Birkaç Blog Hikayesi

Buralar eskiden hep dutluktu. Sonra taze çiçeğe konan kelebekler gibi, gelenler bir üşüştüler ki; sorma gitsin.
Tabi her güzel şeyin sonu geldiği gibi, gidenler gitti, kalan sağlarla artık burada başbaşayız. Neler yazmışız, çizmişiz haydi birlikte okuyalım. Bakalım neler varmış...

tio yazar

Bugünkü şansınız :

blog etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
blog etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

İyi ki vaktiyle ölmüşsün be dede

Hiç yorum yok:
Hiç dedem olmadı benim. İyi ki de olmamış, daha doğrusu ben doğmadan iyi ki ikisi de ölmüşler. Çünkü ben ninelerimi çok severdim ve elimde imkan olsa dedelerimi döverdim.

Her ikisi de talihsiz ama benim için, talih olan kadınlardı çünkü ninelerim.

Ninelerimin ellerinde büyüdüm. Anlattıkları öyküleri dinledim. Sonra aklım biraz erdiğinde yaşam hikayelerini, çektikleri sıkıntıları dinleyerek hüzünlendim.

Bir dedem, oldukça varlıklıymış. Bu yüzden de para ya da huzur batmış olmalı ki ikinci bir eş almış. Bu yeni eşe muhabbeti çok fazla olduğundan ve ninemi çok üzdüğünden olsa gerek, bir gün ninem oturduğu yerden kalkamamış.

O günden sonra da ancak ev içinde bastonla gezerken gördüm onu. Hiç evden dışarı çıkmadı ölene kadar. Onu hep elinde bastonu ve Mona Lisa gibi oturuşuyla hatırladım.

Dedeme dair en sevmediğim öykü ise "Ramazan'da sofraya oturup, orucunu açar açmaz bir bahane bulup sofraya bir tekme atar, öbür eşinin yanına koşarmış." Geride kalanlara sofranın zehir olduğunu söylemeye gerek yok tabi. Bu yüzden, babam dedemi uzun yıllar affetmemiş, kabrine bile gitmemişti.

Diğer dedeme ait anneannemin anlattıklarından hatırladığım ise, dedemin biraz yaramaz olan dayımı "köpeğin doğurduğu" diye azarladığı. Hiç hoş bir söylem değil. Dedem eşi ölmüş yaşlı bir adamken, ikinci eş olarak aneannemi almış. Zaten dayım ve son çocuk olarak annem doğduktan sonra,  pek de uzun yaşamamış.

Anneannemin anlattıklarından hatırladığım en kötü anı ise, dedemin ilk eşinden olan oğullarının miras bölünecek diye ninemi öldüresiye dövmeleri neticesinde ninemin hayata ancak yeni kesilmiş bir koyun derisine sarılarak tutunabildiği ve yıllarca sızıntı halinde akan bir yara ile yaşadığı.

Bugünlerde hemen hemen her gün kadın cinayetlerini okuyoruz gazetelerde. İnternette ve diğer sosyal medya ortamlarında vahşet dolu haberleri duymaya alıştık artık.

Çocuğunun, anne babasının yanında, mahallesinde, çarşıda, pazarda öldürülen kadınlar. Zaten cinnet-cinayet öncesinde de o çocukların yanında dövülüyor olmalılar ki kendini erkek sanan insancıklar kadınlarına uluorta şiddet uygulamaktan, hatta çocuklarının gözü önünde öldürmekten kaçınmıyorlar eşlerini.

Herkesin bir öyküsü var. Acı, tatlı. Ama ne yazık ki bu ülkede hala kadın öyküleri daha dramatik, daha hüzün dolu ve hala çok benzer ya da aynı acılarla dolu.

Bir gün düzelmesi umuduyla...
Hiç dedem olmadı benim. İyi ki de olmamış, daha doğrusu ben doğmadan iyi ki ikisi de ölmüşler. Çünkü ben ninelerimi çok severdim ve elimde imkan olsa dedelerimi döverdim.

Her ikisi de talihsiz ama benim için, talih olan kadınlardı çünkü ninelerim.

