında pre diyabet ve diyabete varan, kalp hastalıklarına kadar uzanan sağlık sorunlarını ve hayatınızı tehdit eden şeker bağımlılığı...

İşte şeker gibi insanlar da böyle alışkanlık yapar bünyede. Daha bebekken bize yaptıkları agucuk, gugu cuk komik şakalar, arkasından mıncırmalar okşamalar. Abartılmış sevgi gösterileri, sarılmalar kucaklamalar içi içine sığmaz gülücük ifadeleri; tıpkı şekerin dişlerimizin minesini çatlattığı gibi ruhumuzun savunma kalkanlarını bir bir geçerek içimizi yavaş yavaş çürütmeye başlar.

Siz şeker gibi insanlardan beslenirken, onlar da sizden beslenerek doyuma ulaşırlar. Bir müddet sonra o şeker gibi insanlara bağımlı hale gelirsiniz. İşte o zaman diş ağrısına benzeyen bir kalp ağrısı ile karşılaşırsınız. Acı gerçek ta kalbinizin derinlerine kadar işleyerek canınızı yakar. Şeker gibi insanlar, tıpkı şeker gibi yeni çocuklar, yeni bünyeler, yeni kalpler bulmuş ve onları kendilerine bağlamakla meşguldürler.

Sözün özü: Çok şekerden az uzak durun şekerim.

Canan KARATAY ablanın da dediği gibi şeker en sinsi uyuşturuculardan biridir. Çocuk yaşta sana lolipop alayım mı diyen amcaların şerrine uğramasak da, bahçeye topumuz kaçmasa bile komşu bakkal amca sayesinde tanışırız onunla. Ya da yaşadığımız ilk akraba ziyaretinde “ağlamasın çocuk” diye meme yerine ağzımıza tutuşturulan bir çikolata ile öğreniriz.

Ancak yıllar geçer şeker sinsice bizi kendine alıştırır. Onu yemediğimiz zamanlarda huysuzlaşırız. Anne babalar elimize tutuşturdukları üç beş kuruşla bizim mızmız ve yaramaz halimizden kurtulmak için bakkala yönlendirirler. Sonrası gelsin çikolatalar, şekerlemeler.

Şekerle hastalık olarak tanışmadıysak, ilk zararını diş çürüklerinde görürüz. Bir gece ansızın zonklamaya başlayan çürük dişler, bize ilk şeker acısını tattırır. Ama biz şekere değil çürük dişe bahane buluruz. Ağrı dayanılmaz olduğunda bünyeden çektirir atarız.

Hayat ilahi kurallar gereği bazen bize ikinci şans verir ve süt dişlerinin yerini diğerleri alır. Ancak şeker için yeni hedef bellidir. Yeni dişler. Bu arada yaş ilerler şeker kilo olarak bünyede birikmeye başlar. Sonrasında biz yetişkin olduğumuzda yakılamayan kaloriler ve Türk kası olarak biriken göbek hep şekerin armağanıdır bünyeye.

Sonrasında pre diyabet ve diyabete varan, kalp hastalıklarına kadar uzanan sağlık sorunlarını ve hayatınızı tehdit eden şeker bağımlılığı...

İşte şeker gibi insanlar da böyle alışkanlık yapar bünyede. Daha bebekken bize yaptıkları agucuk, gugu cuk komik şakalar, arkasından mıncırmalar okşamalar. Abartılmış sevgi gösterileri, sarılmalar kucaklamalar içi içine sığmaz gülücük ifadeleri; tıpkı şekerin dişlerimizin minesini çatlattığı gibi ruhumuzun savunma kalkanlarını bir bir geçerek içimizi yavaş yavaş çürütmeye başlar.

Siz şeker gibi insanlardan beslenirken, onlar da sizden beslenerek doyuma ulaşırlar. Bir müddet sonra o şeker gibi insanlara bağımlı hale gelirsiniz. İşte o zaman diş ağrısına benzeyen bir kalp ağrısı ile karşılaşırsınız. Acı gerçek ta kalbinizin derinlerine kadar işleyerek canınızı yakar. Şeker gibi insanlar, tıpkı şeker gibi yeni çocuklar, yeni bünyeler, yeni kalpler bulmuş ve onları kendilerine bağlamakla meşguldürler.

Sözün özü: Çok şekerden az uzak durun şekerim.

bağımlılık

Hiç yorum yok:

tarih boyunca insanın en büyük afyonu kendisi olmuştur ya da ötekisi. yani madde bağımlılıklarından belki de en kötüsü insana olan bağımlılıktır.
neydi insan, sosyal bir canlıydı. yani ötekiler olmadan yaşayamazdı. buna rağmen bu ötekine olan ihtiyaç azıcık klanlaştığımızda diğer ötekileri yoketmeye dönüşebiliyordu kolayca. yani yakın ötekiler biz oluyor, uzak ötekileri yoketmenin derdine düşüyorduk. çünkü uzaktakiler in bizim kurallarımıza uymamak gibi bir lüksleri vardı. bu kabul edilemezdi.


işte bu bağımlılık örfü ve gelenekleri oluşturuyordu.
artık davranışlarımızı birliktelik kurallarına göre biçimlendiriyor, özgürlük alanımızdan gönüllü tavizler veriyorduk. ancak her kalabalıkta doğal açlık yasaları hüküm sürüyor ve birileri daha fazla alan, daha çok isteyen oluyordu. işte bireysel özgürlük alanımızda ötekine açtığımız bu yerin bedeli fedakarlık diye bir ahlaki kural olarak boynumuza asılıyor ve bu ancak umursayanlar için bir vicdan öğesi olarak iliklere işliyordu.