Ninelerimin ellerinde büyüdüm. Anlattıkları öyküleri dinledim. Sonra aklım biraz erdiğinde yaşam hikayelerini, çektikleri sıkıntıları dinleyerek hüzünlendim.

Bir dedem, oldukça varlıklıymış. Bu yüzden de para ya da huzur batmış olmalı ki ikinci bir eş almış. Bu yeni eşe muhabbeti çok fazla olduğundan ve ninemi çok üzdüğünden olsa gerek, bir gün ninem oturduğu yerden kalkamamış.

O günden sonra da ancak ev içinde bastonla gezerken gördüm onu. Hiç evden dışarı çıkmadı ölene kadar. Onu hep elinde bastonu ve Mona Lisa gibi oturuşuyla hatırladım.

Dedeme dair en sevmediğim öykü ise "Ramazan'da sofraya oturup, orucunu açar açmaz bir bahane bulup sofraya bir tekme atar, öbür eşinin yanına koşarmış." Geride kalanlara sofranın zehir olduğunu söylemeye gerek yok tabi. Bu yüzden, babam dedemi uzun yıllar affetmemiş, kabrine bile gitmemişti.

Diğer dedeme ait anneannemin anlattıklarından hatırladığım ise, dedemin biraz yaramaz olan dayımı "köpeğin doğurduğu" diye azarladığı. Hiç hoş bir söylem değil. Dedem eşi ölmüş yaşlı bir adamken, ikinci eş olarak aneannemi almış. Zaten dayım ve son çocuk olarak annem doğduktan sonra,  pek de uzun yaşamamış.

Anneannemin anlattıklarından hatırladığım en kötü anı ise, dedemin ilk eşinden olan oğullarının miras bölünecek diye ninemi öldüresiye dövmeleri neticesinde ninemin hayata ancak yeni kesilmiş bir koyun derisine sarılarak tutunabildiği ve yıllarca sızıntı halinde akan bir yara ile yaşadığı.

Bugünlerde hemen hemen her gün kadın cinayetlerini okuyoruz gazetelerde. İnternette ve diğer sosyal medya ortamlarında vahşet dolu haberleri duymaya alıştık artık.

Çocuğunun, anne babasının yanında, mahallesinde, çarşıda, pazarda öldürülen kadınlar. Zaten cinnet-cinayet öncesinde de o çocukların yanında dövülüyor olmalılar ki kendini erkek sanan insancıklar kadınlarına uluorta şiddet uygulamaktan, hatta çocuklarının gözü önünde öldürmekten kaçınmıyorlar eşlerini.

Herkesin bir öyküsü var. Acı, tatlı. Ama ne yazık ki bu ülkede hala kadın öyküleri daha dramatik, daha hüzün dolu ve hala çok benzer ya da aynı acılarla dolu.

Bir gün düzelmesi umuduyla...

Gevşeklik

Hiç yorum yok:
"Şemseddin vidaları gevşettin" diye bir tekerleme vardı eskiden. Arkadaşın birini "ti" ye alırken kullanır, o kızarken biz eğlenirdik.

Gevşek insanları severim aslında. Kendim de öyle olduğumdan belki. Her ne kadar tanışmalarda "ciddi" ya da "pısırık" bulunsam da samimiyet kurulduktan sonra "esprili" ve "gevşek" biri olduğum anlaşılır kısa zamanda.

Tabi bu gevşeklik "
sululuk" ya da rahatsız edici olduğunu fark edemeyen insanların gevşekliği gibi değildir. Gevşek olmaktan kasdım argo sözlüğündeki manası ile "ilkesizlik" de değildir.

Ben şahsen samimi sohbetlerde bile uyarmaya gerek kalmadan toparlanır ama bir o kadar da kolayca yeniden cıvıyabilirim. Ne anlatıyorum ki size o kadar. Bilenler bilir işte benim bu halimi.

Aslında ben bürokrat bir ailede yetiştim. Yok yok. Ne annem ne de babam bürokrattı ama evimizin yerleşmiş kuralları vardı, demek istiyorum. Büyüklerden önce çorba kaşıklanmaz. Sofrada diz kaldırılmaz, bağdaş kurulmaz. Yemeğin ortasında "etler" salınsa bile, önünden yenir. Yüksek sesle konuşulmaz. Büyükler hep haklıdır, itiraz edilmez, sözü kesilmez bla bla.

Yazdığımdan çok daha katısını yaşadığım bu kurallara "ipe, ipe" uysam da, içten içe hep isyan etmişimdir. Yine de bugünkü duruma bakıyorum, bu kuralların hiç de fena şeyler olmadığını düşünmeye başlamışım bile. Neden ki?

Çünkü kendinden küçüklerin çenesinden sofrada nefes almaya, iki kelam etmeye zaman kalmıyor. İnsanlar haklı, haksız konuşmayı, hırçınlığı, karşısındaki insanı umarsızca hırpalamayı matah sayıyor. Hatta bazen bunu sevgiye, aşka, sahiplenmeye bağlıyor.

Ya da kendi egosuna kılıf bulup, "ben böyleyim", huyum suyum böyle diyip yırtmayı umuyor. Yani diktatörlükten bıkıp demokrasiyi getirdiğiniz bir iklimde, baskı görenlerin içinden yeni yeni diktatörler çıkmasını engelleyemiyorsunuz.

Evet ben gevşek bir adamım. Neşeli, komik görünmeyi, insanları mutlu etmeyi seven biriyim. Ama bu insanların küstahlaşmasından hoşlandığım, mazoşist olduğum anlamına da gelmiyor. M. Akif'in dediği gibi "kim dedi ki uysal koyunum"

Heyt ulan Monica!
Önünden ye bakim...

"Şemseddin vidaları gevşettin" diye bir tekerleme vardı eskiden. Arkadaşın birini "ti" ye alırken kullanır, o kızarken biz eğlenirdik.

Gevşek insanları severim aslında. Kendim de öyle olduğumdan belki. Her ne kadar tanışmalarda "ciddi" ya da "pısırık" bulunsam da samimiyet kurulduktan sonra "esprili" ve "gevşek" biri olduğum anlaşılır kısa zamanda.

Tabi bu gevşeklik "
sululuk" ya da rahatsız edici olduğunu fark edemeyen insanların gevşekliği gibi değildir. Gevşek olmaktan kasdım argo sözlüğündeki manası ile "ilkesizlik" de değildir.

Ben şahsen samimi sohbetlerde bile uyarmaya gerek kalmadan toparlanır ama bir o kadar da kolayca yeniden cıvıyabilirim. Ne anlatıyorum ki size o kadar. Bilenler bilir işte benim bu halimi.

Aslında ben bürokrat bir ailede yetiştim. Yok yok. Ne annem ne de babam bürokrattı ama evimizin yerleşmiş kuralları vardı, demek istiyorum. Büyüklerden önce çorba kaşıklanmaz. Sofrada diz kaldırılmaz, bağdaş kurulmaz. Yemeğin ortasında "etler" salınsa bile, önünden yenir. Yüksek sesle konuşulmaz. Büyükler hep haklıdır, itiraz edilmez, sözü kesilmez bla bla.

Yazdığımdan çok daha katısını yaşadığım bu kurallara "ipe, ipe" uysam da, içten içe hep isyan etmişimdir. Yine de bugünkü duruma bakıyorum, bu kuralların hiç de fena şeyler olmadığını düşünmeye başlamışım bile. Neden ki?

Çünkü kendinden küçüklerin çenesinden sofrada nefes almaya, iki kelam etmeye zaman kalmıyor. İnsanlar haklı, haksız konuşmayı, hırçınlığı, karşısındaki insanı umarsızca hırpalamayı matah sayıyor. Hatta bazen bunu sevgiye, aşka, sahiplenmeye bağlıyor.

Ya da kendi egosuna kılıf bulup, "ben böyleyim", huyum suyum böyle diyip yırtmayı umuyor. Yani diktatörlükten bıkıp demokrasiyi getirdiğiniz bir iklimde, baskı görenlerin içinden yeni yeni diktatörler çıkmasını engelleyemiyorsunuz.