böylece insan insanın iliklerine daha kolay işliyor. daha çok sömürüp daha çok köleleştirebiliyordu yakın ötekini. uzak öteki ise bunu kabullenmiyor. kendi klanının kuralları ile yaşamayı seçiyor, o da kendi dairesinde köleliği özgürlük sayıyor ve bizimle savaşıyordu. aslında uzak ötekilerle yaşanan savaşın nedenleri görülebilse (sömürme arzusu, köleleştirme) yakın öteki de nasıl bir sisteme boyun eğdiğini farkedecekti ama uzak hedefler ve düşman korkusu onu körleştirmeye yetiyordu.


afyonumuz olan yakın insana boyun eğme dürtüsü ailede başlıyor, ana babadan sonra evde sesi gür çıkana, hır çıkarana daha fazla boyun eğiliyordu. bu mahallede okulda derken bütün ülkede bir afyon köleliği oluşturuyordu. iyi insan olmalıydık. ailemizden vazgeçemezdik, kardeşimizden, sevgilimizden, arkadaşlarımızdan çünkü biz iyi insan olmalıydık.


mutluluk dediğimiz şey onları mutlu etmekten ibaretti. adrenalin değilse adının ne olduğunu bilmediğim mutluluk ve huzur hormonu içimize sadece onlar mutlu olduğunda işliyordu.
peki biz...
bireysel özgürlüklerimizi bir afyon köleliğine feda ettiğimiz ilişkilerde biz ne olacaktık. anasının kuzusu, babasının biricik evladı, kocasının sadık eşi, abisinin kardeşi, dedesinin torunu, ülkesinin sadık vatandaşı...


bireysel özgürlüğünüzü bir dirhem mutluluk hormonu ile 2 dirhem sorumluluk ve 3 dirhem görev aşkına feda ettiğinizde köleliğinizin gerisi geliyordu.


bu yazının bundan sonrası yok, yazmayacağım.
haydi düşünün bakalım:
neleri feda ettiniz ömrünüzden...

tarih boyunca insanın en büyük afyonu kendisi olmuştur ya da ötekisi. yani madde bağımlılıklarından belki de en kötüsü insana olan bağımlılıktır.
neydi insan, sosyal bir canlıydı. yani ötekiler olmadan yaşayamazdı. buna rağmen bu ötekine olan ihtiyaç azıcık klanlaştığımızda diğer ötekileri yoketmeye dönüşebiliyordu kolayca. yani yakın ötekiler biz oluyor, uzak ötekileri yoketmenin derdine düşüyorduk. çünkü uzaktakiler in bizim kurallarımıza uymamak gibi bir lüksleri vardı. bu kabul edilemezdi.


işte bu bağımlılık örfü ve gelenekleri oluşturuyordu.
artık davranışlarımızı birliktelik kurallarına göre biçimlendiriyor, özgürlük alanımızdan gönüllü tavizler veriyorduk. ancak her kalabalıkta doğal açlık yasaları hüküm sürüyor ve birileri daha fazla alan, daha çok isteyen oluyordu. işte bireysel özgürlük alanımızda ötekine açtığımız bu yerin bedeli fedakarlık diye bir ahlaki kural olarak boynumuza asılıyor ve bu ancak umursayanlar için bir vicdan öğesi olarak iliklere işliyordu.


böylece insan insanın iliklerine daha kolay işliyor. daha çok sömürüp daha çok köleleştirebiliyordu yakın ötekini. uzak öteki ise bunu kabullenmiyor. kendi klanının kuralları ile yaşamayı seçiyor, o da kendi dairesinde köleliği özgürlük sayıyor ve bizimle savaşıyordu. aslında uzak ötekilerle yaşanan savaşın nedenleri görülebilse (sömürme arzusu, köleleştirme) yakın öteki de nasıl bir sisteme boyun eğdiğini farkedecekti ama uzak hedefler ve düşman korkusu onu körleştirmeye yetiyordu.


afyonumuz olan yakın insana boyun eğme dürtüsü ailede başlıyor, ana babadan sonra evde sesi gür çıkana, hır çıkarana daha fazla boyun eğiliyordu. bu mahallede okulda derken bütün ülkede bir afyon köleliği oluşturuyordu. iyi insan olmalıydık. ailemizden vazgeçemezdik, kardeşimizden, sevgilimizden, arkadaşlarımızdan çünkü biz iyi insan olmalıydık.


mutluluk dediğimiz şey onları mutlu etmekten ibaretti. adrenalin değilse adının ne olduğunu bilmediğim mutluluk ve huzur hormonu içimize sadece onlar mutlu olduğunda işliyordu.
peki biz...
bireysel özgürlüklerimizi bir afyon köleliğine feda ettiğimiz ilişkilerde biz ne olacaktık. anasının kuzusu, babasının biricik evladı, kocasının sadık eşi, abisinin kardeşi, dedesinin torunu, ülkesinin sadık vatandaşı...


bireysel özgürlüğünüzü bir dirhem mutluluk hormonu ile 2 dirhem sorumluluk ve 3 dirhem görev aşkına feda ettiğinizde köleliğinizin gerisi geliyordu.


bu yazının bundan sonrası yok, yazmayacağım.
haydi düşünün bakalım:
neleri feda ettiniz ömrünüzden...