Evet ben gevşek bir adamım. Neşeli, komik görünmeyi, insanları mutlu etmeyi seven biriyim. Ama bu insanların küstahlaşmasından hoşlandığım, mazoşist olduğum anlamına da gelmiyor. M. Akif'in dediği gibi "kim dedi ki uysal koyunum"

Heyt ulan Monica!
Önünden ye bakim...

Yalanın bünyede kişisel gelişimi - II

Hiç yorum yok:

Yalan ve korku, insan bünyesinde can ciğer kuzu sarması iki arkadaş gibi güçlü bir ilişki içerisindedir. Genelde d".t korkusu" yüzünden yalan söylersiniz ama korktuğunuz şey başınıza da en çok yalan söylediğiniz için gelir.

"_derse geç kaldım diye korkup, geç kağıdı alırken öğretmen sınıfa almadı deyivermiştim müdür yardımcısına. o da teneffüste öğretmeni fırçalamış:) 2.derste fırçayı ben yedim.

_tembih edildiği halde eve ekmek almayı unuttuğumda babam fırça atmasın diye "bakkalda ekmek kalmamış" dediğim gibi... bla bla"

Kısa süre sonra yalan bünyeye o kadar işler ki, neredeyse doğru söylediğiniz her an zarar göreceğinizi düşünürsünüz. "Trafik polisine, vergi memuruna, sevgiliye, eşe dosta" yalan söyler durursunuz.

Bazen de çektiğiniz acılar öyle yüreğinizi sızlatir ki, bir yalana ihtiyaç duyar ve uydurursunuz. Kendinizi kendi yalanlarınızla avutur durursunuz. Mutlu olursunuz. "O da beni çok seviyor" gibi.

Zamanla doğru söylemenin işe yaramadığını ya da bünyenize zarar verdiğini, doğruluk ve aptallığın genelde aynı kapıya çıktığını görünce yalana olan ihtiyacınız daha da artar. "askerlik ve angarya" terimlerinin içeriği bunun sayısız örnekleri ile doludur.

_Ardından yalana bir kutsallık atfedilen "bir aileyi kurtarmak" iki dosta yardımcı olmak, bazı arkadaşların vaziyeti kurtarması adına söylenen yalanlar gelir. Bu belki de en masum biçimidir yalan söylemenin. -"Yenge İbram abi akşam bizdeydi. Sonra halı sahaya maça gittik falan." gibi gibi.

Ne şişi, ne de kebabı yakmak istememektir, bir başka sebep. "Alime gücenmesin halime de" derken, bazen her ikisinin de gücenmesi ile biter macera.

Ancak tüm bunlar bir yana, bir erkek kendisine "bana asla yalan söyleme, ne olursa olsun doğruyu söyle" diyen kadınların kahir ekseriyetine bir kaç kez doğru söyleyip, söylediğine bin pişman olunca tamamlar, yalan konusundaki kişisel gelişimini.

Bana asla yalan söyleme diyen kadınların aslında "bana işime gelen, güzel yalanlar söyle, gerçeği aratmasın" demek istediğini ve yalandan nefret eden kadınların da aslında "yalandan" bir eylem içerisinde olduklarını öğrenir "ufo gören" masum erkeğimiz.

İşin aslı çoğu zaman sizden doğruluk, dürüstlük bekleyenler "gırtlağına kadar" yalanın içerisindedir. Bunu bir şekilde yaşar öğrenir, ondan sonra şu yalan dünyada "gerçeğin peşinden koşmaya pek de değer bir matah olmadığına karar verirsiniz.

 Sonra ne mi olur? Ne olacak sevip, sevildiklerinizle "gül gibi" geçinir gider, yalan dünyada artık işinize geldiğince "dosdoğru" yaşamayı öğrenirsiniz...
Hamiş: "Onlara o kadar çok yalan söylemiştim ki, aklıma artık doğrudan başka söyleyecek bir yalan gelmiyordu" -Prag'da Bahar- filminden

Yalan ve korku, insan bünyesinde can ciğer kuzu sarması iki arkadaş gibi güçlü bir ilişki içerisindedir. Genelde d".t korkusu" yüzünden yalan söylersiniz ama korktuğunuz şey başınıza da en çok yalan söylediğiniz için gelir.

"_derse geç kaldım diye korkup, geç kağıdı alırken öğretmen sınıfa almadı deyivermiştim müdür yardımcısına. o da teneffüste öğretmeni fırçalamış:) 2.derste fırçayı ben yedim.

_tembih edildiği halde eve ekmek almayı unuttuğumda babam fırça atmasın diye "bakkalda ekmek kalmamış" dediğim gibi... bla bla"

Kısa süre sonra yalan bünyeye o kadar işler ki, neredeyse doğru söylediğiniz her an zarar göreceğinizi düşünürsünüz. "Trafik polisine, vergi memuruna, sevgiliye, eşe dosta" yalan söyler durursunuz.

Bazen de çektiğiniz acılar öyle yüreğinizi sızlatir ki, bir yalana ihtiyaç duyar ve uydurursunuz. Kendinizi kendi yalanlarınızla avutur durursunuz. Mutlu olursunuz. "O da beni çok seviyor" gibi.

Zamanla doğru söylemenin işe yaramadığını ya da bünyenize zarar verdiğini, doğruluk ve aptallığın genelde aynı kapıya çıktığını görünce yalana olan ihtiyacınız daha da artar. "askerlik ve angarya" terimlerinin içeriği bunun sayısız örnekleri ile doludur.

_Ardından yalana bir kutsallık atfedilen "bir aileyi kurtarmak" iki dosta yardımcı olmak, bazı arkadaşların vaziyeti kurtarması adına söylenen yalanlar gelir. Bu belki de en masum biçimidir yalan söylemenin. -"Yenge İbram abi akşam bizdeydi. Sonra halı sahaya maça gittik falan." gibi gibi.

Ne şişi, ne de kebabı yakmak istememektir, bir başka sebep. "Alime gücenmesin halime de" derken, bazen her ikisinin de gücenmesi ile biter macera.

Ancak tüm bunlar bir yana, bir erkek kendisine "bana asla yalan söyleme, ne olursa olsun doğruyu söyle" diyen kadınların kahir ekseriyetine bir kaç kez doğru söyleyip, söylediğine bin pişman olunca tamamlar, yalan konusundaki kişisel gelişimini.

Bana asla yalan söyleme diyen kadınların aslında "bana işime gelen, güzel yalanlar söyle, gerçeği aratmasın" demek istediğini ve yalandan nefret eden kadınların da aslında "yalandan" bir eylem içerisinde olduklarını öğrenir "ufo gören" masum erkeğimiz.

İşin aslı çoğu zaman sizden doğruluk, dürüstlük bekleyenler "gırtlağına kadar" yalanın içerisindedir. Bunu bir şekilde yaşar öğrenir, ondan sonra şu yalan dünyada "gerçeğin peşinden koşmaya pek de değer bir matah olmadığına karar verirsiniz.

 Sonra ne mi olur? Ne olacak sevip, sevildiklerinizle "gül gibi" geçinir gider, yalan dünyada artık işinize geldiğince "dosdoğru" yaşamayı öğrenirsiniz...
Hamiş: "Onlara o kadar çok yalan söylemiştim ki, aklıma artık doğrudan başka söyleyecek bir yalan gelmiyordu" -Prag'da Bahar- filminden

Yalanın bünyede kişisel gelişimi - I

Hiç yorum yok:
İlk ne zaman yalan söylediğimi hatırlamaya çalışıyorum.

Sanırım küçükken yatağı ıslatıp durduğum zamanlardı. Annemin sabrının tükenip "bir daha yatağa işersen yakarım onu" dediği günlerde "şeyi" kurtarmak için sabah "anne daha uykum var yeaaa" diyerek çarşafın kurumasını beklediğim zamanlardı yalanla ilk tanışmam.

Demek ki neymiş ; "En değerli hazinenden mahrum kalma korkusu" insanı yalana iten başlıca sebepmiş.

Pek kronolojik gitmese de annemin bakkala ekmek almak için camdan attığı kağıt paranın asma yaprakları arasında kayboluk gittiği gün de ikinci yalan söyleyişim olsa gerek. Daha doğrusu ne hikmettir bilmem o para iki kat yukarıdaki pencerenin camından aşağı hiç inmedi ve ben ne kadar arasam da hiç bulamadım ama annem hep o parayı iç ettiğime inandı. Ben de sonunda karakol tipi baskılara dayanamayıp "iç ettiğimi" itiraf ettim. 

Demek ki neymiş ; "doğru söylemek işe yaramadığı zamanlarda" yalan bir kurtuluş reçetesiymiş. Ben o gün bugün ilk sorulduğunda doğruyu söylerim insanlara ona inanmazlarsa ki inanmazlar; "artık istediğim kadar" yalan söyleyebilirim.

İlkokulda zengin arkadaşlar okula bir ton harçlıkla gelip, ona buna hediyeler alarak karizma yaptığında kızlara duyulan eziklik duygusunu bastırmak için babamın cebine daldığımı hatırlıyorum. Ancak şanslıymışım ki o gün, o cepte para sayılı bir miktarmış ve saçıp savurup, kızlara hediye almama rağmen harcayamadığım o paranın (üstünü saklayacak yer de bulamadığımdan) bir kaç tokatta yakayı ele vermişim. Yoksa bugünlerde profesyonel bir "hırsız" olmak işten değil di belki de. Bir de dua ettiğim o gün "dergi parası" yalanımın iyi ki doğru olmadığı. Yoksa doğru söyleyip, sopa yemek bünyede tahribata yol açabilirdi.

Demek ki neymiş; "zor oyunu bozar, insan sopayı yediğinde doğruyu bulur ya da en yakın yalanı doğru kabulleniverirmiş."

Çamaşırın kalmadı körolmayasıca, "bu gün de okula kilotsuz git bakalım" denilip, beyaz sünnet pantalonuyla okula gittiğinde "Şşi.. İbram senin içinde don mu yok? " diyen kız arkadaşına "Ne alaka kızım, süper ince kilot bu, İzmir'den hediye geldi" yersen, numarasını çekip ondan sonra teneffüslere çıkmadan, sıradan kalkmadan günü bitirdiğinde; yalanını sağlam kazığa bağlamak gerektiğini öğreniyor insan.



Demek ki neymiş; "insanın içi görünecek kadar şeffafsa, yalan söylememeliymiş. Ya da içini veya kıçını örtecek güzel yalanlar bulabilmeliymiş."

Yine günlerden bir gün okulda sigara içen çocuklar yakalanıp tahtaya dizildiğinde, "İbram'da aramızdaydı" o niye sopa yemiyor diye sorulduğunda canla başla "-Hayııııır İbram yoktu" diyen kızların gazı ile "Ben içmedim Örtmenim!" desem de dişimin arkasındaki "sarı leke"yi gizleyemediğimden yediğim sopa ile gerçeği bulmuştum. 

Demek ki "Kızlar için yalan söylenir miş" Hele onlar motive ederse insan bülbül gibi yalan söyleyebilirmiş. Ancak ayak izleri ve "sarı leke"leri gizlemek pek mümkün olmayabilirmiş.

Sevgili takıldığın kız ortaokulda seni ekip üst sınıflarla çıkmaya başladığında yutkunarak "biz ayrıldık yeaa" demek zorunda kalınabiliyor. Nispet olsun diye alelacele bulduğun kara kuru bir kız arkadaşla çıkıp, "Sevim çok daha güzel oluumm" diyebiliyorsun. Yalanına kargalar bile gülse de, insan o acıyı ve ezikliği üstünden atabilmek için buna kendini inandırmak istiyor..

Demek ki "eziklik duygusu" insanı yalana itebilirmiş. Yalan biraz da, güzeli çirkin, çirkini güzel gösterebilmekmiş.

Duygusal bir çocuk olduğumu ve iyi kompozisyonlar yazdığımı keşfettiğimde; "Başınızdan geçen ilginç bir anı" konu başlıklı ödeve, "Yeşilçam" filmlerini aratmayacak bir senaryo ile cevap vermiştim. Öyle beğenilmişti ki; ödevim ve ben bütün okulda sınıf sınıf gezdirilip, bunu okumam istenmişti.  Bu erken ulaşılmış şöhret, beni daha güzel yalanlarla kurgulanmış öyküler yazmaya itmişti. Öyle ki, "bu yalan kompozisyonu nasıl yazdığımı anlatan" bir başka kompozisyon bu kez Lise'de aynı ilgiyi görerek beni bile şaşırtmıştı.

Demek ki "yalan sanat içindir" denilebilirmiş. İnsan yalan söyleyip durdukça, yüzü yırtılıp, kendini "sanatçı" gibi hissedebilirmiş.

                                                                                                                                                SÜRECEK
İlk ne zaman yalan söylediğimi hatırlamaya çalışıyorum.

Sanırım küçükken yatağı ıslatıp durduğum zamanlardı. Annemin sabrının tükenip "bir daha yatağa işersen yakarım onu" dediği günlerde "şeyi" kurtarmak için sabah "anne daha uykum var yeaaa" diyerek çarşafın kurumasını beklediğim zamanlardı yalanla ilk tanışmam.

Demek ki neymiş ; "En değerli hazinenden mahrum kalma korkusu" insanı yalana iten başlıca sebepmiş.

Pek kronolojik gitmese de annemin bakkala ekmek almak için camdan attığı kağıt paranın asma yaprakları arasında kayboluk gittiği gün de ikinci yalan söyleyişim olsa gerek. Daha doğrusu ne hikmettir bilmem o para iki kat yukarıdaki pencerenin camından aşağı hiç inmedi ve ben ne kadar arasam da hiç bulamadım ama annem hep o parayı iç ettiğime inandı. Ben de sonunda karakol tipi baskılara dayanamayıp "iç ettiğimi" itiraf ettim. 

Demek ki neymiş ; "doğru söylemek işe yaramadığı zamanlarda" yalan bir kurtuluş reçetesiymiş. Ben o gün bugün ilk sorulduğunda doğruyu söylerim insanlara ona inanmazlarsa ki inanmazlar; "artık istediğim kadar" yalan söyleyebilirim.

İlkokulda zengin arkadaşlar okula bir ton harçlıkla gelip, ona buna hediyeler alarak karizma yaptığında kızlara duyulan eziklik duygusunu bastırmak için babamın cebine daldığımı hatırlıyorum. Ancak şanslıymışım ki o gün, o cepte para sayılı bir miktarmış ve saçıp savurup, kızlara hediye almama rağmen harcayamadığım o paranın (üstünü saklayacak yer de bulamadığımdan) bir kaç tokatta yakayı ele vermişim. Yoksa bugünlerde profesyonel bir "hırsız" olmak işten değil di belki de. Bir de dua ettiğim o gün "dergi parası" yalanımın iyi ki doğru olmadığı. Yoksa doğru söyleyip, sopa yemek bünyede tahribata yol açabilirdi.

Demek ki neymiş; "zor oyunu bozar, insan sopayı yediğinde doğruyu bulur ya da en yakın yalanı doğru kabulleniverirmiş."

Çamaşırın kalmadı körolmayasıca, "bu gün de okula kilotsuz git bakalım" denilip, beyaz sünnet pantalonuyla okula gittiğinde "Şşi.. İbram senin içinde don mu yok? " diyen kız arkadaşına "Ne alaka kızım, süper ince kilot bu, İzmir'den hediye geldi" yersen, numarasını çekip ondan sonra teneffüslere çıkmadan, sıradan kalkmadan günü bitirdiğinde; yalanını sağlam kazığa bağlamak gerektiğini öğreniyor insan.



Demek ki neymiş; "insanın içi görünecek kadar şeffafsa, yalan söylememeliymiş. Ya da içini veya kıçını örtecek güzel yalanlar bulabilmeliymiş."

Yine günlerden bir gün okulda sigara içen çocuklar yakalanıp tahtaya dizildiğinde, "İbram'da aramızdaydı" o niye sopa yemiyor diye sorulduğunda canla başla "-Hayııııır İbram yoktu" diyen kızların gazı ile "Ben içmedim Örtmenim!" desem de dişimin arkasındaki "sarı leke"yi gizleyemediğimden yediğim sopa ile gerçeği bulmuştum. 

Demek ki "Kızlar için yalan söylenir miş" Hele onlar motive ederse insan bülbül gibi yalan söyleyebilirmiş. Ancak ayak izleri ve "sarı leke"leri gizlemek pek mümkün olmayabilirmiş.

Sevgili takıldığın kız ortaokulda seni ekip üst sınıflarla çıkmaya başladığında yutkunarak "biz ayrıldık yeaa" demek zorunda kalınabiliyor. Nispet olsun diye alelacele bulduğun kara kuru bir kız arkadaşla çıkıp, "Sevim çok daha güzel oluumm" diyebiliyorsun. Yalanına kargalar bile gülse de, insan o acıyı ve ezikliği üstünden atabilmek için buna kendini inandırmak istiyor..

Demek ki "eziklik duygusu" insanı yalana itebilirmiş. Yalan biraz da, güzeli çirkin, çirkini güzel gösterebilmekmiş.

Duygusal bir çocuk olduğumu ve iyi kompozisyonlar yazdığımı keşfettiğimde; "Başınızdan geçen ilginç bir anı" konu başlıklı ödeve, "Yeşilçam" filmlerini aratmayacak bir senaryo ile cevap vermiştim. Öyle beğenilmişti ki; ödevim ve ben bütün okulda sınıf sınıf gezdirilip, bunu okumam istenmişti.  Bu erken ulaşılmış şöhret, beni daha güzel yalanlarla kurgulanmış öyküler yazmaya itmişti. Öyle ki, "bu yalan kompozisyonu nasıl yazdığımı anlatan" bir başka kompozisyon bu kez Lise'de aynı ilgiyi görerek beni bile şaşırtmıştı.

Demek ki "yalan sanat içindir" denilebilirmiş. İnsan yalan söyleyip durdukça, yüzü yırtılıp, kendini "sanatçı" gibi hissedebilirmiş.

                                                                                                                                                SÜRECEK

Ne gülüyon ooolum?

Hiç yorum yok:
Ulan oğlum memlekette bir sürü dert var sen oturmuş komik blog yazısı yazıyosun. Vatana ihanet sayılabilir bu durum. Hain misin nesin? der diye sayın Baştanbakan! yazmayalım mı? Yok öyle olmadı durum o kadar gerilimli ve kırılgan hale geldi ki ülke gündemi gülmeyi unuttuk resmen.

Mizah dergileri kan kaybetti, mizah programları neredeyse yok sayılır. Asık suratlı bir millet olduk yani bir süredir. Gak denince azarlanan, guk diyince yuhalanan bir milletin evlatları olarak bunu haliyle bize biz ya da sevgili büyüklerimiz yaptı.

Tamam bir çok sıkıntı ile birlikte yaşıyoruz ama hayat devam ediyor ve bizler,  gülmek değilse de gülümsemek zorundayız. Sakin olalım biraz, gevşeyelim. Haydi hep birlikte... Relax


Ulan oğlum memlekette bir sürü dert var sen oturmuş komik blog yazısı yazıyosun. Vatana ihanet sayılabilir bu durum. Hain misin nesin? der diye sayın Baştanbakan! yazmayalım mı? Yok öyle olmadı durum o kadar gerilimli ve kırılgan hale geldi ki ülke gündemi gülmeyi unuttuk resmen.

Mizah dergileri kan kaybetti, mizah programları neredeyse yok sayılır. Asık suratlı bir millet olduk yani bir süredir. Gak denince azarlanan, guk diyince yuhalanan bir milletin evlatları olarak bunu haliyle bize biz ya da sevgili büyüklerimiz yaptı.

Tamam bir çok sıkıntı ile birlikte yaşıyoruz ama hayat devam ediyor ve bizler,  gülmek değilse de gülümsemek zorundayız. Sakin olalım biraz, gevşeyelim. Haydi hep birlikte... Relax